Çare Sunak mı?
İngiltere nerede tökezledi? İngiltere'de David Cameron, Boris Johnson ve Liz Truss’ın çözemediği krizlerin hakkından Rishi Sunak gelebilecek mi?
İngiltere, 2016 yılında Avrupa Birliği’nden çıkış anahtarını elde ettiği Brexit referandumundan bugüne izahı kolay olmayan bir siyasi türbülansın içerisinde savruluyor.
24 Ekim’de Başbakanlık koltuğu bir kez daha seçmen tercihi yerine Muhafazakar Parti içerisindeki iktidar mücadelesi sonucunda el değiştirdi. İngiltere’nin yeni Başbakanı Rishi Sunak, Hint kökenli ilk Başbakan olmasından başlayarak beraberindeki pek çok yenilikle beraber Downing Street 10 Numara’ya yerleşti.
Şimdi cevabı aranan soru “David Cameron, Boris Johnson ve Liz Truss’ın çözemediği krizlerin hakkından Sunak gelebilecek mi?”. Bu sorunun yanıtını bulabilmek için önce sorunun kaynağını doğru olarak anlamak gerekir.
İngiltere’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunların buz dağının üzerinde görünen kısmı “Brexit sürecinin yönetilememesi, Avrupa Birliği’nden ayrılmak için siyasi iktidarın kapsamlı bir plan yapmamış olması ve neticede yaşanan ekonomik kriz” den ibaret gibi görünüyor. Oysa buz dağının altı çok daha karmaşık denklemler içeriyor.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nin bir parçası olup olamayacağı sorusu, bu yapının atası sayılan ve 1949’da teşkil edilen “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu”nun kuruluşundan itibaren hep gündemde oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’e göre ada ülkesi olan İngiltere ile kıta Avrupa’sının böyle bir birlik içerisinde entegrasyonu mümkün değildi. Nitekim ancak Soğuk Savaş şartlarının zorlamasıyla bu birliktelik 1973 yılında gerçekleşti.
İngiliz iç istihbarat servisi MI5’ın eski direktörü Stella Rimington gibi eski yüksek bürokratların anılarını okuduğumuzda, İngiliz bürokrasisinin başından itibaren bu zoraki birlikteliğe sıcak bakmadığını, önünde sonunda kaçınılmaz ayrılığın gerçekleşeceğine tam bir inanç duyulduğunu görebiliriz.
Nitekim 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla başlayan gelişmelerin İngiltere’de sivil ve askeri bürokrasinin tehdit algılarını ve geleceğe bakışını değiştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tarihten itibaren İngiliz bürokrasisi, 20’inci yüzyılın başında yaptığı gibi küresel hakimiyetini tesis edecek şekilde ve bir ada devletinin farklı jeopolitik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik biçimde donanmasını yeniden biçimlendirmek için düğmeye bastı. Queen Elizabeth sınıfı yeni nesil uçak gemisi Brexit referandumu ile beraber kızağa konurken, yeni nesil nükleer denizaltılar için de harekete geçildi. İngiltere yaklaşan kaos dönemini Brüksel merkezli, hantal bir bürokrasinin parçası olarak karşılamaya niyetli değildi.
İngiltere bürokrasisinin bu yaklaşımı, İngiltere Krallığı’nın küresel bir güç haline gelmesinde önemli rol oynayan, İngiliz “derin devletinin” kurgulanmasında hayati bir görev üstlenmiş, 16’ıncı yüzyılda 17 yıl boyunca Kraliçe I. Elizabeth’in sekreteri olarak görev yapan Sir Francis Walsingham’ın vizyonunun izlerini taşıyordu. Walsingham, İngiltere’yi Fransa ve İspanya’ya karşı küresel bir deniz ve ticaret gücü haline getirmekle kalmamış, Protestanların Avrupa’da ayakta kalmasını sağlamıştı. İngiltere, 21’inci yüzyılda bu defa ABD ile ortaklaşa teşkil ettiği Anglo-Sakson donanmasıyla Rusya ve Çin’e karşı yeni bir deniz ve ticaret savaşına soyundu.
Peki İngiltere nerede tökezledi? 2016 sonrasında ortaya çıkan manzara İngiltere siyasetinin, bürokrasi tarafından ortaya konan vizyona yetişemediğini, kendi üzerine düşen planları yapmadığını ve işleri oluruna bıraktığına işaret ediyor. 1940 yılında Winston Churchill, Dunkirk felaketine rağmen Nazi Almanyası ile savaşa devam etmekten yanaydı. Dışişleri Bakanı Halifax başta olmak üzere savaş kabinesinin büyük kısmı ise Nazilerle barış anlaşması yapmanın yollarının aranması gerektiğini savunuyorlardı. Churchill, Kral VI. George ve askeri çevrelerin sınırlı desteği ile kabinedeki muhaliflerini razı ederek savaşı sürdürebilmişti. İngiliz siyaseti krizler karşısındaki benzer bir vizyonsuzluk ve körlüğü 1982’de de tekrarlayacaktı.
1982’de Arjantin Güney Atlantik’teki Falkland Adaları’nı işgal ettiğinde İngiltere’de Başbakanlık koltuğunda bir kadın oturuyordu. Margaret Thatcher 1979 yılında Başbakanlık görevini üstlenmesine rağmen kabinesindeki erkekler tarafından hala küçümseniyordu. Arjantin adaları işgal ettiğinde de Thatcher, karşı askeri operasyon için hükümetinin hiçbir üyesinden destek alamadı. Onu, Falkland Adaları’nın geri alınabileceğine ikna eden ve destekleyen tek kişi Birinci Deniz Lordu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Sir Henry Conyers Leach’di. Sir Leach, İngiltere’nin topraklarını geri almak için harekete geçmemesi halinde “Birkaç ay içerisinde kimsenin sözlerini ciddiye almadığı bir ülkede uyanacağız” sözleriyle Thatcher’i motive etti.
2016’da başlayan Brexit sürecinde İngiltere bürokrasisinde ortaya çıkan çatlağın 1940 ve 1982’de rastlananlardan farkı yok. Ancak günümüzde ne Churchill gibi basiretli bir lider, ne de riski üstlenecek Sir Leach gibi bürokratlar mevcut.
Daha tehlikelisi ise ekonomik kriz içerisindeki bir ülkede 730 milyon sterlinlik aile serveti ile Kral III. Charles’tan daha zengin bir siyasetçinin başbakanlık koltuğuna oturmuş olması. Başbakan olana kadar 19’uncu yüzyıldan kalma 2 milyon sterlinlik bir mülkte yaşayan, havuzunun ısıtma maliyetinin ortalama bir İngiliz ailesinin yıllık elektrik faturasının 6 katına tekabül eden bir siyasetçinin İngiliz orta sınıfı ve yoksullarıyla nasıl empati kuracağı tam bir muamma. Bu şartlarda İngiltere’deki iktidarın 2024 yılının Mayıs ayındaki seçim tarihine kadar dayanması mümkün görünmüyor. Öte yandan kamuoyunun İşçi Partisi’nden medet ummak yerine Muhafazakar Parti içerisinde çözüm arayışlarına prim vermeye devam etmesi de İngiltere siyasetine dair bir başka dikkat çekici nokta.