East Asia Forum: Dünya yeni bir medeniyetler çatışmasına doğru mu gidiyor?
Bir tarafta Batı ve yerleşimci-sömürgeci türevleri, diğer tarafta ise haklarını almak için ölmek zorunda kalan Filistinliler. Dünya, "Batı geri kalanlara karşı" gerçekliği ile yeni bir medeniyetler çatışmasına doğru mu gidiyor?
Avustralya merkezli düşünce kuruluşlarından East Asia Forum'da, Filistin'de yaşanan İsrail katliamı üzerinden Batı'nın uluslararası hukuku ve dünya düzenini nasıl yerle bir ettiğinin değerlendirildiği bir analiz yayınlandı.
Tarihteki bir çok örneğinin yanısıra şu anda da ABD'nin, İsrail söz konusu olduğunda BM dahil olmak üzere tüm uluslararası kurum ve kuralları felce uğrattığı tespiti yapılan analizde, bu sürecin “Batı geri kalanlara karşı" gerçekliği ile yeni bir medeniyetler çatışmasına doğru gidebileeceği belirtildi.
Analizde ayrıca, Batılı demokrasilerin Filistin halkına karşı devam eden soykırım konusunda giderek daha fazla suç ortağı olmaya başladığına dikkat çekildi.
İşte East Asia Forum'da yayınlanan analiz:
Liberal demokrasiler, Filistin halkına karşı devam eden soykırımına rağmen utanç verici bir şekilde İsrail'in suç ortağı olmaya devam ediyor
Dünya siyasetini yakından takip edenler, lider devletlerin stratejik çıkarları söz konusu olduğunda, uluslararası hukukun marjinalleştirildiğini uzun zamandır anlamışlardır.
Nitekim Birleşmiş Milletler, uluslararası siyasetin bu özelliğini kabul edecek şekilde tasarlanmıştır. Aksi takdirde, İkinci Dünya Savaşı'nın galiplerine tek başına veto hakkı vermenin hiçbir anlamı olmazdı.
Uluslararası hukukta bu tür bir muafiyet, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Nürnberg ve Tokyo'da yapılan savaş suçları yargılamalarında da görüldü.
Bu yargılamalarda sadece kaybedenlerin suçları yasal sorumluluk açısından incelendi. Galiplerin Nagazaki'ye atom bombası saldırısı gibi bariz suçları ise kovuşturulmadı.
1945'ten sonra galip gelen devletler, zayıf devletlerin egemenlik haklarına saygılı bir dünya düzeni inşa etmeye gerçekten kararlı görünüyorlardı. Ancak özellikle Soğuk Savaş dönemi bu idealist planları sekteye uğrattı. BM'yi, dünyadaki barış ve güvenlik ortamlarında felce uğrattı ve uluslararası hukuka bağlılığı önemli ölçüde önemsizleştirdi.
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle özetlenen Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası hukuka ve küresel prosedürlere saygı da dahil olmak üzere liberal demokrasi değerlerinin teşvik edileceği ve Sovyetler Birliği'nin ortadan kalkmasıyla oluşan jeopolitik boşluğu sorumlu bir şekilde dolduracağı ve ABD'yi hayatta kalan tek süper güç olarak bırakacağı düşünülüyordu.
Ancak böyle olmadı.
ABD, Soğuk Savaş sonrası dünya düzenine büyük yatırımlar yaptı. Ancak bunu, esas olarak askeri ve ekonomik gücüne güvenerek, piyasalar, ittifaklar ve militarizm etrafında inşa edilmiş bir geleceği şekillendirmeyi amaçlayarak yaptı.
BM'yi güçlendirme ve nükleer silahsızlanmayı sağlama fırsatlarını ve jeopolitik statüyü sürdürülebilir, hukuk temelli bir uluslararası politika anlayışıyla birleştirme yollarını göz ardı etti.
Kaybedilen fırsatlar
Stratejik çıkarları hukuk odaklı bir dış politikayla birleştirerek dünya düzenini geliştirmeye yönelik bu kaçırılmış fırsatlar, Washington'daki düşünce kuruluşları ya da dış politika elitleri tarafından hiçbir zaman ciddi bir şekilde değerlendirilmedi, çünkü yerel militarizm, militarize bürokrasinin ekonomisine, siyasi kültürüne ve güvenlik konsensüsüne çok derin bir şekilde kök salmıştı.
Soğuk Savaş sonrasında İsrail, Tayvan ve Ukrayna gibi özel müttefiklere, uluslararası hukuka ne kadar derinlemesine meydan okurlarsa okusunlar ve barışçıl çözüm prosedürlerinden ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, somut destek vermeyi de içeren bir jeopolitik tek taraflılık dönemi başladı.
Ülke içindeki insan hakları ihlalleri ile süper güç statüsüne hızlı yükselişini birleştiren Çin'in yükselişi, ABD liderliğindeki NATO'nun tercih edilen merkeziyetçiliğine ve piyasa odaklı gelecek vizyonuna meydan okudu.
2021 yılında dış politikada Biden-Blinken birlikteliğinin ortaya çıkmasıyla birlikte Çin, "kurallara dayalı uluslararası düzene" uyması için sert bir şekilde uyarıldı.
Bu "kuralların" Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından hiçbir zaman uluslararası hukuk veya BM otoritesiyle ilişkilendirilmemesi garip görünüyordu. Kurallarla yönetime yönelik bu çağrı, Washington'un dış politika davranışlarını kısıtlamaksızın ABD'nin jeopolitik önceliğinin yeniden vurgulanması gibi görünüyordu.
Ardından Şubat 2022'de Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı geldi. Bu saldırı, 1945'ten bu yana jeopolitik aktörler tarafından genel olarak benimsenen tüm kuralların kesin bir ihlaliydi.
Washington da, Kosova (1999) ve Irak (2003) savaşlarıyla bu tür yasal kırmızı çizgileri bulanıklaştırmıştı.
Kırmızı çizgiler bulanıklaştı
Tüm kırmızı çizgiler arasında hiçbiri, bir savaşın ortasında yasal olarak tespit edilmesi genellikle zor olmasına rağmen, "soykırım" kadar geniş çapta kabul görmedi.
Soykırım uluslararası hukukta açıkça yasaklanmıştır. Ancak İsrail'in saldırıları devam ettikçe savaş bir soykırıma dönüştü ve Batı'nın suç ortaklığı da arttı.
İşgal politikalarına karşı çıkanlar, "antisemitizm" ifadeleri ile susturulmaya çalışıldı. Gazze'de ortaya konulan katliamlar, Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant da dahil olmak üzere İsrail'in üst düzey liderleri tarafından meşrulaştırıldı.
Altı ay boyunca ayrım gözetmeyen ve orantısız şiddet Gazze'de yaşayan 2.3 milyon Filistinli sivili yerinden etti ve yaşam alanlarını yok etti. Soykırım, "ya terk et ya da öl" anlayışı ile hayata geçirildi.
Tepkiler
ABD hükümeti bu koşulsuz tavrını ancak Başkan Joe Biden'ın 2024'te yeniden seçilme ihtimaline zarar verdiği anlaşıldıktan ve bu ay World Central Kitchen konvoyuna düzenlenen ve açlık çeken Filistinlilere yiyecek götürmekle görevli yedi yardım görevlisinin öldüğü saldırının ardından gelen şiddetli tepkiden sonra yumuşattı.
Bu olay Batı medyasında o kadar büyük bir tepkiye yol açtı ki Netanyahu nadir görülen bir şekilde özür dilemek zorunda kaldı.
Bu trajik olay, masum Avrupalıların öldürülmesinin Batı'da, binlerce masum Filistinlinin öldürülmesinden çok daha büyük bir siyasi yankı uyandırdığı şüphesini de doğruladı.
Böylesine açık ve acımasız bir soykırım karşısında İsrail ile bu utanç verici suç ortaklığını ve uluslararası hukukun bu şekilde toptan reddedilmesini nasıl açıklanabilir?
Eğer ABD, İsrail'i soykırım suçundan bu kadar bariz bir şekilde aklamaya hazırsa, dünyaya en korkunç koşullar altında bile jeopolitik yakınlıkların liberal demokrasiler için bile hukuk ve ahlakın önüne geçtiği mesajını vermiş olur.
Bir tarafta Batı ve onların yerleşimci-sömürgeci türevleri, diğer tarafta ise haklarını almak için ölmek zorunda kalan Filistinliler. Şu anda, Samuel Huntington'ın 1990'lardaki "Batı geri kalanlara karşı" kehaneti doğrultusunda daha geniş bir "medeniyetler" çatışmasına tanık oluyoruz.
Batılı güçler hiçbir zaman kurallara dayalı bir düzene inanmadı. Göründüğü üzere, İsrail söz konusu olduğunda ABD, BM dahil olmak üzere tüm uluslararası kurul ve kuralları felce uğratabiliyor.
Buna müdahale edilmediği takdirde, kara bulutlar tehditkar bir şekilde dünyanın üzerinde dolaşmaya ve Filistin halkının acımasızca mağdur edilmesi devam edecek.