Türkiye’ye “Türkiye” adını verdiren bu 13 Selçuklu hükümdarı defnedilmeyi, DNA analizleri ile birebir yapılan modelleri de sergilenmeyi bekliyor
Anadolu’da 1077 ile 1308 arasında hüküm süren Türkiye Selçuklu Devleti’nin hükümdarlarının Konya’nın Alâeddin Tepesi’ndeki mezarlarından bundan 70 küsur sene önce çıkartılan kemikleri DNA analizi yapılarak birleştirildi
Konya’da tam altı buçuk seneden buyana sessiz-sadasız ama çok önemli bir çalışma yapılıyordu:
Anadolu’da 1077 ile 1308 arasında hüküm süren Türkiye Selçuklu Devleti’nin hükümdarlarının Konya’nın Alâeddin Tepesi’ndeki mezarlarından bundan 70 küsur sene önce çıkartılan, yıllar boyunca oradan oraya taşınan, karmakarışık hâle getirilen, hattâ bir ara maalesef köpeklere bile kaptırıldığı söylenen kemiklerinin DNA analizleri yaptırılarak hangi kemiğin hangi hükümdara ait olduğunun belirlenmesi, birbirlerinden ayrılmaları, cenazelerin naaş bütünlüklerinin sağlanarak yeniden defnedilmeleri ve kafataslarının da etlendirilmesi çalışması...
Altı buçuk sene devam eden ve önemli kısımları geçenlerde tamamlanan çalışmalarda alınan neticeler şimdilerde TV’lerden eksik olmayan Tutankamon efsanelerinden yahut Peru mumyalarından daha meraklıdır, hattâ etlendirilmiş modellerin görüntüleri gençleri saç modellerinden giyim-kuşamlarına kadar etkileyebilecek derecede çarpıcıdır...
BURAYI “TÜRKİYE” YAPANLAR ONLARDI!
Ayrıntılarını pek bilmeyiz, birçoğumuz mevcudiyetini son senelerde “Diriliş Ertuğrul” vesaire gibi diziler sayesinde öğrenmişizdir ama Anadolu’da Osmanlı Devleti’nden önce bir başka devlet, Türkiye Selçukluları hüküm sürmüştür ve Anadolu’yu Türkleştirenler bunlardır... Meselâ, Birinci Mesud, Haçlı ordusunu perişan eden ve Anadolu’da adına altın para bastıran ilk Türk hükümdarıdır. İkinci Kılıçarslan, 1176’da Denizli taraflarındaki Miryakefalon’da Bizanslılar’ı kesin bir yenilgiye uğratmış ve Alparslan’ın Malazgirt Zaferi ile başlayan “Anadolu’nun Türkleştirilmesi”ni tamamlamıştır. Devlete en parlak dönemini yaşatan Alâeddin Keykubad, “Alâiye”yi, yani bugünkü Alanya’yi yeniden vâredip şehre kendi ismini vermiştir.
Türkiye Selçukluları’nın yerini sonraki asırlarda Türk Beylikleri, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti alacaktır...
Ve, unutmayalım: Bugün artık hemen herkesin yakından bildiği Mevlâna Celâleddin Rumî de Türkiye Selçuklu Devleti’in halkındandır!
REZALETİN KISA ÖYKÜSÜ...
Şimdi inanılması zor, utanç verici, dünyada eşi-benzeri olmayan ve bundan birkaç sene önce de yazdığım “hükümdar kemikleri” rezaletinin ayrıntılarını kısaca tekrar edeyim:
Anadolu Selçuklu Devleti’nin dünyadan ecelleri ile, yahut suikast neticesinde veya savaşlarda şehid düşerek ayrılan sultanları, devletin başkenti Konya’nın meşhur Alâeddin Tepesi’ndeki Selçuklu hanedanına mahsus ve mezar kısmı “zîr-i zemin” olan türbeye defnedilirlerdi...
Eski Türklerde önemli kişilerin mezarları genellikle “zîr-i zemin” olurdu. “Zîr-i zemin”, “zeminin altı” demekti ve cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan mezar odasına defnedilir; cesed bazen şamanist asırlardan kalma geleneğe uyularak mumyalanır ve mumya yine bu odadaki bir lâhdin içine konurdu. Türbenin üst tarafında tam mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir sanduka yerleştirilir ve mezar niyetine bu sanduka ziyaret edilirdi.
Anıtkabir de aslında aynı şekilde bir zîr-i zemin türbedir, Atatürk’ün asıl kabri, önünde saygı duruşu yapılan mozolenin metrelerce aşağısındaki mezar odasındadır...
Selçuklu Sultanları’nın cenazeleri, Alâeddin Tepesi’ndeki “künbed”in, yani türbenin altındaki mezar odasında “zîr-i zemin” kabirlerde idi...
Türbede 19. asrın son senelerinden itibaren defalarca restorasyon yapılmış ama tamirler pek bir işe yaramamış, Selçuklu mimarisinin nefis bir örneği olan mekân gün geçtikçe daha da perişan hâle gelmişti.
Kemikler hakkındaki ilk söylentiler 1940’lı senelerde çıktı. Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı, türbede 1943’te ve 1944’te yapılan restorasyonlar sırasında mezarların açıldığını, kemiklerin karmakarışık halde çuvallara konup bir köşeye bırakıldığını, köpeklerin çuvalların içindekileri kaptıklarını ve kemiklerin ertesi gün Alâeddin Tepesi’nin değişik yerlerinden toplanıp sandukalara karışık şekilde konduğunu yazdı.
Aynı rezalet, 1990’ların sonunda yeniden yaşandı! Türbenin restorasyonu sırasında mezar odasındaki sandukalar açılarak kemikler çıkartıldı, yarım asır önceki gibi çuvallara kondular ama gece havalandırma deliğinden mezar odasına giren köpekler yine çuvalların başına üşüştüler. Kimi köpek Alâeddin Keykubad’ın uyluğunu kapmış, bir diğeri Kılıçarslan’ın kaval kemiğini almıştı; Gıyaseddin Keyhüsrev’in kaburgası, Mesud’un leğen kemiğinin parçası yahut Rükneddin Süleyman’ın çenesi hayvanların ağzındaydı! Hemen her taşın yahut ağacın altında bir hükümdara ait iskelet parçası duruyordu!
Alâeddin Tepesi’nin dört bir tarafından toplanan kemikler çuvallarda kalanlarla beraber ertesi gün ortaya yığıldı; bacaklar, kollar, kaburgalar ve diğer kemikler basit şekilde tasnif edildi, Diyanet’in de görüşü alınarak sekiz ayrı mezara paylaştırıldı! Ama hangi kemiğin kime ait olduğu bilinmiyordu, dolayısıyla herşey karmakarışık oldu, meselâ Alâeddin Keykubad’a Rükneddin Kılıçarslan’ın bacağı düştü; Kılıçarslan, Mesud’un kaburgalarından nasibini aldı. Rükneddin’in sandukasına da belki Birinci yahud İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in yahut bir başka hükümdarın kolu ve kalça kemiği kondu. Kafatasları da hak getire şekilde dağıtıldı ve bu son rezaleti haber alıp yazmak, 2004 Mart’ında bana düştü! Yazımın ardından açıklamalar birbirini takip etti ama bu haltı kimin ettiği bir türlü ortaya çıkmadı yahut çıkarılamadı.
BİZDEN ÖNCE HAÇLILAR DEŞMİŞTİ!
Konya’da mezarların açılması ve kemiklerin dört bir yana saçılması hadisesinin bir benzerini sekiz asırdan fazla bir zaman önce de yaşamıştık ama arada ufak bir fark vardı: O zaman mezarları açanlar biz değildik, Haçlı ordularıydı!
1190’da Haçlı Seferleri’nin üçüncüsü yapılıyordu, Kudüs’e gitmeye çalışan onbinlerce kişilik Haçlı ordusunun başında Alman İmparatoru Frederik Barbarossa, Türkiye Selçuklu tahtında da İkinci Kılıçarslan vardı.
Konya’yı, hükümdarın oğlu Kutbüddin Melikşah müdafaa ediyordu. Frederik Barbarossa şehri bir türlü alamayınca Türkler’in moralini bozmak maksadıyla askerlerine dış mahallelerdeki Müslüman mezarlarını deşmelerini emretti! Mezarlar açıldı ve çıkartılan cesedlere kalenin burçlarındaki Selçuklu askerlerinin görecekleri şekilde her türlü saygısızlık yapıldı. İskeletlerin kemikleri kırılıyor, henüz çürümemiş olan cesedlere karşı hiçbir edepsizlikten çekinilmiyordu.
Mezarların deşilmesi Selçuklu tarafının moralini bozdu, dayanma güçlerini kırdı, savunma hatları birer birer çöktü ve Haçlı ordusu şehre girip yağmaladı. İkinci Kılıçarslan harap haldeki Konya’yı daha sonra Frederik Barbaros ile anlaşarak geri aldı, Frederik ise birkaç hafta sonra Silifke Çayı’nda boğulup gitti.
ÜÇ, BEŞ, SEKİZ DERKEN ON ÜÇ HÜKÜMDAR!
Konya’da 20. asrın ilk yarısında yaşanan son rezaletin üzerinden uzun seneler geçmişti...
Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2017 Şubat’ında valilik izni ile Alâeddin Tepesi’ndeki Türkiye Selçuklu Sultanları Türbesi’nde akademik kuruluşların da işbirliği ile birkaç aşamalı bir çalışma başlattı...
Ama, türbedeki sekiz adet sanduka açıldığında karşılaşılan manzara açanlara dehşete düşürdü: Sandukalar, poşetlere rastgele tıkıştırılmış kafataslarıyla, iskeletlerle, naaş kalıntıları ile dolu idi ve bu vaziyette projenin genişletilmesi, kemiklerin kimlere ait olduğunun belirlenmesi lâzımdı!
İlk aşamada, sadece üç hükümdarın kemikleri tespit edilebildi ve bulunan bütün kalıntılar dualar eşliğinde kefenlenip yeniden sandukalara kondu.
İki sene sonra, 2019’da çalışmanın ikinci aşamasına geçildi. Bilim Kurulu’nun kararı ile kalıntılar sandukalardan çıkartılarak Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde incelemeye alındı, beş hükümdarın daha kemikleri belirlendi ve kalıntılar yeniden mezarlara kondular.
Bir sonraki aşamada naaşlardan alınan örnekler İstanbul Adlî Tıp Kurumu Biyoloji ve Kimya İhtisas Dairesi’ne gönderildi. Burada yapılan DNA analizlerinde kemiklerin o zamana kadar düşünüldüğü şekilde sekiz değil, on üç hükümdara ait olduğu ortaya çıktı. Hattâ, analizlerinden bazı tarihî bilgileri doğrulayan başka neticeler de elde edildi; meselâ kaynakların hayata 1237’de Kayseri’de zehirlenerek veda ettiği yazdıkları Alâeddin Keykubat’ın kemiklerinde hakikaten zehir bulundu!
Erkeklerin, yani hükümdarların kimlikleri ve aile bağları YSTR-DNA analizleri ile tam olarak tesbit edilirken, kalıntılar arasında Birinci Alâeddin Keykubad’ın kardeşi Keyferidun’a, tamamı hanedan mensubu iki kadına, iki kız çocuğuna ve bazısı henüz çocuk yaştaki beş erkeğe ait kemiklerin de mevcut olduğu ortaya çıktı. Kadınlardan biri, Birinci Gıyaseddin’in hanımı idi...
Derken, sıra kafataslarının etlendirilmesine, yani hükümdarların ve hanedan mensuplarının dış görünüşlerinin belirlenmesine geldi...
Bunun için İstanbul Adlî Tıp Kurumu’nun yanısıra Türkiye Atom Dairesi Başkanlığı’ndan yardım alındı. Saç, göz, deri ve yaş konularında alınan sonuçlar ile tomografilerden elde edilen bilgiler kafataslarının üç boyutlu kopyelerine işlendi ve kemikleri Alâeddin Tepesi’nde bulunan on üç Türkiye Selçuklu Hükümdarı ile iki kadının ve diğer hanedan mensuplarından bazılarının kafatasları etlendirildi!
Ve nihayet, projenin bir başka aşamasına geçildi. Silikon heykellerin ardından müzelerde ve özel kolleksiyonlarda bulunan dönemin tekstilleri üzerinde iplik, doku ve renk analizleri yapıldı; minyatürlerden ve eldeki az sayıdaki örneklerden istifade edilerek Konya Olgunlaşma Enstitüsü’nde yeni dokunan kumaşlardan silikon heykeller için elbiseler dikildi...
GÖLGEDEKİ KAHRAMANI TANIMANIZ ŞARTTIR!
Ve şimdi, sadece bizim için değil, dünya kültür mirası bakımından da son derece önemli olan bu çalışmanın asıl kahramanından bahsetmem gerekiyor:
Altı buçuk sene devam eden, en gerilimli filimlere bile taş çıkartacak kadar renkli fakat bir o kadar da yorucu olan bu çılgın faaliyetin başında Konya İl Kültür Müdürü Abdüssettar Yarar vardı...
Kendisi de Konyalı olan Abdüssettar Bey’in daha önce yaptığı bazı işlerden bahsedeyim:
“Huzur”u, yani Mevlânâ Müzesi’ni baştan aşağı elden geçirip restore etti, bahçesini düzenleyip olması gereken hâle getirdi, Konya’da her sene düzenlenen Uluslararası Mistik Müzik Festivali’nin alanında dünyanın en seçkin organizasyonlarından biri olmasını sağladı ve böyle daha birçok işler yaptı...
Şimdi de Hazreti Mevlânânın kabrinin üzerinde yükselen, Konya’nın sembolü olan ama maalesef yer yer harap hâle gelen “Yeşil Kubbe”yi restore ettiriyor...
Abdüssettar Bey, Mevlânâ ve Mevlevîlik konusunda çok sayıda yayına da öncülük etti ve bunlardan özellikle biri, baskısı geçtiğimiz aylarda tamamlanan çok önemli bir yayından söz etmem lâzım...
Mevlânâ’nın meşhur Mesnevî’sinin 1278 tarihli en eski elyazması nüshası “Nüsha-i Kadime” olarak bilinir ve Mevlânâ Müzesi’nin Kütüphanesi’nde 51 numarada kayıtlıdır.
Abdüssettar Yarar, bu son derece önemli nüshanın az sayıdaki tıpkıbasımını özel imal edilen kâğıtlara elyazmasındaki nem izinden sararmalara kadar görünürdeki herşeyi aynen muhafaza ettirerek Ofset Yapımevi’nde bastırdı.
“Nüsha-i Kadime”nin tıpkıbasımı piyasaya henüz verilmedi ve verildiğinde kitap meraklılarının nasıl heyecanlanacaklarını şimdiden tahmin edebiliyorum...
Temennim, bütün vilâyetlerin Abdüssettar Bey gibi bir kültür müdürüne sahip olabilmeleridir...
SIRA ARTIK DEFİNDE...
Şimdi, yapılması gereken tek bir iş kaldı: Beden bütünlüklerine kavuşturulan Selçuklu hükümdarlarının ve diğer hanedan mensuplarının toprakla buluşmaları, yani tekrar defnedilerek sonsuza kadar artık huzur içerisinde uyumalarının sağlanması...
Unutmayalım: Osmanlı padişahları tarihimizde ne kadar mühim yer işgal ediyorlarsa, kemiklerine vaktiyle büyük saygısızlık ettiğimiz bu hükümdarlar da Türkiye’nin aynı makamında oturmuşlardır!
Dolayısı ile kendimizi bu hükümdarların ruhlarına ve hatıralarına affettirebilmemiz için eski mekânları olan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün restore ettiği Alâeddin Tepesi’ndeki türbede toprağa verme ameliyesini biran önce en üst düzeyde devlet töreni ile ve bütün dinî gerekleri yerine getirerek yapmak, bugün bizim için artık bir vecibedir!
Bir mesele daha var: Bugünlerde bütün bu malzemenin Konya’daki Dârülmülk Sergi Salonu’nda “Türkiye Selçuklu Hanedan Sergisi” adı altında teşhiri için çalışmalar yapılıyor. Hattâ, bu maksatla yine Ofset Yapımevi’ne nefis bir katalog bile bastırıldı ancak henüz piyasaya verilmedi...
Böylesine önemli bir serginin Konya ile sınırlı kalmaması ve daha çok sayıda ziyaretçiye hitap etmesi şarttır! Dolayısı ile Türkiye’nin önceki “pâyitahtlarından”, yani başkentlerinden olan Konya’da değil, son başkentinde ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde daha önce gayet mükemmel ve ses getiren sergilerin mekânında düzenlenmesi gerekir.
Burada, bu toprakları asırlar önce idare eden ve son uykularını huzur içerisinde uyumaya hasret kalan on üç hükümdarın silikon görüntülerini de yayınlıyorum... Kendileri ile teşerrüf ettiğinizde delip geçen haşmetli bakışlarının büyük ihtimalle tesiri altında kalacak ve o devirden kalma tarih kitaplarından istifade edilerek hazırlanan saç modellerine de eminim hayran olacaksınız...
Murat Bardakçı
İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev (vefatı: 1246).