DEAŞ’ı ABD mi kurdu?
Eski Irak Başbakanı Nuri El Maliki'nin terör örgütü DEAŞ'ın kuruluşuyla ilgili açıklamaları sonrası “DEAŞ'ı ABD mİ kurdu?” ve “Eğer öyleyse Washington yönetimi, DEAŞ’ı kurarak neyi amaçladı?” sorularını tartışmak gerekiyor.
Eski Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin 1 Ocak 2024 tarihinde yaptığı açıklamalar, uluslararası ilişkilerdeki eski ama eskimeyen bir konuyu bir kez daha gündeme getirdi. Söz konusu açıklamasında Maliki, terör örgütü Devlet’ül Irak ve’ş Şam’ın (DEAŞ) Anbar’da ABD tarafından kurulduğunu belirtti.
Eski Irak Başbakanı Nuri el-Maliki:
— gdh (@gundemedairhs) January 2, 2024
💢 Terör örgütü DEAŞ'ın nasıl ve hangi amaçla kurulduğuna dair tüm detaylar elimizde var.
💢 Bu örgüt, 2012 yılında Anbar Valiliği'nde başlayan oturma eyleminden doğan bir Amerikan icadı, ABD, IŞİD'i Anbar'da kurdu.
💢 Irak halkı, kendi… pic.twitter.com/7Ba8igWljN
Irak halkının ülkede yabancı güçlerin varlık göstermesini istemediğini söyleyen Maliki’nin bu çıkışı oldukça mühim. Ancak son derece yetersiz. Zira Maliki’nin İran’a yakın bir siyasi figür olduğu biliniyor. Dolayısıyla yalnızca ABD değil, İran da Irak’ın egemenliğini ve bağımsızlığını ihlal ediyor.
Nitekim Maliki’nin de eski bir Irak Başbakanı olarak çok iyi bildiği üzere Irak’ta hükümet kurma süreçleri İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Kudüs Gücü Komutanlığı ve ABD Büyükelçilği ile yapılan müzakerelerden çıkan uzlaşı ile şekilleniyor. Aksi durumlarda ise süreç, kaosa sürükleniyor. Zaten Irak’ta seçim süreçlerinde yaşanan siyasi krizler oldukça sık karşılaşılan bir manzara.
Konunun İran boyutunu bilahare açmak gerekir. Bu noktada “DEAŞ'ı ABD mi kurdu?” ve “Eğer öyleyse Washington yönetimi, DEAŞ’ı kurarak neyi amaçladı?” sorularını tartışmak gerekir. Terör örgütü DEAŞ’ın ABD tarafından kurulduğu iddiasının sık sık dile getirildiği bilinmekte. Elbette bu iddianın doğru olma ihtimali de yadsınamayacak düzeyde. Zira savaşın değişen doğası, aktörleri kendi jeopolitik çıkarlarına ulaşmak için vekalet savaşlarına yönlendiriyor.
Orduların asaleten katıldığı savaşlara kıyasla vekil unsurların kullanıldığı vekalet savaşları çok daha pragmatik. Bu tarz savaşlarda devletler, askeri personel kaybı, kamuoyu baskısı ve savaş suçları gibi hadiselerin dışında kalmayı başarabiliyorlar. Bir diğer ifadeyle aktörler, çok daha ağır suçları cezai bir durumla karşılaşmadan son derece düşük maliyetlerle işleyebiliyor. Zaten ABD de terör örgütlerini vekil unsur olarak kullanma konusunda oldukça mahir bir devlet.
Tüm bu bilgilerden hareketle DEAŞ terör örgütü noktasında iki boyutlu bir durumdan bahsedilebilir. Bunlardan ilki, DEAŞ’ın bir vekil unsur olarak konumlandırılmak suretiyle İran destekli Şii grupları sınırlandırma noktasında kullanılması. Yani ABD’nin düşmanını ve/veya rakibini yıpratan, istikrarsızlaştıran ve güvenliksizleştiren bir terör örgütü. Türk - Amerikan ilişkileri tarihindeki en ciddi krizlerin yaşandığı dönemlerde terör örgütü DEAŞ’ın Türkiye’de kanlı saldırılar gerçekleştirmesi de tesadüf olmasa gerek.
İkinci husus ise çok daha vahim. Bu konu, ABD’nin “Irak ve Suriye’deki kara gücüm” diyerek tanımladığı, eğitim desteği verdiği ve her yıl bütçesinden ciddi rakamlar ayırdığı terör örgütü PKK/YPG’nin meşrulaştırılması mevzusu. Nasıl mı?
Bahse konu olan dönemde ABD, radikal köktenci bir terör örgütünü kullanarak bir başka terör örgütünün eylemlerini meşru bir zemine taşımaya yönelmişti. Bu kapsamda DEAŞ ile mücadele iddiası çerçevesinde terör örgütü PKK/YPG’yi destekleyen Washington yönetimi, terör örgütü PKK/YPG aracılığıyla bir yandan terör devleti ve terör koridoru projesini hayata geçirmeye devam ederken, diğer taraftan da PKK/YPG terör örgütüne Yunanistan ile birlikte Türkiye’nin güneyden kuşatılması stratejisinde kritik bir rol biçti. Üstelik ABD’nin bu stratejiden vazgeçtiği de söylenemez.
Kısacası terör örgütü PKK/YPG’nin Batı’dan aldığı desteğin sağlanması, DEAŞ ile mücadele argümanına dayandı. Dolayısıyla DEAŞ terör örgütü, PYD/YPG’nin Batı’nın desteklediği bir aktöre dönüştürülmesi ile misyonunu büyük ölçüde tamamladı. Zaten bu yüzden de DEAŞ üyesi teröristlerin bir kısmının ABD’nin eskortluğunda başka bir görevi yerine getirmek için Afganistan’a taşındığı, bir kısmının ise Irak ve Suriye’de hücrelere çekildiği görüldü.
DEAŞ’ın Irak ve Suriye’deki etkisinin azalmasına paralel olarak DEAŞ’ın sözde Horasan Emirliği’nin (ISKP) Afganistan’daki saldırılarının artması tesadüf olmasa gerek. Üstelik tam da ABD’nin Afganistan’dan çekildiği bir dönemde. Elbette mevzubahis saldırıların hedefinin Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin güzergahı olması hiç de şaşırtıcı değil. Bununla birlikte ABD’nin ihtiyaç duyması halinde DEAŞ’ın Irak ve Suriye’de yeniden aktive olabileceğine de dikkat çekilmesi elzem.
Son olarak şu soruyu da gündeme taşımakta yarar var. DEAŞ, Irak’ta nasıl ilerlemiş ve ciddi bir alan hakimiyeti elde etmişti? Bir terör örgütünün devletleşme yoluna gittiği o süreçte Irak ordusunun DEAŞ ile savaşmadan şehirlerden çekilerek bir anlamda vilayetleri DEAŞ’a teslim ettiği bu kadar çabuk unutuldu mu? Yaşanan katliamlarda Iraklı karar alıcıların hiç mi suçu yoktu? Yoksa Iraklı liderler, 2003’teki işgalin ardından ülkede ciddi bir nüfuz sahibi olan ABD’nin talimatlarına uygun hareket ettikleri için mi şehirleri DEAŞ’a teslim etmişti?
Neticede Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren DEAŞ’ın en önemli misyonu terör örgütü PKK/YPG’nin vekil unsur olarak kullanıldığı emperyalist projelerin hayata geçirilmesiydi. Nitekim DEAŞ ile mücadele adı altında kurulan uluslararası koalisyonun da ABD liderliğindeki temel faaliyeti, DEAŞ ile mücadeleydi. Belki de DEAŞ, DEAŞ ile mücadele için kurulmuş ve bu yolla bölge jeopolitiği yeniden şekillendirilmek istenmişti. Olamaz mı?