Biyolojik ve Kimyasal Silahlar Ne Zamandan Beri Var?

Yılan zehri, zehirli gaz veya ölümcül patojenlerle dolu bu savaş silahları, düşmanı öldürmek için doğanın cephaneliğine güveniyordu.

1. resim

Biyolojik ve kimyasal silahlar ne kadar eski? Cevap şaşırtıcı: İnsanlığın doğal güçleri silaha dönüştürme dehası tahmin edilenden daha derin köklere sahip.

Birçok tarihçi biyolojik ve kimyasal silahların modern icatlar olduğunu varsayıyor. Zehirleri, mikropları, toksinleri ve diğer tehlikeli doğal maddeleri silaha dönüştürme becerisinin toksikoloji, biyoloji, epidemiyoloji ve kimya konularında bilimsel bir anlayış gerektirdiğine inanıyorlar. Doğanın güçlerinden faydalanmak için elbette ileri teknolojilere ve sofistike dağıtım sistemlerine ihtiyaç duyulacak.

Yunan mitleri, zehirli Gorgonların kanına bulanmış silahlardan, Apollon ve Artemis’in ölümcül oklarına kadar biyolojik savaşla dolu. Doğanın yıkıcı güçlerini ödünç almak fanteziden öte bir şeydi. Biyolojik savaş vakaları çok sayıda antik metinde belgelendi. Elliden fazla yazar, biyolojik ve kimyasal silahların Akdeniz, Hindistan ve Çin’deki tarihi savaşlarda kullanıldığına dair kanıtlar sunuyor.

Birçok tarihçi, antik çağlarda savaşın onur, cesaret ve beceriye dayandığını varsayıyor. Zehirli silahların ve vicdansız, adil olmayan taktiklerin antik savaş kuralları tarafından yasaklandığını ve birkaç istisna dışında klasik antik çağda bu kurallara uyulduğunu kabul ediyorlar.

Doğayı savaş silahlarına dönüştürmek, yaygın olarak varsayılandan çok daha önce ve çok daha yaygın bir şekilde uygulandı. Bunların kullanımını engelleyen resmi, üzerinde anlaşmaya varılmış savaş kuralları yoktu. Zehirler ve geleneksel olmayan silahlarla haksız avantaj elde etme konusundaki tutumlar antik çağda karmaşık ve tutarsızdı. Yakın dövüşten kaçınmak için el altından kullanılan gizli stratejiler tabu değildi, ancak pratik ve etik sorunları beraberinde getiriyordu.

Kuyuyu Zehirlemek

Seçeneklerin çeşitliliği şaşırtıcıydı. Eski ordular yılan zehri, mikroplar, zehirli bitkiler ve ateşli maddelerle dolu oklar atmanın yanı sıra düşmanlarının sularını da kirletiyordu.

Belgelenmiş en eski su zehirleme vakası, Yunanistan’daki Birinci Kutsal Savaş sırasında, yaklaşık MÖ 590 yılında meydana geldi. Atinalılar ve müttefikleri, Akdeniz’in her yerinde bol miktarda yetişen zehirli bir bitki olan karacaotunu (hellebore) kullanarak kuşatma altındaki Kirrha şehrinin su kaynağını kirletmişlerdi. Tarihi kaynaklar bu komployu biri doktor olmak üzere dört farklı kişiye atfediyor.

Bu da biyolojik savaşın verdiği ikincil zararı gösteriyor. Sadece askerlere değil, sivillere de zarar verilmişti: Kirrha surları içindeki yaşlılar, kadınlar ve çocukların hepsi öldürülmüştü. Birinci Kutsal Savaş’tan sonra Atinalılar ve müttefikleri, ittifaklarının diğer üyelerinin sularını asla zehirlememe konusunda anlaştılar.

Antik dönemdeki “biyokimyasal” taktiklerin tüm tarihsel örnekleri, modern bilimsel tanımlara uymasa da, günümüz biyokimyasal silahlarına dönüşecek olan niyetlerin, ilkelerin ve fiili uygulamaların en eski kanıtlarını temsil ediyor.

Kimyasal silahlar; zehirli gazlar, boğucu ve kör edici duman bulutları ve normal yollarla söndürülemeyen yanıcılar olarak tanımlanır. Biyolojik silahlar ise hayvan zehiri ve zehirli bitkiler gibi canlı organizmalardan elde edilir ya da insan vücudunu enfekte eden tam teşekküllü patojenlerdir. Hayvanların kullanımı, günümüzde aktif olarak sürdürülen entomolojik ve zoolojik silah araştırmalarının öncüsüdür.

Herakles ve Hydra

Eski Yunanlar, biyolojik ve kimyasal silahların doğaları gereği kontrol edilmelerinin çok zor olduğunu anlamışlardı. Dikkat çekici bir şekilde, biyolojik silahların yaratılmasıyla ilgili eski efsaneler, bugün hala bu tür silahlar ile ilişkili ikilemleri kabul ediyordu. Herakles efsanesinde kahraman, çok başlı Hydra’yı öldürür ve oklarını canavarın zehirli kanına batırarak biyolojik bir silah yaratır. İstenmeyen sonuçlar zinciri harekete geçer ve bu oklar Herakles’in kendisi için çok acı verici bir ölüm getirir.

Hydra’nın çoğalan kafaları gibi, biyolojik taktiklere başvurulduğunda gerçek hayattaki sorunlar da çoğalır. Geri tepme, ikincil hasar ve kendini yaralama potansiyeli her zaman belirir. Zehir ve oklar eski Yunan dilinde derin bir şekilde iç içe geçmişti. Antik Yunancada zehir anlamına gelen toxicon kelimesi, toxon yani ok kelimesinden türemişti. Zehirli oklar antik çağda açık ara en popüler biyolojik silahlardı. Zararlı bitkiler ve yılan zehrinden vatoz dikenleri ve zehirli böcek bağırsaklarına kadar çok çeşitli maddeler dünyanın dört bir yanında ok uçlarını zehirlemek için kullanılmıştı.

Zehirli Oku Atmak

Antik çağın en korkunç biyolojik savaşçılarından bazıları, Yunan efsanelerindeki Amazonlara ilham kaynağı olan Avrasya bozkırlarının göçebe okçuları İskitlerdi. Okları ile birlikte gömülen İskit savaşçılarının mezarlarında yapılan arkeolojik kazılar, tahta saplara yapıştırılmış kancalı oklar kullandıklarını ortaya koyuyor. Okların sapları zehirli engerek yılanlarına benzeyen desenlerle süslenmişti.

Ölümcül dişleri olan uçan yılanlara benzetilmiş bir ok yağmuru ile karşılaşmak yeterince ürkütücü olabilirdi, ancak İskitler ok uçlarını scythicon adı verilen bir zehre batırdıkları için bu deneyim daha da üzücüydü. Antik Yunan kaynakları bu zehri yılan zehri, çürümüş engerek cesedi, insan kanı ve dışkıdan oluşan iğrenç bir karışım olarak tanımlıyordu.

Malzemeler birleştirildikten sonra birkaç ay boyunca çürümeye bırakılıyordu. Bu oklardan birinin hafif bir çiziği korkunç bir ölüm ya da kangren ve tetanosla enfekte olmuş bir yaradan kaynaklanan yavaş bir işkence getiriyordu. Yunanların bu malzemeyi biliyor olması, İskitlerin korku yaymak için bunu yaygın bir şekilde reklam ettiklerini düşündürüyor. Gerçekten de her dönemdeki biyolojik ve kimyasal silahların güçlü bir özelliği psikolojik.

Büyük İskender’in Doğal Cephaneliği

MÖ 326 yılında Sicilyalı Diodorus, Strabon ve Quintus Curtius, Büyük İskender ve Makedon ordusunun Pakistan ve Hindistan’da zehirli silahlarla karşılaştığını bildirdi. Harmatelia şehrini savunan savaşçılar, silahlarına güneşte çürümeye bırakılmış ölü yılanlardan elde edilen bir zehir katmışlardı. Hayvanların etleri çürüdükçe, zehirlerinin sıvılaşan dokuya karıştığı düşünülüyordu.

Diodorus’un yaralıların ıstırabına dair tasviri oldukça etkiliydi. İskender’in askerleri önce uyuşmuş, sonra bıçak saplanır gibi ağrılar ve kasılmalar geçirmişlerdi. Derileri soğumuş ve safra kusmuşlardı. Kangren hızla yayılmış ve askerler korkunç bir şekilde ölmüşlerdi. Diodorus’un verdiği ayrıntılar, tarihçilerin zehrin Russell engereğinden geldiğini tespit etmelerini sağladı. Bu zehir, tıpkı Diodorus’un anlattığı gibi uyuşukluk ve kusmaya, ardından da ölümden önce şiddetli ağrı ve kangrene neden oluyor.

Hem İskitlerin hem de Harmatelilerin ok zehirleri yapmak için engerek yılanlarının tüm vücutlarını kullanmaları ilginç. Modern bir herpetolojik keşif, bunun iyi bir nedeni olduğunu gösteriyor: yılanların midesi zararlı bakteriler içeriyor. Dahası, bilim insanları yakın zamanda engerek yılanlarının vücutlarında şaşırtıcı derecede büyük miktarlarda dışkı tuttuklarını öğrendi. Ölü bir engereğin dışkısı karışıma daha da fazla zararlı bakteri ekliyor olmalıydı.

MÖ 333 yılında Büyük İskender’in ordusu bir başka yıkıcı geleneksel olmayan silahla karşı karşıya kaldı. Lübnan’daki Tyre’yi savunan Fenikeliler, sığ bronz kaselerde kumu ustaca ısıttılar. Sonra da kızgın kumu İskender’in adamlarının üzerine yağdırdılar. Eski tarihçiler, sıcak tanelerin askerlerin zırhlarının altından süzülüp etlerini derinden yakarak acı verici ölümlere yol açtığı korkunç sahneyi anlatıyorlar. Yanan parçalar, 2000 yıl sonra icat edilen ve yakın zamanda aynı coğrafi bölgede kullanılan modern termit veya beyaz fosfor bombalarının yol açtığı ölümcül, derin yanıkların habercisiydi.

Zehirli Gaz

Ateş aynı zamanda düşmana karşı zehirli gaz kullanımının tarihteki en eski örneklerinden birine yol açtı. MÖ 429 yılında, Peloponnesos Savaşı sırasında Sparta kuvvetleri müstahkem Plataea şehrine saldırdı. Tarihçi Thucydides, Spartalıların şehir duvarının yanına nasıl büyük bir odun yığını yığdıklarını, ardından kütüklerin üzerine terebentinin kaynağı olan çam ağacı reçinesi zifti döktüklerini anlatıyor.

Cesur bir yenilik olarak Spartalılar daha sonra volkanik bölgelerdeki ve kaplıcalardaki keskin kokulu mineral yataklarında bulunan kükürt topaklarını eklediler. Thucydides, zift ve kükürt hızlandırıcılarının birleşiminin “daha önce hiç görülmemiş, insan eliyle üretilmiş herhangi bir yangından daha büyük bir alevlenme yarattığını” belirtiyor.

Gerçekten de mavi sülfür alevleri ve pis kokusu sansasyonel olmalıydı. Dumanlar ölümcüldü; yanan sülfür zehirli sülfür dioksit gazı yaratır ve büyük miktarlarda solunduğunda öldürücüdür. Plataealılar yanan surları terk ettiler ama sonra rüzgâr tersine döndü ve şiddetli bir fırtına yangını söndürdü. Plataea kurtuldu.

Ateş, Duman ve Zehir

Beş yıl sonra, MÖ 424’te Sparta’nın müttefikleri Boeotialılar, değişen rüzgârlardan kaçınmak için bir “alev silahı” icat ettiler. Thucydides bu aletin Atinalıların elinde bulunan Delium’daki ahşap tahkimatı nasıl yok ettiğini anlatıyor. Boeotialılar büyük bir tahta kütüğün içini oymuş ve demirle kaplamışlardı. Büyük bir kazanı, içi boş kirişin bir ucuna bağlı bir zincirle asmışlar ve kazanın içine doğru kıvrılan demir bir boru yerleştirmişlerdi.

Kazan, Plataea’da Spartalılar tarafından icat edilen aynı hızlandırıcılar olan yanan kömürler, çam reçinesi ve kükürt ile doldurulmuştu. Bir arabaya monte edilen aygıt, duvarların yanında tekerlekli olarak taşınıyordu. Boeotialılar kirişin ucuna çok büyük bir demirci körüğü bağladılar ve kimyasal ateşi ve zehirli gazları duvarlara yönlendirmek için tüpün içinden hava pompaladılar. Duvarlar, mevzilerinden kaçan savunmacılar ile kül oldu ve Delium ele geçirildi.

Zehirli dumanı kontrol etmek ve yönlendirmek zor olduğundan, tüneller gibi kapalı alanlarda kullanılması genellikle daha kolaydı. Batı Yunanistan’da, MS 189 yılında, Ambracia’nın uzun süren kuşatması sırasında, savunmacılar şehir surlarının altından tünel kazan Romalı lağımcıları püskürtmek için bir duman makinesi icat ettiler. Polyaenus, Ambracia sakinlerinin “tünele eşit büyüklükte bir çömlek hazırladıklarını, dibine delikler açtıklarını ve içine demir bir boru yerleştirdiklerini” söylüyor. Çömleği ince tavuk tüyü ve yanan odun kömürü katmanlarıyla doldurmuşlar ve delikli bir kapakla kapatmışlardı.

Daha sonra yanan tüylerden oluşan çömleğin delikli ucunu tünel kazıcılara doğrulttular ve diğer ucundaki demir boruya demirci körüğü taktılar. Delium’daki ilkel alev silahını akla getiren bu aletle, Ambracia sakinleri geçidi keskin duman bulutlarıyla doldurarak boğulmakta olan Romalıları yüzeye püskürttüler. Polyaenus’un kısa yorumu şöyleydi: “Yeraltındaki kuşatmayı terk ettiler.”

Peki ama Ambracia sakinleri neden tavuk tüyü yakıyordu? Tüylerin sülfürik bir amino asit olan sistein içeren keratinlerden oluştuğu anlaşıldı. Tüyleri yakmak, Plataea’da Spartalılar ve Delium’da Boeotialılar tarafından kullanılan gazın aynısı olan sülfür dioksiti açığa çıkarır. Elbette insanlar bu bilimsel açıklamadan haberdar değillerdi. Tek bildikleri, tavuk tüylerini yakmanın, özellikle de bir tünelde, çok zehirli bir etki yarattığıydı.

Doğanın Cephaneliği

Antik dünyada doğadan silah elde etmek, deneyim, gözlem, şeytani bir yaratıcılık ve elde ne varsa ondan silah yapmaya başvurma isteği gerektiriyordu. Öldürücü zehirlere, uçucu kimyasallara, rüzgarla taşınan dumana, sönmeyen alevlere, öldürücü patojenlere, zehirli yaratıklara ve öngörülemeyen hayvanlara dayanan silahları kullanmak sadece kurbanlar için değil, faillerin kendileri için de tehlike oluşturuyordu. Askeri eğitim ve cesaret, gizlice ya da uzaktan kullanılabilen bu tür silahlara karşı işe yaramazdı.

Kahramanlığa ve askeri yeterliliğe değer veren kültürlerde zehirli silahlar genellikle korkakça pusuya düşürmekle eşdeğer görülüyordu. Biyolojik ve kimyasal silahların adil olmadığına dair genel kanıya rağmen, belirli durumlarda bu silahlar rasyonalize edilebiliyordu. Gerekçeler bugün de tanıdık geliyor: Sayıca az olunduğunda ya da beceri, cesaret ya da teknoloji açısından üstün birliklerle karşılaşıldığında, biyolojik stratejiler gerçek bir avantaj sağlıyor.

Kuşatma altındaki çaresiz şehirler işgalcileri uzak tutmak için biyolojik seçeneklere başvurdu. Generaller uzun kuşatmalardan ve çıkmazlardan duydukları hayal kırıklığı nedeniyle ya da kayıplardan ve adil bir savaşın belirsizliklerinden kaçınmak için biyokimyasal saldırılar emretti. Kutsal görülen savaşlar askerlerin yanı sıra düşman sivillerin de acımasızca öldürülmesini teşvik etti. Ne zaman bir halk medeniyetsiz ya da insandan daha aşağı olarak tanımlansa, insanlık dışı silahlar kullanmaktan çekinilmiyordu.

Bu kadar çok yıkıcı doğal gücün sinsi silahlara dönüştürülmesinin tarihini düşünmek oldukça melankolik bir çaba. Antik efsaneler ve tarih, biyolojik ve kimyasal savaşın düşünülemeyeceği bir zaman olduğu fikrini çürütüyor. Ancak kanıtlar, bu tür silahlara başvurma konusunda şüphelerin, ilk okun zehre batırılır batırılmaz ortaya çıktığını da gösteriyor.

Kaynaklar

Tartışma