Avrupa’yı Avrupalılardan fazla sevenler ve pembe gözlükleri

Avrupa Parlamentosu seçimleriyle, Avrupa siyasetinin yeni rotası belirlendi. AB severler, merkez sağın Parlamentoyu kontrol edeceğini savunuyor. Ancak tarih aşırı sağın “bir günde” değil, süreç içerisinde hakimiyeti ele aldığı örneklerle dolu.

1. resim

2024 Avrupa Parlamentosu seçimi, öncesi ve sonrasıyla yalnızca Avrupa Birliği üyesi ülkeler için değil, Avrupa Birliği’ni Avrupalılardan dahi çok seven, sempati duyan kitleler için de tarihi bir süreç oldu. Avrupa Komisyonu üyelerinin belirlenmesi ve genişleme sürecinin yürütülmesinde önemli rol oynayan parlamentonun 720 üyesinin belirlenmesi bugüne kadar gündemi bu denli belirlememişti.

2019 yılından itibaren Covid-19 salgınını takiben büyüyen enerji, gıda, göçmen ve enflasyon krizlerinin Avrupa’da aşırı sağın yükselişini tetiklemesiyle Avrupa siyasetinin rotası değişirken, bu seçime de farklı anlamlar yükledi.

Yaklaşan seçimler öncesinde aşırı sağın parlamentodaki gücünü hatırı sayılır ölçüde artıracağı aşikar iken, AB severler yine de merkez sağ partilerin parlamentoyu kontrol edeceğinden dem vurarak, marjinal bir durumun oluşmayacağını savunmaktaydılar. Nitekim seçim sonuçları dahi onlara iyimserliklerinden bir şey kaybettirmedi. Aşırı sağ/popülist partilerin “sandalye sayılarını” dramatik bir şekilde artırmadıkları argümanıyla teselli telkin ettiler.

Bu fikrin savunucuları muhtemeldir ki, Avrupa Komisyonu başkanlığının ve üyeliklerinin belirlenmesi sürecinde, merkez sağı biraraya getiren “Avrupa Halk Partisi Birliği”nin aşırı sağa vereceği tavizlerin meseleyi nerelere götürebileceğini tahmin etmekten uzaklar. Oysa bu tahmini yapabilmek için tarihten biraz olsun ders almak yeterli.

1928, 1930 ve 1932 Almanya seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Parti’nin, hangi tavizler neticesinde, küresel ekonomik bunalımın açtığı yoldan iktidara yürüdüğünü okuyup öğrenen herkes, aşırı sağın “bir günde” değil ancak süreç içerisinde hakimiyeti ele alma kabiliyetinin boyutlarını fark edebilir.

Aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda artan sandalye sayısının tehlike yaratmadığını düşünenlere şu soruları sormanın şart olduğu kanaatindeyim:

  1. Fransa, İtalya ve İspanya’da, haritaların neredeyse tamamının merkez ya da aşırı sağ/popülist partilerin renklerine boyanması tehlike çanlarının çalması için yeterli değil mi?
  1. AfD’nin eski Demokratik Almanya topraklarının tamamında hakim hale gelmesi, Sosyal Demokratların ve Yeşillerin seçim haritasından silinmesi bu ülkedeki Türk toplumu için endişe verici bir durum yaratmıyor mu?
  1. Fransa’da tarım kesiminin ve kentlerdeki işçi sınıfının beraberce tercihlerini aşırı sağdan yana kullanmaları, neredeyse 40 yıldır Fransa’da ilk kez tek bir partinin yüzde 30’dan fazla oy alabilmesi endişe verici bir durum oluşturmuyor mu?
  1. 350 milyondan fazla seçmenin ancak yüzde 51’inin sandığa gitmiş olması, Avrupa Birliği’nin gidişatına güven duyulmadığının bir kanıtı değil mi?
  1. Partiler düzeyinde aşırı sağın oylarını “pek de artırmadığını iddia edenler”, hiçbir gruba bağlı olmadan bağımsız olarak parlamentoya giren 98 milletvekilinden çoğunluğunun kimlik siyaseti yapan, aşırı sağcı/popülist partiler çizgisinde olduklarından haberdar değiller mi, yoksa haberdarlar ancak bu milletvekillerinin de aydınlanma yaşayıp sağduyulu davranacakları iyimserliği içerisindeler mi?

Peki Haziran ayının sonundan itibaren Fransa’da başlayacak seçim sürecinin sonunda aşırı sağın Fransız Ulusal Parlamentosu’nda da çoğunluğu ele geçirmesi halinde Paris’in baştan aşağı değişebilecek politikaları karşısında Brüksel acaba ne yapacak? Ulusal parlamentolar nezdinde tüm dengeleri değiştirebilecek fitili ateşleyen bu seçimin, Ukrayna-Rusya Savaşı’na etkileri ve hatta Avrupa-Atlantik ilişkilerine etkisinin ne olacağına dair Türkiye’de ciddi fikir jimnastiği yapılmasına ihtiyaç var.

Ama bu jimnastiğin Avrupa Birliği’ne yalnızca pembe gözlük takanlar vasıtasıyla yapılması, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın asla çıkmayacağına inanılarak biçimlendirilen yaklaşımlar gibi hatalara gebe olacaktır.

Tartışma