Dünya tarihine geçmiş en etkili 10 anne

Anne olmak hangi dönem olursa olsun zor. Ancak bu anneler, çocuklarının yardımıyla ya da bazen onlara rağmen tarihte iz bırakmayı başardılar. Tarihte çığır açan bu on anne güç kullanıyor, uluslar inşa ediyor ve tarih boyunca statükoya meydan okuyordu.

1. resim

Bazen anne olmak, aile adına en iyisini yapmak için sert önlemler almayı gerektirir; bir ordu kurmak, zorbalıkla savaşmak ve hatta ihanet ve cinayet yardımıyla çocuğunun önünü açmak gibi. Hangi çağda olursa olsun annelik zor iş. İşte tarihteki 10 dişli anne:

10- Kural Bozan: Hatşepsut

Antik Mısır’daki yöneticiler, olağan düzende erkekti, ancak bir kadın tüm bunları değiştirdi. Firavun II. Thutmose MÖ 1479’da öldükten sonra, Kraliçe Hatşepsut’un iki yaşındaki üvey oğlunun varis ilan edilmesiyle birlikte kendisi de naip oldu. En azından plan buydu. Kesin zamanlamayla ilgili tartışmalar hararetli, ancak akademisyenler, Hatşepsut’un kademeli olarak bir kral gibi hüküm sürmeye başladığı ve naipliğinin ilk beş yılında kendini firavun olarak taçlandırdığı konusunda hemfikir.

21 yıl boyunca hüküm süren Hatşepsut, tanrılara adaklar adadı, ticaret müzakereleri yaptı ve devasa anıtlar inşa etti. Pozisyonunu sağlamlaştırmak için sanat eserlerinde kendini erkek olarak sunmaya başladı. Hatşepsut’un heykelleri ve kabartmaları, onu firavunlara özgü başlıklar, giysiler ve takma sakallarla tasvir ediyor. Halkla ilişkiler konusunda dikkatli bir yönetici olarak, tahta geçmesinin tanrı Amun’un isteği olduğunu defalarca ilan etti.

Hatşepsut, MÖ 1458 civarında öldüğünde artık yetişkin bir adam olan üvey oğlu III. Thutmose, sonunda tahtta hak iddia edebildi. Üvey annesinin izlerini silmeye çalışsa da Hatşepsut’un refah ve sevilen yönetimini tarihten silme girişimleri sonunda başarısız oldu.

9- Güçlü Oyuncu: Genç Agrippina

Aileden gelen bir acımasızlık vardı – en azından bu güçlü Romalılar için böyleydi. Genç Agrippina olarak bilinen Julia Agrippina 24 yaşına geldiğinde 11 yıllık evliydi ve tek çocuğu olan Nero’yu dünyaya getirmişti. MS 39’da kardeşi İmparator Caligula’ya karşı bir darbe düzenlerken yakalandıktan sonra sürgüne gönderilmişti. Akdeniz’de bir adaya sürgün edildiğinde kocası bir hastalıktan ölmüş, onu sürgüne gönderen erkek kardeşi ise kendi askerleri tarafından öldürülmüştü. Yeni imparator artık Agrippina’nın amcası Claudius’tu ve onu Roma’ya geri getirmişti. Daha sonra yeniden evlenen Genç Agrippina, şüpheli koşullar altında yeniden dul kaldı (bazıları ikinci eşini öldürdüğüne inanıyor) ve üçüncü bir eşle evlendi: amcası İmparator Claudius.

İmparatoriçe olarak Agrippina, kendisinden önceki tüm Romalı kadınlardan daha fazla güce sahipti. Pozisyonunu güçlendirmek için, Claudius’u biyolojik oğlu Britannicus’u mirastan mahrum bırakmaya ve kendi oğlu Nero’yu varisi olarak evlat edinmeye ikna etmeyi başardı.

Sonrasında, antik tarihçiler Agrippina’nın cinayete yöneldiğini belirtiyorlar: Tacitus, Dio Cassius ve Suetonius, Agrippina’nın Roma’yı naip olarak yönetebilmek için Nero’yu tahta çıkarmak adına Claudius’u mantarlarla zehirlediğini anlatıyor. Tarihçiler, Claudius’un gerçekten doğal sebeplerden ölmüş olup olmadığını hala tartışıyorlar. Yöntem ne olursa olsun, zamanlama oldukça tesadüfiydi ve akabinde Nero imparator ilan edilmişti.

Nero zamanla annesinin gözetimine sabrı olmayan, nam salmış kanlı bir tiran oldu. MS 59’da annesini, batmak üzere ayarlanmış bir teknede yelken açması için kandırsa da Agrippina hayatta kalmayı başardı. Bunun üzerine işi nihayete erdirmek isteyen genç imparator, ona suikast düzenlemesi için villasına üç denizci gönderdi. Romalı tarihçi Tacitus’a göre, Agrippina son anlarında karnını açarak katillere imparatorlarını doğuran “rahme vurmalarını” emretmişti.

8- Asi: Boudica

Bu öfkeli kraliçe, kendisinin ve kızlarının intikamını almak için cesur bir girişimle Roma İmparatorluğu’na meydan okudu. Söz konusu olaylar, Boudica’nın günümüz İngiltere’sindeki Iceni kabilesinin lideri olan eşi MS 60 civarında öldüğünde, bölgenin o zamanki yöneticilerinin beklediği gibi servetini Romalı yetkililere bırakmadığında başladı. Bunun yerine, mirasının yarısını eşine ve iki kızına, diğer yarısını da doğrudan Roma imparatoru Nero’ya bırakmıştı. Buna ceza olarak ise Romalı yetkililer, Boudica’yı halkın gözü önünde döverek kızlarına tecavüz etmeyi seçmişti.

Boudica’nın kabilesindeki tüm erkek ve kadınlar son derece öfkeliydi ve Boudica bu öfkeyi, Roma’yı Britanya’dan neredeyse kovacak bir isyana doğru yönlendirdi. Boudica’yı takip eden 120.000 kadar isyancı ve komşu kabileden oluşan büyük bir birlik, birkaç Roma yerleşimini yerle bir etti. Romalı tarihçi Tacitus’a göre, Boudica ve kızları, son savaşta yaklaşık 80.000 kabile isyancısına ilham vermek için bir savaş arabasıyla savaş alanını daire içine aldı – ancak tüm bu toplanmış güç, savaş için eğitilmiş 10.000 Romalı tarafından yok edildi.

7- Kelime Ustası: Christine de Pizan

1379’da dul kalan, üç çocuğu ve bakması gereken bir annesi olan 25 yaşındaki Christine de Pizan, hayatta kalmak için bir erkeğe ihtiyacı olmadığına karar verdi. Bunun yerine, o zamanlar kadınlar için nadir görülen bir iş bulmak için örgün eğitiminden yararlandı. İtalya’da doğup Fransa’da büyüyen Christine, 15 yaşında evlenmeden önce Yunanca, Latince, edebiyat, tıp ve felsefe okumuştu. Bir manastır yazıhanesinde hattatları, ciltçileri ve nakkaşları yöneten bir iş bulmak için hatırı sayılır bilgisinden yararlandı. Ekstra para kazanmak için ise şiirlerini Avrupa’daki etkili kişilere göndermeye başladı ve sonunda birkaç destekçi kazandı.

Kısa süre sonra, gözetmenlik görevinden ayrılıp kendi kalemiyle yaşamaya yetecek kadar para kazanmaya başladı – ve bu, yankı yaratan bir kalemdi. Christine fikirlerini açıkça yazmaktan çekinmiyordu. Kadınların eğitim hakkını savunan Christine, küçük kızların da erkekler gibi okula gönderilmesi adet olsaydı, onların da bütün sanat ve ilimlerin inceliklerini tam olarak öğreneceklerini söylüyordu. Yüz Yıl Savaşlarının gölgesinde yaşarken, politikacılar için anlamlı tavsiyeler de yazdı. Christine’in 1430’daki ölümünden önceki son şiiri Jeanne d’Arc’ı övüyordu ve Jeanne kazıkta yakılıp öldürülmeden önce onun hakkında popüler bir eser yaratan tek yazar Christine’di.

6- Usta Planlayıcı: Benin’in İlk Kraliçe Annesi Idia

Benin’in sömürge öncesi krallığından aktarılan sözlü gelenek, İdia’nın “savaşa giden tek kadın” olduğunu iddia ediyor – bu, oğlu Esigie ile üvey erkek kardeşi arasında farklı bir kadın sebebiyle bir iç savaş çıktığında kazandığı bir unvan. Günümüzün güney Nijerya’sında yer alan bir krallık olan Benin’in bir sonraki hükümdarının kim olacağı konusunda mücadele eden Esigie, 1504’te galip geldi ve bu zaferi için annesinin danışmanlığına ve “mistik güçlerine” güvendi.

Esigie, ona teşekkür etmek için Idia’yı ilk “Ana Kraliçe” (kıdemli bir şefin kabaca eşdeğeri, geleneksel olarak erkeklere ayrılmış bir rol) olarak adlandırdı. Ana Kraliçe olarak İdia bir sarayı, köyleri, şefleri ve hizmetkarları denetliyordu. Kendisinden önceki Benin kadınlarının aksine, bir tahtta oturuyor, bir kılıç taşıyor ve bazı kırmızı süslü giysiler ve boncuklar takıyordu. İdia’nın Ana Kraliçe olarak başarılı yönetimi, kendisinden sonra bu rolü üstlenecek nesiller boyu kadınlara bir rol model oluşturacaktı. Mercan boncuklarla kaplı kavisli bir koni formundaki İdia’nın saç modeli bile, Benin’in gelecekteki krallarının anneleriyle ilişkilendirilecekti.

5- Maceracı: Sacagawea

Ünlü Amerika Yerlisi Şoşoni rehberi, ilk çocuğu Jean-Baptiste Charbonneau’yu, 1805’te Meriwether Lewis ve William Clark ile Kuzey Amerika’daki keşif gezilerine çıkmadan yaklaşık iki ay önce doğurmuştu. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca Sacagawea, küçük oğluyla beraber Kuzey Dakota’dan Pasifik kıyılarına kadar gidip geri dönmüştü. Lewis ve Clark onlara sahip oldukları için şanslıydılar.

Sacagawea’nın Fransız-Kanadalı bir kürk tüccarı olan eşi, Lewis ve Clark’ı keşif gezisinin yerli kabilelerle takas yapmasına yardımcı olmak için kendilerini tercüman olarak tutmaya ikna etti. Ekip altı ay sonra bir grup Şoşoni ile karşılaştığında Sacagawea, liderleri Şef Cameahwait’in beş yıldır görmediği erkek kardeşi olduğunu anladı. Böylelikle ihtiyaç duydukları malları satın alabildiler. Ekip geziye devam ettikçe, Sacagawea’yı gören diğer kabileler ekibe karşı daha dostça davrandılar ve genellikle yanlarında bir anne ve çocuk varsa ekibin bir savaş grubu olmadığını düşündüler.

4- Özgürlük Savaşçısı: Sojourner Truth

Isabella Baumfree adıyla 1797 civarında New York’un taşrasında doğan Sojourner Truth, devlet kölelik yasalarını değiştirdiğinde iki yaşındaydı: Sojourner gibi 1799’dan önce doğan köleleştirilmiş insanlar 1827’de özgür olacak ve 1799’dan sonra köle olarak doğan çocuklar yirmili yaşlarında (kızlar için 25, erkekler için 28) serbest bırakılacaktı.

1826’da Sojourner, bebeği Sophia ile kaçarak özgürlüğüne kavuştu, ancak üç büyük çocuğunu geride bırakmak zorunda kaldı: Diana, Peter ve Elizabeth. Özgürlüğü için 20 dolar ödeyen kölelik karşıtlarının yanına sığındı, ancak kaçtıktan kısa bir süre sonra beş yaşındaki oğlu Peter’ın Alabama’daki köle sahiplerine yasadışı bir şekilde satıldığını öğrendi. New York’ta köleleştirilmiş insanları eyalet sınırlarının ötesine satmak yasa dışıydı ve oğlunun haklarını savunmaya kararlı bir şekilde, sorumlulara dava açtı ve kazandı. Oğlu serbest bırakıldı ve Sojourner, beyaz bir adama karşı açılan davayı kazanan ilk siyah kadınlardan biri oldu. Bu, Sojourner’ın köleliğin kaldırılması ve kadın hakları için önde gelen bir konuşmacı ve savunucu olma yolculuğunda ilk adımdı.

3- Savunucu: Lakshmi Bai

1853 yılında, kuzey sömürge Hindistan’da bir prens devleti olan Jhansi’nin çocuğu olmayan Mihracesi ölmek üzereydi, ve o ve kraliçesi Lakshmi Bai, ölümünden kısa bir süre önce bir erkek çocuk evlat edindi. Jhansi kraliyet ailesi ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketi samimi bir ilişki sürdürmüştü, ancak şirket evlatlık oğlunun meşru bir varis olduğunu reddederek bölgeyi ele geçirdi. Lakshmi, oğlunun toprakları üzerindeki hakkı için savaşmaya karar verdi: Doğu Hindistan Şirketi Yönetim Mahkemesi huzurunda davasını savunması için Londra’ya temsilciler göndermesini tavsiye eden bir İngiliz avukat tuttu. Şirket kraliçenin tarafında yer almadı ve Lakshmi, 1854’te kraliyet kalesini terk etmek ve kendi sarayında ikamet etmek zorunda kaldı. Üç yıl sonra, bölgede İngiliz yönetimine karşı bir dizi yerli isyan patlak verdi. Civardaki şiddet olayları arttığında, 60 İngiliz erkek, kadın ve çocuk kaleye sığındı. Kuşatmaya daha uzun süre dayanamayan İngilizler teslim oldular. Güvenli bir şekilde ayrılabileceklerine dair söz verilse de kaleyi terk ettiklerinde öldürüldüler.

Lakshmi’nin olaya karıştığına dair söylentiler ve güvenilmez tanıklıklar dışında hiçbir kanıt olmamasına rağmen, İngiliz kuvvetleri katliamdan onu sorumlu tuttu. 1858’in başlarında İngilizler intikam almak için Jhansi’ye hareket etti. Lakshmi Bai, 14.000 kişilik bir orduyla karşılık verse de yenildiler. Oğluyla birlikte kaçarak başka bir asi liderle güçlerini birleştirdi, ancak Haziran 1858’de savaşta öldürüldü. Şarkılar ve şiirler onun anısını günümüze dek yaşattı ve 2019’da Hindistan’ın ilk bağımsızlık savaşındaki cesareti, popüler film Manikarnika’ya konu oldu.

2- Onurlandırılan: Ann Reeves Jarvis

Ann Reeves Jarvis o kadar sevilen bir anneydi ki, kızı hayatının geri kalanını onu ve diğer tüm anneleri onurlandırmak için bir gün yaratmaya adadı. Jarvis bir barış savunucusuydu ve İç Savaş’tan sonra Konfederasyon ve Birlik gazileri arasındaki gerilimi azaltmak için çalışmıştı. 1905’te öldüğünde ise kızı Anna Jarvis yıkılmıştı. Annesiyle ilgili anılar, ona anneler için özel bir gün yaratmak üzere bir kampanya başlatma konusunda ilham verdi. Anna, bu özel günü, çocukların onlar için herkesten daha çok şey yapan kadınları onurlandıracağı ve onlara teşekkür edeceği bir gün olarak hayal etti. 1908’de Batı Virginia ve Philadelphia’da ilk Anneler Günü etkinliklerini başarıyla düzenledi.

Kutlamalar başlangıçta bir miktar muhalefetle karşılaşsa da, Anneler Günü hızla popülerlik kazandı ve 1914’te ABD ulusal bayramı oldu. 1920’de Anna, ticarileşmenin bu özel günün orijinal niyetini bozduğunu hissederek Anneler Günü hakkında fikrini değiştirdi. Ona göre, Anneler Günü’nden kazanç sağlayan endüstriler, “açgözlülükleriyle en iyi, en asil ve en gerçek hareket ve kutlamalardan birini baltalayacak olan şarlatanlar, haydutlar, korsanlar, haraççılar ve haşereler” idi.

1- Müzisyen: Maria von Trapp

Maria Augusta Kutschera asla anne olmayı düşünmemişti. 1926’da donanma kaptanı dul Georg von Trapp bir öğretmen aramaya geldiğinde, bu genç Avusturyalı kadın, Salzburg kentindeki Benedictine Nonnberg Manastırı’nda rahibe olmak için eğitim görüyordu. Rahibeler, eğitim derecesi olduğu için Maria’yı kaptanın ailesiyle 10 aylık bir süre için görevlendirdi. Çocuklardan birinin eğitimi için oradaydı ama Maria kısa sürede yedisine de bağlandı.

Bu süreçte, kaptan da ona aşık oluyordu. Evlenmeyi teklif ettiğinde, çocuklarına ikinci anne olup olmayacağını sordu. Maria daha sonra, “tanrı ona bu şekilde söyletmiş olmalı, çünkü bana direkt evlenmeyi teklif etseydi, evet diyemezdim” diye belirtecekti. İkili 1927’de evlendi, iki çocukları daha oldu ve Büyük Buhran’dan sonra aile Avrupa’da profesyonel olarak şarkı söylemeye başladı. Avusturya 1938’de Nazi kontrolüne girdiğinde, aile önce trenle İtalya’ya ve sonunda Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçtı. Maria’nın von Trapp’tan bir çocuğu daha oldu ve ardından 1949’da, 1959 müzikali The Sound of Music’in (Neşeli Günler) temelini oluşturan “Trapp Ailesi Şarkıcılarının Hikayesi” adlı bir anı kitabı yazdı.

Kaynaklar

Tartışma