Çok kutuplu dünya düzenine geçisin sancıları ve olası senaryolar
💢 Küresel meydan okumalar artarken, bloklar arasındaki dengeler de yeniden şekilleniyor.
💢 Çok kutuplu dünya düzenine geçisin sancıları ve artan çatışmalar, üçüncü bir dünya savaşına mı evrilecek?
Soğuk Savaş'ın başlangıcındaki Sovyet-Çin ittifakı ile şu anda Çin-Rusya-İran ve Kuzey Kore arasındaki mevcut ittifakın pek çok ortak noktası bulunuyor.
Ancak net olan birşey varsa o da; ikisinin de öncelikli hedefinin ABD ve Batı merkezli dünya düzenine meydan okumak olduğudur.
Bu meydan okumanın, tarihteki sürecine baktığımızda, ABD'nin kabuğuna çekilmeyeceğini ya da daha doğru bir ifade ile çekilemeyeceğini görebiliriz.
2020'ler sadece 1930'lara değil, aynı zamanda 1940'ların sonları ve 1950'lerin başlarına dair de çok fazla ortak yanı içerisinde barındırıyor.
O yıllarda da ABD ile SSCB-Çin arasında neredeyse üçüncü bir dünya savaşı patlak vermesi mühtemeldi. Hatta bunun bir emaresi olarak Kore Savaşı da bu dönemde yaşandı,
ABD'nin o dönemdeki güçlü caydırıcılığı ve SSCB ile Çin arasındaki güvensizlik, üçüncü bir dünya savaşını önledi ve dünya düzeni, soğuk savaş altında Batı merkezli ve tek kutuplu olarak devam etti.
Görünüşe göre şimdi dünya yine çok benzer bir süreci yaşıyor. Ancak bu defa dengeler çok farklı ve çok daha kritik döneme şahitlik ediyoruz.
Çin lideri Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Putin, kendilerini dünya tarihinin kader adamları olarak görüyorlar. Kararlı ve stratejik eylemler yapabileceklerine inanıyorlar ve Xi jinping kendisini, Mao ve Stalin ile aynı kefeye koyarken Putin ise Büyük Petro'ya atıflarda bulunuyor.
ABD ise bu meydan okumanın fazlası ile farkında ve özellikle tüm zorluklarına rağmen dengelerin değişmemesi için Ukrayna'yı desteklemekten vazgeçmiyor.
ABD, müttefiklerini bir arada tutmaya çalışıyor ve dikkatini Çin ve Rusya'ya verebilmek için Ortadoğu gibi daha önce önemli gördüğü noktalardan çekilme adımları atıyor.
Diğer yandan, Ukrayna savaşı sırasında gerek ABD'nin gerekse Avrupalı müttefiklerinin savunma stoklarını Ukrayna'ya transfer etmesi ve savunma sanayi üretiminin de yavaş ilerlemesi nedeniyle, ABD ve müttefikleri şu anda birden fazla cephede oluşacak büyük ölçekli bir çatışmaları kazanacak endüstriyel güce sahip değil.
Çin de uzun yıllardır savaşa hazırlanıyor.
Özellikle son 10 yıldır Çin, ulusal savunma seferberliği planlarını hazırlamak ve geliştirmek için çok çalışıyor. Uluslararası raporlara göre Çin'in savunma sanayi üretim kapasitesi çok sayıda başlıkta ABD ve Avrupa'nın toplamından daha fazla potansiyele sahip durumda.
Son nokta Tayvan mı?
Çin ana hedefini; “Tayvan'ı anakaraya yeniden bağlamak” olarak açıkca ifade etse de, Tayvan'ı işgal etmek yerine, sürekli olarak tatbikatlar ve hem deniz hem de hava unsurları ile adayı abluka altına almayı tercih ediyor.
Çin, son Tayvan seçimlerinde başkanlığı bağımsızlık yanlısı Lai Ching-te kazanması ile abluka stratejisini bir sonraki aşamaya taşıdı.
Medyaya yansıyan bilgilere göre sadece son 3 ay içerisinde Çin, Tayvan adası etrafında 2 tanesi tam ölçekli olmak 7 tatbikat gerçekleştirdi.
Bunlar açıkça gerçek bir ablukanın ve işgalin provası olarak kabul edilebilir ancak diğer yandan da sadece bir prova olarak da değerlendirilmemelidir.
Zira; son dönemde bu türde tekrarlanan benzer ablukalar hem Tayvan'ı hem de ABD'yi gerçek kuşatma başladığında uyutabilir.
Bu arada Çin, savaş hazırlıkları olarak niyelendirilecek başka hamleler de yapıyor.
Çin; olası bir amfibi ve çıkarma harekatını gerçekleştirmek için büyük bir feribot donanması inşa ediyor. Bakır, demir, gıda ve enerji stokluyor. Altın satın alıyor ve ABD devlet tahvillerini kademeli bir şekilde azaltıyor.
ABD istihbaratı ise Çin'in şu anda bir Tayvan işgali senaryosu üzerinde Ruslarla yakın işbirliği içinde çalıştığına inanıyor.
ABD istihbaratına göre; Tayvan'a yönelik bir saldırı sırasında Çin-Rusya- Kuzey Kore hatta İran tam bir karşı blok haline gelebilir ve olası bir ABD hamlesine karşı ortak hareket edebilir.
Böyle bir durum şüphesiz ki artık blokları netleşen bir dünya savaşının başlangıcı anlamına gelecektir.
Nitekim Rusya da yaklaşık iki yıldır çıkmaza giren bir savaşta olmasına rağmen Çin'in hamlelerine benzer adımlar atıyor.
Rusya, resmi olarak 2024-2026 bütçesinin yüzde 7,5'ini savunmaya harcayacağını açıklarken, uluslararası bağımsız kurumlara göre ise bu rakam yüzde 30'u bulabilir.
İran ise bir yandan nükleer adımlarını devam ettirirken diğer yandan da başta insansız hava araçları olmak üzere savunma sanayi üretimini genişletiyor. Çin ile güvenlik anlaşması yapıyor ve Rusya ile ortak insansız hava aracı üretim tesisleri kuruyor.
Çin büyük miktarlarda Rus petrolü satın alarak Rus ekonomisini ayakta tuttu ve Rusya'ya, Batı'nın yaptırımlarına rağmen büyük miktarlarda çift kullanımlı teknoloji satarak Rus savunma sanayisinin ayakta durmasına destek verdi.
Hatta geçtiğimiz hafta yayınlanan bir İngiliz istihbarat güncellemesi, Çin'in Ukrayna savaşı için Rusya'ya gerçek silah sağlamaya başladığını iddia etti.
Son olarak ise denkleme artık resmi bir şekilde Kuzey Kore girdi.
Putin kısa süre önce Çin'de Xi Jinping ile görüşmeye gitti ve iki lider, kendi ifadeleri ile “sınır tanımayan ortaklıklarını” güçlendirme sözü verdi.
Putin bu hafta ise Kuzey Kore'yi ziyaret ederek, burada NATO'nun 5. maddesini andıran bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre, iki ülkenin birisine saldırılması durumunda diğer ülke bu saldırıyı kendisine yapılmış olarak kabul edecek.
Dünyayı neler bekliyor?
ABD ve tamamı olmasa da NATO'ya üye Avrupa devletleri bir blok oluştururken, Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore diğer bir bloğun netleşen üyeleri haline gelmiş durumda.
Burada ilk belirleyici nokta, diğer ülkelerde hangilerinin taraf olacağı hangilerinin ise tarafsızlık politikası yürüteceğidir.
İçinde bulunduğumuz dönem için bu analiz, ülkelerin BM'deki oylama kalıplarına dayanan ve Batı bloğunda ağırlıklı olarak ABD ve Avrupa, Doğu bloğunda ise Çin ve Rusya'yı içeren mücadeledeki güç ve etki alanı denklemi üzerinden okunabilir.
ABD'nin “koşulsuz” destek verdiği İsrail hakkında, BM'de yapılan oylamaların sonuçları ve İspanya gibi NATO üyesi olarak ABD'nin yakın müttefiki olan ülkelerin ABD'ye rağmen Filistin'i tanıması gibi gelişmeler 1950'lerdeki dengelerin değiştiğini ortaya koyuyor.
Örnek olarak; 1950'çerde Batı ve Doğu blokları birlikte küresel GSYH'nin yaklaşık yüzde 85'ini oluşturuyordu. Bugün ise iki blok, küresel GSYH'nin yaklaşık yüzde 60'ını ve dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyor.
Bu da, dünyada yükselen güçlerin iki bloğunda etki alanından da uzaklaşmaya başladığını yani diğer bir ifade ile; o dönemde taraf olmak zorunda kalan aktörlerin, artık daha bağımsız ve tarafsız hareket ederek, blokların adımlarını etkileyebileceğini gösteriyor.
Bu nedenle de şüphesiz olarak bu bloklar, gelişmekte olan aktörleri taraflarına çekmek için büyük bir rakabet içerisine girmiş durumda.
Bu aktörlerin arasında en kritik rol üstleneceklerden birisi ise yine şüphesiz Türkiye olacak.
Peki Türkiye ve diğer yükselen güçler, ortaya çıkan bu süreçte nasıl bir yol izleyecek/izlemeli?
( ikinci bölümde...)