Foreign Policy: Dünya, bir ABD-Çin savaşına doğru mu sürükleniyor?
Dünyada değişen jeopolitik ve askeri dengeler, olası bir ABD-Çin savaşı hakkında iyimser bir tablo ortaya koymuyor. Uzmanlara ve tarihçilere göre, ABD ve Çin'i olası bir savaşa sürükleyecek faktörler ne olacak?
ABD'nin önde gelen yayın organlarından Foreign Policy'de, dünyada yaşanan kaos süreci ve değişen askeri ve jeopolitik dengeler ışığında, olası bir Çin-ABD savaşının yaşanma ihtimalinin değerlendirildiği bir analiz yayınlandı.
2000'li yıllardan önce Çin'in olası bir Tayvan'ı işgal girişiminin, sadece saatler içerisinde ABD ve Japonya tarafından sona erdirilebileceği belirtilen analizde, bugün ise bu dengelerin büyük ölçüde değiştiği bir noktaya gelindiği tespiti yapıldı.
Analizde ayrıca, siyaset bilimci ve tarihçilerin tespit ettiği ve büyük güçleri savaşmaya meyilli kılan bir dizi faktöre yer verilerek, olası bir ABD-Çin savaşına dair öngörüler ortaya konuldu.
İşte Foreign Policy'de yayınlanan analiz:
Bugün uluslararası ilişkilerdeki en önemli soru bu olabilir. Eğer Çin Tayvan'a ya da Batı Pasifik'teki başka bir hedefe karşı askeri güç kullanırsa, bunun sonucu ABD ile savaş olabilir.
Ukrayna ve Orta Doğu'da devam eden savaşların ortasında, dünyada hegemonya mücadelesi veren nükleer silahlı iki dev arasında olası bir savaş, dünyayı İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görülmemiş bir küresel kaosla karşı karşıya bırakabilir.
Dünya ne kadar endişelenmeli?
Washington ve Pekin arasında son dönemde yaşanan üst düzey diplomasi trafiğine rağmen, risk büyük ölçüde devam ediyor.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping yönetimindeki Pekin, on yıllardır yaptığı yatırımlarla, gemiler, uçaklar ve balistik füzeler gibi büyük bir askeri yığınağın sahibi olan bir güç haline geldi.
Son zamanlarda Çin, yakıt, gıda stokluyor ve ekonomisinin yaptırımlara karşı kırılganlığını azaltmaya çalışıyor. Bu hamleler genellikle bir savaş öncesinde yürütülen adımlardır.
Çin lideri Xi ise son Çin Kominist Parti toplantısında, Çin'in "en kötü durum ve aşırı senaryolara" hazırlıklı olması ve "şiddetli rüzgarlara, dalgalı sulara ve hatta tehlikeli fırtınalara" dayanmaya hazır olması gerektiğini belirtti.
Tüm bunlar Pekin'in Filipinler, Japonya ve Hindistan da dahil olmak üzere komşularıyla ilişkilerinde giderek daha zorlayıcı hale geldiği ve Tayvan'ı vurma, abluka altına alma ve belki de işgal etme yeteneğini periyodik olarak ilan ettiği bir dönemde gerçekleşiyor.
Pek çok ABD'li yetkili savaş riskinin arttığına inanıyor.
CIA Direktörü William Burns, Xi'nin 2027 yılına kadar Tayvan'ı ele geçirme kapasitesine sahip olmak istediğini belirtiyor.
Çin'in ekonomisi zorlanırken, ABD'li istihbarat analistleri de dahil olmak üzere bazı gözlemciler, dikkatleri iç sorunlardan uzaklaştırmak ya da hala yapabiliyorken kazanımlarını korumak için Çin'in saldırganlaşabileceğine dair işaretler gördüklerini belirtiyor.
Bazı akademisyenler ise Washington'un Pekin'i kışkırtmaması halinde tehlikenin yönetilebileceğini söylüyor ki bu da Çin'in kendisine iyi hizmet eden bir statükoyu bozmayacağı yönündeki uzun süredir devam eden argümanın bir yankısı olarak kabul edilebilir.
Tarihçiler ise Çin'in 1979'da, Vietnam'ı işgalinden bu yana savaş başlatmadığına dikkat çekiyor.
Siyaset bilimciler ve tarihçiler, büyük güçleri savaşmaya az ya da çok meyilli kılan bir dizi faktör tespit etmişlerdir. Bu faktörlerden dördünü göz önünde bulundurduğumuzda, bir zamanlar barışçıl bir yükselişi mümkün kılan koşulların birçoğunun artık şiddetli bir inişi teşvik ediyor olabileceği ortaya çıkmaktadır.
Birincisi, Çin'in mücadele ettiği toprak anlaşmazlıkları ve diğer meseleler uzlaşmaya ya da barışçıl çözüme eskisinden daha az yatkın hale geliyor.
İkincisi, Asya'daki askeri denge, Pekin'in olası bir savaştan başarı ile çıkabileceğine dair şartların oluşmaya başladığını gösteriyor.
Üçüncüsü, Çin'in kısa ve uzun vadeli askeri beklentileri iyileşirken, ABD başta olmak üzere rakipleri, dünyadaki başka noktalardaki askeri çatışmalar ile oyalanıyor.
Dördüncüsü ise Xi Jinping, Çin'i savaşlara eğilimli türden kişiselci bir diktatörlüğe dönüştürdü.
Bu, Çin'in belirli bir hafta, ay ya da yıl içinde Tayvan'ı işgal edeceği anlamına gelmiyor.
İlk bakışta bir ABD-Çin savaşı olasılığı uzak görünebilir. Pekin 44 yıldır büyük bir savaşa girmedi ve ordusu 1988'de Spratly Adaları'ndaki bir çatışmada Çin firkateynlerinin 64 Vietnamlı denizciyi makineli tüfekle vurmasından bu yana büyük bir çatışmaya girmedi.
Ancak savaşın olmaması saldırganlığın da olmadığı anlamına gelmiyor. Pekin, Güney ve Doğu Çin denizlerindeki hakimiyetini genişletmek için askeri ve paramiliter yeteneklerini kullandı ve kullanmaya devam ediyor.
Son yıllarda Çin, Hindistan ile de kanlı çatışmalara girmiştir. Bununla birlikte, ABD birkaç savaşa girmişken, Pekin'in büyük savaşlardan kaçınmış olması Çinli yetkililerin ülkelerinin küresel güce giden benzersiz barışçıl bir yol izlediğini iddia etmelerine olanak sağladı. Bu da savaştan endişe duyanları, iki kuşaktır barış içinde yaşayan ve rekor düzeyde büyüme kaydeden Çin'in neden rotasını bu kadar dramatik bir şekilde değiştirdiğini açıklamaya zorluyor.
Almanya 1914'ten önce 40 yıldan fazla bir süre boyunca büyük bir savaşa girmemişti. Japonya 1920'lerde donanmasını sınırlandırmayı, Asya'da gücü paylaşmayı ve Çin'in toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi taahhüt eden anlaşmalar imzaladığında pek çok yabancı gözlemciye sorumlu bir paydaş gibi görünmüştü. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 2000'li yılların başında NATO'ya katılmayı ve Rusya'yı Batı'ya yakınlaştırmayı düşünüyordu.
Ancak bu ülkelerin hepsinin şu anda ya savaşta olduğunu ya da askeri doktrinlerini bu amaç doğrultusunda değiştirdiğini görüyoruz.
Değişen askeri dengeler
Savaş olasılığının artmasının bir nedeni de değişen askeri dengelerdir.
Savaşlar çeşitli meseleler yüzünden çıkar ama hepsinin temel bir nedeni vardır. İyimserlik.
Her iki taraf ya da en azından birisi, hedeflerine ulaşmak için güç kullanabileceğine inandığında başka bir deyişle kazanabileceğini düşündüğünde davaş çıkar. Kısacası, rekabetçi ve uçurumlaşan askeri dengeler savaşlara neden olur.
Diğer yandan büyük güçler, gelecekteki olası düşüşlerinden korktuklarında kavgacı olurlar.
Zira; jeopolitik rekabet şiddetli ve acımasızdır. Bu nedenle de zenginliklerini ve güçlerini korumak için risk alır ve gerekirse savaşırlar.
En güçlü ülkeler bile ekonomik durgunluk, stratejik kuşatma ya da uluslararası konumlarını tehdit eden ve onları düşmanlarının saldırısına maruz bırakan diğer uzun süreli eğilimlerle kuşatıldıklarında şiddetli bir güvensizlik içine girebilirler.
Ağır silahlara sahip ancak giderek daha endişeli hale gelen, düşüşün eşiğindeki büyük bir güç, olumsuz eğilimleri ne pahasına olursa olsun geri püskürtmeye hevesli, hatta çaresiz olacaktır.
Bunun en bariz örneğini yakın tarihte; imparatorluk Almanya'sı, imparatorluk Japonya'sı ve Putin Rusya'sı örneklerinde dünya gördü.
Son olarak, bir ülkenin davranışları rejimi tarafından şekillendirilir.
Kişisel diktatörlüklerin savaş başlatma olasılığı, iktidarın birçok kişinin elinde olduğu demokrasiler ya da otokrasilere kıyasla iki kat daha fazladır. Diktatörler daha fazla savaş başlatıyor çünkü çatışmanın maliyetlerine daha az maruz kalıyorlar.
Son 100 yılda, savaş kaybeden diktatörler sadece yüzde 30 oranında iktidardan düşerken, savaş kaybeden diğer lider türleri neredeyse yüzde 100 oranında oylanarak ya da başka bir şekilde görevden uzaklaştırılmıştır.
2000'li yıllardan önce acınası bir hava kuvvetleri ve donanmaya sahip olan Çin'in Tayvan'ı işgali "bir milyon insanın yüzmesi" anlamına gelirdi. ABD ve Japonya'nın gelişmiş kuvvetlerinin müdahalesi ile de olası bir deniz çatışması birkaç saat içinde sona erebilirdi.
Ancak gelinen nokta, tüm bu dengelerin nasıl değiştiğini gördüğümüz bir an olarak tarihe geçebilir.