İklim krizi ile mücadele emperyalizmin bir dayatması mı?
2023 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP28), 30 Kasım - 1 Aralık tarihlerinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai şehrinde düzenleniyor.
2023 Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı (COP28), 30 Kasım - 1 Aralık tarihlerinde Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Dubai şehrinde düzenleniyor. Gündem, elbette uzun yıllardır dile getirilen iklim felaketinin önlenmesi ve sıfır karbon hedefine yönelik tedbirlerin hayata geçirilmesi.
Zirvede geçmişte alınan kararların uygulamadaki durumunun da gözden geçirileceği biliniyor. Ancak bugünü analiz etmeden önce iklim değişikliğine yol açan sorunların arka planına gelin birlikte bakalım.
1712’de Watt’ın buharlı makinesi tanıtıldığında, dünya tarihini etkileyecek bir makinenin keşfedildiği belki de bilinmiyordu. Üstelik tarih, yalnızca teknoloji anlamında değil, siyasi boyutuyla özellikle de sömürgecilik noktasında yeni bir eşiğe kapı aralayan icada tanıklık etmişti.
Buharlı makinenin icadı, Sanayi Devrimi’ne kapı aralarken, Sanayi Devrimi de devletleri ham madde ihtiyacını karşılamaya yönlendirmişti. Bu, gelişmiş kapitalist devletlerin gelişmekte olan ülkeleri ve geri kalmış ulusları sömürmesini beraberinde getirmişti.
Sömürgecilik çağı, köle ticaretinden çalınan madenlere, küçük çocuklar ve kadınların yeraltı madenlerinde günde 17 – 18 saat çalıştırılmasından soykırımlara kadar birçok vahşete tanıklık etti. Hatta Avrupa’da Afrika’dan getirilen kölelerin sergilendiği “İnsanat bahçeleri”nin kurulduğu gerçeğini hatırlamak için çok da gerilere gitmeye gerek yok.
Kuşkusuz tüm bu süreç, Sanayi Devrimi’ni erken gerçekleştiren ve daha sonra da bu adımı ağır sanayi hamlesi ile taçlandırmayı başaran ülkelere büyük kazanımlar sundu. İnsanlığa ise sömürge paylaşımında yaşanan rekabet nedeniyle iki farklı dünya savaşının acı hatıralarını miras bıraktı.
Küreselleşme çağı ise Sanayi Devrimini tamamlamış devletleri inovasyon ile buluşturdu. İnovasyon da teknoloji çağını beraberinde getirdi. Gelinen nokta itibarıyla sömürgeci tarihleri ile büyük güç statüsüne ulaşan devletler, yeni bir çağa ve yeni bir sisteme yöneliyor. Bunu yaparken de iklim değişikliği ile mücadele yeni emperyalizmin silahına dönüşüyor. Nasıl mı?
İklim değişikliği ile mücadele çerçevesinde ortaya konulan hedefler, aslında sanayileşme süreci devam eden ülkelerin bu konudaki atılımlarını sınırlandıracak nitelikte. Zira ortaya konulan temel hedef, 2050 yılına kadar sıfır karbon hedefinin tutturulması. 2030’a kadar da kömür kullanımının sonlandırılması. Teknolojik kapasitesi ile sanayisini bu duruma uyum sağlamaya hazır Batılı devletlerin bulunduğu aşikar. Bu ülkeler, yeşil enerjiye geçiş konusunda beklentileri karşılayabilir. Peki, bu kapasitede olmayan ülkelerin durumu ne olacak?
Sistem, devletleri dönüşüme zorlarken, teknoloji devrimini aşmış ülkelere yeni bir eşiği aşmalarını sağlama fırsatı sunan ama henüz o seviyede olmayan devletlere de geride kalmışlık durumunu dayatan bir yaklaşım sunmuyor mu? Buna yeni ya da yeşil emperyalizm demek yanlış mı?
Daha da önemlisi, iklim değişikliği ile mücadele söylemi üzerinden ülkelerden talep edilenler adil mi? Örneğin sanayileşme sürecini kenarından köşesinden yakalayamamış Afrikalı devletlerin reform yapmasını talep etmek hakkaniyetli mi? Yani çevrenin kirlenmesine ve iklimin değişmesine sebebiyet veren suçlara ortak olmayan Afrikalı ülkeler neden Batılı devletlerin doğaya ihanet etmesinin faturasını paylaşmak zorunda kalıyor? Zaten açlıkla mücadele eden bu devletlerin gayrısafi yurtiçi hasılalarının %4’ünü iklim değişikliği ile mücadeleye ayırmalarını istemek normal mi? Dünyayı iklim krizine sürükleyenlerin bu işin maliyetini de üstlenmesi gerekmez mi?
Elbette küresel düzeyde bir iklim krizinin yaşandığını reddetmek mümkün değil. Bu yazının amacı, iklim krizi yoktur gibi komplolar üzerinden birtakım tezlerin savunulması da değil. Zaten dünyanın sadece kuraklık ve buna bağlı olarak gelişecek açlık sorunu sebebiyle iklim mültecileri ile karşılaşacağı günler hiç de uzak değil.
Halihazırda 500 milyon insan kuraklığın tesiri altında yaşıyor ve bu rakamın mevcut gidişat devam ederse, 2050’ye kadar 1 milyarı bulacağı tahmin ediliyor. Dolayısıyla yazının amacı, iklim krizi yoktur demek değil, iklim krizi ile mücadele adı altında yeni emperyalizmin meşrulaştırılmasını tartışmaya açmak.
İklim değişikliği ile mücadele edilmesi şart ama yöntem, Batılı devletlerin zenginliklerini borçlu oldukları sömürgeciliğin mağdurlarının bu krizin faturasına ortak edilmesi üzerinden şekillenmemeli.
Diğer taraftan iklim krizi ile mücadele söylemi üzerinden ABD’nin uluslararası kamuoyunu yanında konumlandırma çabasının nihayetinde varabileceği iki riskli nokta daha var. Bunlardan ilki, Amerikan hegemonyasının pekiştirilmesi. Zira ABD Başkanı Joe Biden, iklim konusu ne zaman açılsa, doğrudan Çin ve Rusya’yı hedef alıyor. Biden’ın düzenlediği zirvelerde yaptığı “demokratik ülkeler” tasnifi ile “iklim karşıtları” sınıflandırmasının benzer içerikleri barındırması da tesadüf olmasa gerek.
İkinci olarak iklim değişikliği ile mücadelenin emperyalist devletlerin uluslararası sistemdeki konumunu pekiştirecek biçimde yürütülmesinin bir süre sonra demokrasi ve insan hakları gerekçesi ile yapılan uluslararası müdahalelere benzer bir işgal, müdahale ve yaptırım gerekçesine dönüştürülmesi bile olası.
Nitekim Batılı liderlerin mevcut söylemleri, iklim krizini derinleştirdiği iddiası ile çeşitli ülkelerin iç meselelerine ve egemenlik haklarına baskı yapılabileceğine işaret ediyor. Yani iklim krizinin asıl failleri, bugün faturayı ödetmek istedikleri ülkeleri yarınlarda cezalandırmaya bile yönelebilir. Bu, şimdilik bir iddia olsa da üzerinde düşünmekte yarar var.
Sonuç olarak dünyanın büyük bir iklim krizi ile karşı karşıya olduğu çok açık. Lakin ABD’nin öncülüğünde iklim değişikliği ile mücadele söylemi üzerine belirlenen hedefler, başarıyla uygulanabilecek gibi gözükmüyor. Üstelik iklim krizine yol açan ülkeler, maliyeti üstlenmek yerine paylaşmak ve bunu yaparken de yeşil ekonomiye geçişi sağlayamayacak devletler ile aralarındaki farkı korumak istiyor. Yeşil enerji söylemi ile yürütülen bu sürece “yeşil emperyalizme” geçiş de denilebilir.