İklim değişikliğiyle mücadele yeni emperyalizm için araçsallaştırılıyor mu?
💢 Dünya, iklim mültecilerine tanıklık etmeye hazır mı?
💢 Batı, iklim kriziyle mücadeleyi emperyal hedeflerini gizlemek için mi kullanıyor?
İklim değişikliğinin başlangıcını 18. yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi’ne kadar gerilere götürmek mümkün olsa da meselenin bir güvenlik problemine dönüşmesi, küresel ısınmanın etkilerinin hissedilmesine paralel olarak 20. yüzyılın sonlarını bulmuştur. 21. yüzyılda ise iklim değişikliği, küresel güvenlik ortamını tehdit eden ciddi bir sorun olarak kabul ediliyor.
Elbette bu meselenin çözülebilmesi için çaba harcanıyor. Özellikle de 1994’te imzalanan Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişiklği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin katılımıyla düzenlenen COP Zirveleri, devletlerin iklim değişikliğiyle mücadele noktasında müşterek bir tavır geliştirebilmesi açısından 140 ülkenin temsil edildiği mühim bir platform.
Öte yandan belirtmek gerekir ki; COP zirvelerinde belirlenen 2050 yılına kadar sıfır karbon salınımına ulaşılması hedefi realiteden son derece uzak bir hayal. Zira bu konuda belirlenen yol haritasına bakıldığında, 2030 hedeflerine bile ulaşılamayacağı görülüyor. Dolayısıyla yol haritası, zaten başlangıçta istenilen neticeleri vermiyor.
Mevcut durumda dünya genelinde 500 milyon insan çölleşmenin etkisi altında. Bu rakamın 2050’ye kadar 1 milyara ulaşılacağı öngörülmekte. Bu da ilerleyen dönemde literatürde en sık konuşulan meselelerden birinin iklim mültecileri mevzusu olacağının habercisi. İnsanlar, bulundukları coğrafyalardan iklim değişikliği nedeniyle göç etmek durumunda kalacak.
Böylesi bir ortamda devletler, iklim değişikliğiyle mücadele meselesini ön plana çıkarmakta. Bu çerçevede BM merkezli birtakım protokollerin imzalandığı da biliniyor. Bunların en dikkat çekici olanları ise 1997 Kyoto Protokolü, 2012 Doha Değişikliği ve 2015 Paris İklim Anlaşması. Benzer çabaların ilerleyen dönemlerde de farklı anlaşmalar vesilesiyle gündeme geleceği öngörülebilir.
Mevcut durumda iklim değişikliğiyle mücadele çağrılarının merkezinde Batılı aktörler yer alıyor. Örneğin ABD Başkanı Joe Biden, 15 Haziran’da yaptığı konuşmada iklim değişikliğinin varoluşsal bir tehdit olduğunu dile getirirken; 20 Temmuz’da da bu konuda acil durum ilan ettiğini açıkladı. Resmiyette konuya verilen önemin fiili uygulamalara yansıdığını söylemek ise pek mümkün değil. Bu kapsamda yürütülen süreçler bulunsa da atılan adımların amacı biraz daha farklı gibi. Lakin 2030’a kadar kömür enerjisinin kullanımının sonlandırılması arzulanıyor. Lakin bu gerçekçi bir hedef gibi görünmüyor.
İklim değişikliğiyle mücadelenin finansmanı mevzusu da son derece sorunlu. Çünkü finansman noktasında Batılı devletlerin yeteri kadar inisiyatif almadığı görülmekte. İklim değişikliğine sebebiyet veren sorunlara hiçbir katkısı bulunmayan Afrikalı devletlerden birtakım reformlar yapmaları ve GSYİH’lerinin %4’ünü bu konuya ayırmaları gibi isteklerle karşılaşması ise hiç adil değil. Üstelik dayatılan talepler, bir dış müdahale izlenimi de oluşturuyor.
Tam olarak bu konunun açılmasında yarar var. Zira atılan adımların arka planını gün yüzüne çıkaran nokta da bu. Batılı devletlerin iklim değişikliğiyle mücadele bağlamında önerdikleri politika, yeşil enerjiye geçişin hızlandırılması. Yeşil enerjiye geçiş önemli bir teknolojik gelişmişliği gerektiriyor. Bu da yeşil enerji üzerinden “yeni emperyalizm” tartışmalarının yapılmasına sebebiyet veriyor. Nasıl mı?
Yeşil enerjiye geçiş konusunda sesi en yüksek tonda çıkan aktörler, ABD başta olmak üzere teknolojik kapasiteleri belirli bir seviyede olan devletler. Bu anlamda sürecin uluslararası sistemin başat aktörleri olan az sayıdaki devleti yeni bir aşamaya taşırken; gelişmekte olan teknolojik açıdan daha geri kalmış ülkelerin geri kalmışlık durumunu sürdürmelerine yol açması muhtemel. Üstelik dünyaya en büyük zararı endüstrileşmiş Batılı toplumlar vermişken.
Diğer taraftan ABD’nin iklim değişikliği nedeniyle suçladığı aktörlerin başında Çin’in gelmesi de dikkat çekici. Nitekim Pekin yönetimini “çevre sömürücüsü” olarak nitelendiren bir rapor yayınlayan ABD’nin günümüze kadar atmosfere saldığı karbondioksit oranı, Çin’den üç kat fazla. Yine aynı ABD, 2010-2020 yılları arasında en fazla orman kaybına uğrayan ülke.
Bu gerçekliğe rağmen Washington yönetiminin Pekin’i hedefe koymasını, iki ülkenin küresel güç mücadelesindeki rekabetindeki mücadelesinden bağımsız okumak ise eksik bir değerlendirme olur.
Anlaşılacağı üzere, yeşil enerjiye geçiş konusunda ortaya atılan öneriler, geri kalmış ülkelerin bu vasıflarını sürdürme talebini barındırdığı gibi, uzun yıllar boyunca dünyaya zarar veren devletlerin, bir diğer ifadeyle asıl faillerin cezalandırılmasını da içermiyor.
Bunun yanı sıra Çin örneğinde görüldüğü gibi iklim değişikliği meselesi, Beyaz Saray tarafından Amerikan hegemonyasının sürdürülmesi konusunda Çin’e karşı araçsallaştırılabiliyor.
Sonuç olarak dünyanın ciddi bir iklim kriziyle karşı karşıya olduğu açık. Bu krizin etkileri her geçen gün daha da derinleşiyor ve bir çözüm bulunması gerekiyor. Lakin gelişmeler, iklim krizinin dünyadaki statükoyu korumak isteyen emperyalist devletler tarafından yeni emperyalizme geçiş için araçsallaştırıldığına işaret ediyor. Yaşanan sorunun asıl suçluları, işin maliyetini de hasarın oluşmasında kayda değer bir hatası bulunmayan devletlerle paylaşmanın yollarını arıyor.