Hak ve salahiyet üzerine

Memlekette muhafazakar olmanın ağır bedellerinden biri de görmemiş, sonradan görme, kompleksli zevatın egolarını tatmin ederek eyvallah çekmektir

1. resim

Şimdi lütfen devrik cümleleri bir kenara bırakın ve gerçek dünyaya gerçek cümlelerle ufak ufak adım atın. Gazze’yi, Suriye’yi, hayalimizi, düşüncemizi, vatanı, milleti, Sakarya’yı şimdiye kadar devrik cümlelerle, duygusal tonlarla konuşageldik. İsyanımızı, öfkemizi kuyulara bağıracağımıza birbirimize haykırırdık. Ne yapalım? Yapımız bu.

İster sağcı olun ister solcu neticede hayatınızın bir kertesinde bir şairin peşine takılıp duruyorsunuz bu memlekette. Manzum düşünen adamlarız her birimiz. Haydi bir beş dakikacık ara verelim bu nazma olan temayülümüze ve şu günlerde yaldır yaldır parlamasıyla gözümüzü kamaştıran gerçekten bahsedelim.

Yıldırım Bayezid Han’la ilgili anlatılan bir hikayedir. Elçinin biri gelmiş huzuruna ve “hangi hakla, hangi selahiyetle?” diye sormuş. Sağ eline kutsal kitabımızı almış, sol eliyle de kılıcı kavramış Yıldırım ve “işte hak, işte selâhiyet” demiş. Kıssadan hissedir; aklı olan vesikalarda var mı yok mu diye araştırmaz.

Zayıf düşen aslana saldıran çakalların videosunu görmüşsünüzdür internette. Onu görmediyseniz illaki bir büyüğünüzden “kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” sözünü işitmişsinizdir. Kavanoz dipli dünyada yeterince güçlü değilseniz, adalet dahi sizin yanınızda yer almıyor, o gözü bağlı teraziyi tutan kız hep başkasının küfesini dolduruyor. Ne yapalım? Devran bu. Sultan Süleyman göçtü göçeli halimiz budur. Anca bekler dururuz bir Ömer gelse de adalet mülkün temeli olsa diye. Velakin gücünüzü ortaya koyar, hadisatı lehinize çevirmeyi başarabilirsiniz eğer yağmurlu havada kösele tabanlı kunduranız bile ıslanmıyor. Tecrübeyle sabittir.

Sizlerin de dikkatini çekmiştir; Suriye’de denklemin bizim lehimize değişmesi akabinde dünyanın pek çok yerinde lügat değişir oldu. Turkey demekte ısrar edenler Türkiye demeye başlar oldu, Türk milletinin aslında ne kadar köklü bir millet olduğuna ve kadim kültürünün inceliklerine dair edilen sözler hoşafımızın yağını kesti. Düne kadar Türkiye ile konuşmanın çok zor olduğunu düşünenler sıraya girdi; Cumhurbaşkanından, Dışişleri Bakanı’ndan, İçişleri Bakanı’ndan, en olmadı Yalova Kaymakamı’ndan randevu kopartmanın peşine düştü. Donald Trump henüz göreve başlamadan Erdoğan’la ilgili sitayişkâr sözler etti. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler’in bilmem ne kuruluşları sürece dahil olabilme hevesiyle alakalarını beyan etti…

İçeride Ekrem İmamoğlu, tam olarak ne istediğini izah etmeyi başaramasa da Suriye meselesine mutlaka müdahil olmak yönündeki arzusunu izhar etti. Elbette eksik kalmayacak, Kanbersiz düğün olur mu?

Cümle içinde peş peşe sıraladığı beş kelimeden ikisi “ben” olan Ahmet Davutoğlu da, aslında gönlünde her zaman Ak Parti’nin yattığını beyan etti. Hani Hababam Sınıfı’nda “ben şehvet kurbanıyım “diyen Kemal Sunal’ın bir filmi vardı ya, Amerika’daki amcasından eşek miras kalınca birdenbire düşmanları kendisine “yavrum evladım”der hale geliyordu. Öyle sahneler izler olduk birdenbire. Yahu Davutoğlu diyoruz, Davutoğlu.

Başarıdan pay istedi, Ak Parti’den nigah bekledi, vekilleri CHP kontenjanından milletvekili olan Gelecek Partisi'nin genel başkanı. Oysa daha düne kadar altılı masada 1,5 saat hiç durmayıp konuştuğunu ve ne dediğini anlayamayan diğer beş partili liderine Molla Sadra’dan hikmetler, Feteva-i Hindiyye’den vecizeler anlatıp duruyordu. Masada alıp dinleyici sayısı sıfıra müncer olunca yeni dinleyici kitlesi arama hesabına girdi muhtemelen. Rica ederim Davutoğlu’nu yeniden muhatabımız kılmasın herhangi bir akıl. Bu tarafta yeterince ben diyen var.

Maalesef memlekette muhafazakar olmanın ağır bedellerinden biri de, görmemiş, sonradan görme, kompleksli zevatın egolarını tatmin edecek eyvallah çekmektir. İstiab haddi diye bir şey var. Davutoğlu buraya fazla gelir, bu filikayı batırır.

Her neyse bunlar ufak hesap, mikroskobumuzun lamı tozlandığı için sağlıklı analiz yapamıyoruz. Fakat bir hakikat karşımızda Hasan Dağı gibi duruyor: Sen işine bak, güçlü olmaya gayret et; hak da hukuk da doğru da yanlış da senin iki dudağının arasında tanzim ediliyor.

Kabul etseniz de etmeseniz de Erdoğan bu mücadeleyi kazandı. Özgür Özel bir türlü kabul edemese de Erdoğan kazandı. Sahi kabul etmiyor da ne oluyor? Bir süredir kendi çevresinde dahi Türkiye siyasetinin kuru fasülyesi muamelesi görüyor Özel. Hakikatle arasında kapanmaz bir mesafe olduğu artık herkesin malumu. Ne buyurmuştu Ziya Paşamız? En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın? Patavatsız şehzade meseline konu olur hale geldi şehzadeler şehri Manisa milletvekili Özel.

Bakınız Özgür Özel’in içine düştüğü durum aslında tam olarak yukarıda anlattığımız cümledendir. Çok değil sekiz-dokuz ay evvel muzaffer kumandan edasıyla ortalarda gezerken daha bir ciddiye alınıyordu. Ne oldu da mektep sabilerinin istihza malzemesi haline geldi? Nasıl oldu da Kemal Kılıçdaroğlu’nun on yılda kıramadığı sayıda potu birkaç ayda kırar oldu? Cevabı açıktır: güçten düştü, takatten kesildi. Güçlü görünüyorken de bol bol pot kırıyordu esasen, arifane sözler etmiyordu. Fakat bir kez kazanmıştı ve güçlüydü; seleflerinin seçmene gördüremediği rüyaları istikbal senaryosu olarak anlatıyordu ya, saçma şeyler söylese dahi millet ardında bir hikmet arıyordu. Vardı bir bildiği…

Dünyanın hali böyledir. Bir kez sendelemeye, güçsüz düşmeye görün. Evinizin yolunu tarif etseniz ispat isterler sizden.

Herneyse, bir bahis çok misal… Güçlü olmak, güçlü durmak, güçlü görünmek mecburiyetindesiniz. Az yahut fazla, orasını bilmem ben. Fakat bir hakikat var ki hepimizi müsterih kılıyor. Türkiye doğru yolda ilerliyor; güçleniyor, gücünü sahaya koyuyor. Bu güç biraz daha hissedililsin bakın, Avrupa kupalarında hakem hataları artık bizim lehimize yapılır hale gelecek.

Doğrusu sıkılmıştık 80’lerden-90’lardan. Umarız çoluğumuz çocuğumuz böyle bir hissiyat ile yaşar. Haksızlığa uğrayıp da hak arar gibi yapmakta, namerde pâyimâl olmakta bir keramet yoktur erenler.

Vesselam

Tartışma