gdh'de ara...

Foreign Policy: ABD, Türkiye'nin 'oyunbozan' stratejisine karşı sert bir yaklaşım sergilemeli

Türkiye, ABD'nin müttefiki İsrail'i alenen kötülerken yine ABD'nin müttefiki SDG'yi hedef alarak çıkarlarını baltalıyor. ABD, Türkiye'nin 'oyunbozan' stratejisine karşı sert bir yaklaşım sergilemeli...

1. resim

ABD'nin önde gelen yayın kuruluşlarından Foreign Policy'de, Türkiye'nin kendi çıkarlarını önceleyen politikalarının hedef alındığı bir analiz yayınlandı.

Türkiye'nin gerek Suriye'de gerekse de bölgedeki izlediği politikaların ciddi şekilde eleştirildiği analizde, Türkiye'nin attığı adımların ABD'nin çıkarlarına ve iki ülke arasındaki 'müttefiklik ilişkilerine' zarar verdiği belirtildi.

Analizde ayrıca, Türkiye'nin attığı adımların ve benimsediği politikanın, 'ABD çıkarlarından' bağımsız olduğu ve Suriye'deki PKK uzantısı ve ABD “müttefiki” SDG'ye karşı operasyonları ile baltalandığı belirtildi.

İşte Foreign Policy'de yayınlanan analiz:

Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, Ankara'nın 1952 yılında resmen NATO üyesi olarak Atlantik ötesi ittifaka katılmasından bu yana antlaşma müttefiki olmuş ve takip eden 70 yıl boyunca Türkiye'nin ABD ile ikili ilişkileri iniş ve çıkışlardan payına düşeni almıştır.

1960'ların ortalarında, Küba füze krizi sırasında ABD'nin Jüpiter füzelerini Türkiye'den çekmek için Sovyetler Birliği ile yaptığı gizli anlaşma ve eski ABD Başkanı Lyndon B. Johnson'ın Kıbrıs konusunda Türkiye'yi savunmamakla tehdit eden mektubuyla ilişkiler sarsıldı.

Daha sonra ise Vietnam konusundaki görüş ayrılıkları Türk kamuoyunda Amerikan karşıtı bir tepki yarattı.

1970'lerin ortalarında Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'ı “işgal süreci”, Kongre'nin silah ambargosu uygulamasına ve ardından ABD'nin Türkiye'ye silah ihracatının sınırlandırılmasına yol açtı.

Bu dönemsel zorluklara rağmen, Moskova'nın Avrupa ve küresel güvenlik için oluşturduğu tehlikelere ilişkin ortak tehdit algısı, Soğuk Savaş sırasında ABD ve Türkiye'nin güçlü ilişkinin sürdürülmesine yardımcı oldu.

Sovyetler Birliği'nin 1990'ların başında çöküşünün ardından ilişkiler, Washington ve Ankara arasındaki ilişkiler bir süre iyi gitti ve Başkan Bill Clinton'ın ABD-Türkiye ilişkilerinin "stratejik ortaklık" oluşturduğunu ilan ettiği ve ABD'nin diplomatik aktivizminin Ankara'nın Avrupa Birliği'nden katılım müzakerelerini başlatmak için davet almasına yardımcı olduğu milenyumun başında tartışmasız bir zirveye ulaştı.

İkili ilişkiler 2003'ten bu yana yavaş yavaş zayfıladı. Bugünlerde ise bu ilişki, Türkiye'nin bir dizi güvenlik meselesindeki değişken tutumuyla karakterize ediliyor.

Birinci Körfez Savaşı'ndan bu yana Washington, Ankara'nın bölgesel güvenlik kaygılarını karşılamak için büyük çaba sarf etti. Clinton yönetimi, sadece Saddam Hüseyin tehlikesini bertaraf etmekle kalmayıp aynı zamanda Türkiye'deki ayrılıkçı PKK'nın terör örgütü olarak tanımlanmasını sağlayan Operation Provide Comfort'u da ilan etti.

Bu dönemde Washington, Kuzey Irak'tan Türkiye'ye yönelik sınır saldırılarını sınırlamak için “eyleme geçilebilir” istihbaratlarını yakından paylaştı.

Benzer şekilde 1999 yılında ABD istihbaratı, Usame bin Ladin'in Türkiye'deki benzerinin yakalanıp Türk güçlerinin eline teslim edilmesinde önemli bir rol oynadı. Terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan, ABD olmasaydı bugün Türkiye'de hapiste olmayacaktı.

Daha yakın zamanda, DEAŞ güçleri tarafından Türkiye'de gerçekleştirilen birkaç terör saldırısının ardından Washington, NATO üyelerinden temin edilen Patriot füze bataryalarının Türkiye'ye konuşlandırılmasını destekledi.

Türkiye nasıl karşılık verdi?

Ankara, ABD'nin rakipleri olan Çin ve Rusya'ya yakınlaştı. Bu diplomatik yakınlaşmalar nihayetinde Türkiye'nin önce Çin'den bir hava ve füze savunma sistemi satın alma kararına, bu gerçekleşmeyince de Rusya'dan S-400 gelişmiş hava savunma füzesi satın alma kararına yol açtı.

Türkiye, Suriye'de defalarca ABD'nin ortaklarına hava saldırıları düzenledi ve hatta ABD özel kuvvetler grubunu bombalamaya tehlikeli bir şekilde yaklaştı.

Ayrıca Türkiye, Ukrayna'nın işgalinden sonra Putin'in Rusya'sına yaptırım uygulanmasında Batı'ya katılmayı reddetti. Bunun yerine Türkiye, Rusya ile ticaret hacmini artırdı.

Son olarak ve belki de en kötüsü, Türkiye İsveç'in muhtemel NATO üyeliğini, Erdoğan'ın daha önce Fin ve İsveç liderlerine koşulsuz desteklediğini söylediği adımları kabul etmesinden fayda sağlama arzusuna rehin bıraktı ve böylece Başkan Vladimir Putin'in saldırganlığının kendi Rusya Federasyonu'na getirdiği en önemli stratejik maliyetlerden birini tehlikeye attı.

Diğer yandan İsrail'in güneyinde Hamas tarafından gerçekleştirilen 7 Ekim terör saldırılarından bu yana Erdoğan, Batı'ya sırtını dönerek Hamas'a desteğini arttırmaya karar verdi.

Hamas üyelerini özgürlük savaşçısı olarak nitelendiren Ankara, kendisini ABD'nin kilit bir müttefikinin düşmanı olarak konumlandırdı.

Ankara, Gazze'deki operasyonları nedeniyle ABD'nin müttefiki İsrail'i alenen kötülerken, SDG'nin Türkiye'deki PKK'nın bir uzantısı olduğu varsayımına dayanarak Washington'u suçlamaya devam etti.

SDG ve ABD'li yetkililer SDG'nin tek misyonunun DEAŞ güçlerini ortadan kaldırmak olduğuna dair güvencele verirken, Erdoğan Hamas ile ile ilgili açıklamalarını pekiştirdi.

Bu gelişmeler, ABD Kongresi'nde Türkiye'ye verilen desteğin neredeyse tamamen erozyona uğramasına neden oldu.

ABD hala Türkiye ile müttefik ilişkilerini sürdürmeye devam ediyor. Bunun nedenleri arasında; Türkiye'nin son dönemde Rusya-Ukrayna savaşında önemli bir arabulucu rolü oynayabileceği ya da Gazze'deki Hamas rehinelerinin serbest bırakılmasına yönelik müzakerelerde aracı olabileceği umudu yer almaktadır.

Gerçekte ise Türkiye, bu şekilde hareket etmeye devam etmek ile ikili ilişkilerde daha fazla krize yol açıyor ve Erdoğan, NATO'nun genişlemesi konusundaki oyunbozan tavrının da ortaya koyduğu gibi olaylar gelişirken mümkün olan her türlü avantajı elde etmeye çalışıyor.

Biden yönetiminin, Batı karşıtı popülist milliyetçi bir ideolojiyle hareket eden Türkiye'yi yönetmek için uzun vadeli bir strateji geliştirmeye şiddetle ihtiyacı var.

Aynı zamanda, Washington'daki politika yapıcıların Türkiye'nin bölünmüş bir toplum olduğunu ve Erdoğan'ın Batı karşıtlığının nüfusun ancak yüzde 50'sinin görüşlerini temsil ettiğini akılda tutmaları gerekiyor.

İsveç'in NATO'ya katılım sürecini Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerinden yürütmeye başlama kararı ve Erdoğan'ın F-16'ların Türkiye'ye satışını onaylaması için ABD'yi zorlama stratejisi, ABD tarafından sert bir politika ile karşılanmalıdır.

Tartışma