gdh'de ara...

Batı İsrail'e destek vererek savaş suçlarına ortak oluyor

İsrail, dünyanın en büyük açık hava hapishanesi konumundaki Gazze’ye sivil ayırmaksızın gerçekleştirdiği saldırılarına devam ediyor. Küresel düzeyde insan haklarının savunucu olduğunu iddia eden Batı'nın sınıfta kaldığı yer de burası.

1. resim

Filistinliler, Birleşmiş Milletler (BM) kararlarıyla haklılığı tescil edilmiş davalarına rağmen başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlete sahip olamamaları nedeniyle yaklaşık 75 yıldır baskı ve zulüm altında yaşıyor.

Batı Şeria’daki durumun içler acısı olduğu açık. Gazze Şeridi’nde yaşamak ise çok daha zor. Bölgede 2 milyonun üzerinde insan 365 kilometrekarelik bir alanda yaşıyor. Burada yaşamak, açık cezaevinde bulunmaktan farksız. Hatta daha kötü. Zira hapishanedeki insanlar bir zalim tarafından bombalanmıyorlar.

Tüm bunların yanı sıra Gazze’de hayatını sürdürmeye çalışan Filistinliler, işgal altındaki Kudüs’te Müslümanların kutsallarına yapılan saldırılarla da sınanıyor. Kudüs’te işgalci konumunda bulunan Yahudi yerleşimcilerin son aylarda Mescid-i Aksa’ya düzenledikleri baskınlar, Filistinli Müslümanların öfkesini patlama noktasına getiren en önemli konu.

Nitekim sürecin nihayetinde 7 Ekim’de Filistinli direniş örgütü Hamas’ın siyasi kanadı olan El Kassam Tugayları, El Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlatarak bu öfkenin dışavurumunu gözler önüne serdi. Kısa sürede İsrail’in çok sayıda kayıp vermesini sağlayan operasyon, İsrail’in güvenlik zaafiyetini de ortaya koydu.

İşgale karşı başlatılan operasyona İsrail’in cevabı ise günlerdir Gazze’ye yapılan hava bombardımanıyla geldi. Esasen Batı’nın sınıfta kaldığı nokta da burası. İsrail, dünyanın en büyük açık hava hapishanesi konumundaki Gazze’ye sivil ayırmaksızın gerçekleştirdiği saldırılarına devam ediyor. Şehrin havadan çekilen görüntüleri, enkaz yığınlarından başka bir göstermezken, hastanelerden içler acısı görüntüler geliyor.

Dahası İsrail, yaralıları kurtarmaya giden ambulansları vuruyor, en temel insani ihtiyaç olan su ve elektriğin Gazze’ye tedariğini kesiyor ve dolayısıyla savaş suçu işliyor. İsrail’in savaş suçlarının bir diğeri de uluslararası sözleşmelerle kullanımı yasaklanan beyaz fosfor bombasını kullanması.

Üstelik İsrail’in suçları bununla sınırlı değil. Gerek insanları yerinden etme noktasında kararlı adımlar atarak gerekse de sürgüne rıza gösteren grupları bombalayarak soykırım suçu da işleyen bir Binyamin Netanyahu yönetimi söz konusu. Batı ise üç maymunu oynuyor. Görmüyor, duymuyor, konuşmuyor.

Batı, -mış gbi yaparak çeşitli açıklamalarda bulunsa da zulmü durduracak bir adım atmıyor. Örneğin Rusya’nın çağrısıyla İsrail saldırılarının kınanmaını ve acil ateşkes çağrısı yapılmasını içeren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) karar tarasarısına BMGK’nın Batılı üyelerinin tamamı ret oyu verdi.

İsrail’in Gazze’ye düzenlediği hava saldırlarına ve İsrailli yetkililerin yaptığı açıklamalara bakıldığında, Netanyahu yönetiminin ilerleyen günlerde bir kara harekatı gerçekleştireceğini söylemek mümkün. Askeri strateji açısından da kara harekatı öncesinde alan temizleme ve nüfus seyreltme işleminin yapıldığı söylenebilir. Soykırım suçu kapsamına giren Gazze halkını yerinden etme çabası da bundan kanyaklanıyor.

Bu noktada ifade etmek gerekir ki; Gazzeliler şehirlerini terk etmeme konusunda kararlı bir duruş ortaya koyuyor. Ancak daha önemli bir husus var: İsrail’in kara harekatı düzenlemesi halinde Gazze’de konvansiyonel bir savaş yaşanmayacak. Şehirde aylarca sürebilecek bir meskun mahal muharebesi yaşanacak. Bu da İsrail’in planladığı gibi Hamas’ı tarihin tozlu raflarına göndereceği bir ortam yaratmayabilir. Evet, askeri teknoloji olarak, finansal ve diplomatik güç olarak İsrail güçlü olan taraf. Fakat meskun mahal muharebeleri asimetrik bir durum yaratıyor. Haliyle Filistinli direnişçilerişn İsrail ordusuna Gazze’de tarihte görülmemiş bir yenilgi yaşatmaları olası.

Buna rağmen Batı’nın İsrail’e olan desteği, Netanyahu açısından cesaret verici. Peki, Batı’nın bu tutumunu nasıl okumak gerekir? Zira insan haklarının evrensel düzeyde savunucusu olan Batı, bir kez daha konu Filistinli Müslümanlar olunca sınıfta kalmış durumda. Öyleyse sorulması gereken soru şu: Batı neden İsrail’in zulmünü görmezden geliyor?

Öncelikle Batı’nın tutumunu etkileyen temel aktörün Batı Dünyası’nın başat gücü konumunda bulunan ABD olduğunu söylemek mümkün. ABD ise gerek iki farklı uçak gemisini Doğu Akdeniz’e göndermesiyle gerekse de sırasıyla Dışileri Bakanı Antony Blinken, Savunma Bakanı Lloyd Austin ve yeniden Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın ziyaretiyle İsrail’e olan desteğini ortaya koydu. Şimdi ABD Başkanı Joe Biden da İsrail’i ziyaret haberini takip ediyoruz. ABD’nin bu kadar net bir duruş ortaya koyduğu bir ortamda ise çoğu Batılı devletin aksi yönde tavır takınması zaten mümkün değil.

İfade etmek gerekir ki; ABD’nin İsrail politikasına üç temel etken yön veriyor. Bunlardan ilki, Blinken’in İsrail’de yaptığı açılamada gizli ABD Dışişleri Bakanı, “Buraya bir Yahudi olarak geldim” demişti.

Bilindiği üzere Yahudi lobisi, ABD siyasetini etkileme kapasitesine sahip. ABD’de 2024 yılında yapılacak başkanlık seçimleri de düşünüldüğünde, Washington yönetminin 2000 askerini İsrail’e destek için göndermesinin gerekçesi çok daha iyi anlaşılabilir. Lakin mesele bundan ibaret değil.

ABD, etnik ve dini bir mozaik olduğunu iddia etse de kuruluşu ve benimsediği değerler itibarıyla Anglo-Protestan bir topluma sahip. Anglo-Protestanlar içerisinde ise evanjelistler etkili. Evanjelistler ise Kudüs çevresinde çıkacak bir savaşın Mesih’in gelişini kolaylaştıracağına inanıyor. Buna Armageddon Savaşı da deniliyor. Dolayısıyla sapkın bir dini anlayış üzerinden Filistinlilerin katledilmesini destekleyen bir yaklaşım söz konusu. Buna göre, dünyayı kıyamete zorlamak gerekiyor.

Batı’nın ABD’ye olan desteği yalnızca Washington yönetiminin Batı Dünyası’nın lideri olmasıyla da ilişkili değil. Aynı zamanda pek çok Batili Hıristiyan devlet, tanrının kıyamete zorlanması gerektiği kanaatinde.

Üçüncü olarak ABD, İsrail’in varlığını, Ortadoğu’daki nüfuzunu sağlayan bir kaldıraç olarak görüyor. Dolayısıyla Washington’daki karar alıcılara göre, İsrail desteklenmeli ve güçlendirilmeli. Aksi takdirde ABD, Ortadoğu’dan kovulabilir.

Diğer taraftan Batı’nın İsrail’in yanında konumlanmasını tetikleyen bir başka husus da 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra artan ve Arap Baharı ile birlikte zirve noktasına ulaşan göçmen karşıtlığı. Arap Baharı’nın yaşandığı coğrafya göz önünde bulundurulduğunda, göçmen karşıtlığı İslam karşıtlığını da tetiklemiş mahiyette. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hemen hemen her gün İslam dininin kutsallarına düzenlenen saldırlar da bunun göstergesi.

Tüm bu hususlar ise Batı’nın insan hakları konusundaki söylemlerinin retorikten ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Filistin’de beyaz fosfor bombalarıyla çocuklar öldürülürken, Batı’nın katliamların önlenmesi hususunda attığı somut bir adım yok. Bilakis çatışmaları tırmandıran ve teşvik eden bir Batı var.

Batı medyasında da durum farksız değil. Hatta İsrail medyasının bile Batı medyasına kıyasla daha eleştirel bir tavır takındığını ifade etmek mümkün. Katliamlari anlatan muhabirinin sesini kısan İngiltere merkezli BBC’nin çarpıtma haber yaptığını itiraf etmesi çok basit bir örnek. Bu örnekler Almanya merkezli Deutche Welle’nin İsrail’in savaş suçlarını aklamaya çalışan haberi gibi çok sayıda örnekle çoğaltılabilir.

Sonuç olarak İsrail, uzun yıllardır süren işgali ve Müslümanların kutsallarına yönelttiği saldırılara karşı başlatılan El Aksa Operasyonu’nu Gazze’de sivillerin yaşadığı yerleşim yerlerini bombalayarak yanıtlıyor. Batı ise bu katliamlara sessiz kalarak İsrail’in savaş suçlarına ortak oluyor. Peki, İslam dünyasının gerekli duruşu ortaya koyduğunu söyleyebilmek mümkün mü? Bu sorunun yanıtını da okuyucunun vicdanına bırakmak gerek.

Tartışma