Hizbullah İsrail’e savaş açacak mı?
Hizbullah, Beyrut yönetimine Lübnan topraklarını hedef alan bir saldırı olmadığı sürece savaşa katılmayacakları konusunda güvence vermesine rağmen İsrail askerlerini hedef alan çeşitli saldırılar gerçekleştiriyor.
29 Ekim’de medyaya düşen haberlere göre Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, 3 Kasım günü Cuma namazından sonra önemli açıklamalar yapacak. Gerek Hizbullah’ın bulunduğu Lübnan’ın yakın çevresinde yer alması nedeniyle gerekse de uluslararası kamuoyunun en önemli gündem maddesini oluşturması sebebiyle Nasrallah’ın vereceği mesajların İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarıyla ilgili olacağı öngörülebilir.
Bilindiği üzere Hizbullah, Beyrut yönetimine Lübnan topraklarını hedef alan bir saldırı olmadığı sürece savaşa katılmayacakları konusunda güvence vermesine rağmen İsrail askerlerini hedef alan çeşitli saldırılar gerçekleştirdi. Hizbullah’ın 2006 yılında İsrail’i yendiği düşünüldüğünde, İsrail’in en ciddi endişesinin Hizbullah’ın çatışmalara dahil olması olduğu söylenebilir.
Söz konusu kaygıyı İsrail medyasında da görmek mümkün. Buna rağmen Hamas yetkililerinin açıklamaları, Hamas başta olmak üzere Filistin direniş örgütlerinin Hizbullah’tan kayda değer bir destek görmeyeceklerini düşündüklerini gözler önüne seriyor. Öyleyse soru şu: Hizbullah ne yapacak?
Hizbullah’ın ne yapacağı sorunu sağlıklı biçimde yanıtlayabilmek için Hizbullah’ın kim olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Kökleri Emel Hareketi’ne dayanan Hizbullah’ın kelime anlamı Allah’ın Partisi! İdeolojisi ise İran İslam Devrimi’nin evrensel düzeyde yayılması. Zaten Nasrallah, İran İslam Cumhuriyeti Devrim Rehberi Ayetullah Ali Hamaney’in merci-i taklidi.
Anlaşılacağı gibi Hizbullah, İran’ın İsrail’i çevrelemek için yürüttüğü stratejinin en önemli sac ayaklarından biri. HattaTahran yönetiminin vekil aktörler üzerinden hayata geçirdiği politikaların denediği ilk örnek. Irak Hizbullahı’ndan Nijerya Hizbullahı’na kadar İran yanlısı pek çok proxy örgütün rol modeli de haliyle Lübnan Hizbullahı.
Dolayısıyla Hizbullah’ın Filistin konusundaki nihai kararının Nasrallah ve ekibi tarafından değil, İran’ın sınır ötesi operasyonlarını yürütmekle yükümlü olan Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Kudüs Gücü tarafından alınacağı öne sürülebilir. Anımsatmak gerekirse Hizbullah, İran’ın çıkarları için Suriye başta olmak üzere pek çok çatışma bölgesinde görev aldı. Peki İran, Hizbullah’ı İsrail’e karşı görevlendirecek mi?
Tahran yönetiminden Filistin konusunda gelen açıklamaların sertliği göz önünde bulundurulduğunda, İran'ın Hizbullah’ı İsrail’e savaş ilan etmeye yönlendireceğini iddia etmek makul bir senaryo olarak gözükebilir. Zaten İran’ın dış politika doktrinine göre ABD, büyük şeytanken; İsrail de küçük şeytan ve İsrail’in haritadan silinmesi gerekiyor. Ancak İran’ın söylemleri ne kadar idealist olursa olsun gerçekler oldukça farklı. Esasen tartışılması gereken nokta da tam olarak bu farklılık.
Öncelikle dikkat çekmek gerekir ki; İran, hemen hemen İsrail merkezli her çatışma anında medyada popüler olan açıklamalarla gündeme gelen bir ülke. Fakat İran dış politikasını yakından takip eden herkesin üzerinde uzlaşacağı nokta şudur ki; DMO Kudüs Gücü, İsraillileri öldürmemiştir ama Irak ve Suriye’de mezhepçi emellerle binlerce Sünni Müslümanı katletmiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere hedefi Kudüs’e ulaşmak olan ordu, Şam’dan öteye gidememiştir. Dahası İran, İsrail’den sonra en fazla Müslüman öldüren ülke.
Üstelik bahse konu olan durum, büyük bir idealizme rağmen jeopolitik durumun İran’a sınırlarını ve sınırlılıklarını hatırlatmasından kaynaklanmıyor. Aksine İran’ın dış politikasında idealist söylemlere rağmen realist bir politika uygulamasıyla ilişkili. Buna söylem-eylem uyumsuzluğu da denilebilir.
Mevcubahis durum, İran ile İsrail arasında bir gizli anlaşma yoksa bile jeeopolitik düzeyde karşılıklı kazan-kazan temelli bir ilişki olduğuna işaret ediyor. Bu ifade oldukça abartılı bir yorum olarak görülebilir. Bu yüzden de meseleyi biraz açmakta yarar var.
İran’ın Şii yayılmacılığı olarak ifade edilen mezhepçi politikasının ideolojik motivasyonunu “küçük şeytanla mücadele” argümanı üzerinden pazarlanan İsrail karşıtlığı teşkil ediyor. İsrail’in Filistinli Müslümanlara yönelik zulmü arttıkça, İran’ın söylemleri Ortadoğu halklarındaki İran sempatisini de artırıyor.
Dahası İran, Ortadoğu’daki varlığını İsrail’in korunması düşüncesine bağlamış olan ABD’nin bölgeye yönelik tüm müdahalelerinden nüfuzunu genişleterek çıkan bir devlet. İran’ın Suriye ve Irak’taki etkisi bunu teyit eder nitelikte. Irak’ın işgalinde İran’ın Irak Şiilerine işgale direnmeme ve işgal sonrasında oluşturulacak düzenin bir parçası olmaya hazırlanma çağrısında bulunduğunu da hatırlatmakta yarar var. Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan’daki nüfuzunu İsrail’in çevrelenmesi iddiasına dayandıran İran, tarihi Pers İmaparatorluklarının hinterlandına doğru yayılmacı bir politika yürüttüğü gerçeğini ise İsrail karşıtlığı gizliyor.
Öte yandan hem ABD hem de İsrail açısından “İran tehdidinin” bölgedeki varlığı çok kullanışlı. Taraflar arasında kazan-kazan durumu oluşturan husus da bu. Örneğin Körfez’deki Arap ülkelerinin İbrahim Anlaşmaları ile başlayan İsrail ile yürüttükleri normalleşme süreçleri bunun göstergesi.
Muhtemelen Arap devletleri, İran’ın mezhepçi politikalarından rahatsızlık duymasalar ve jeopolitik olarak İran’ın rejim ihracı politikasının hedefi olmasalar, İsrail’e karşı daha kolay tavır alabilirler. Zaten İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da bu durumu kullanıyor. Hatırlanacağı üzere 28 Ekim’de yaptığı açıklamada Netanyahu, Arap devletlerinin lidelerine seslenerek İsrail’in kaybetmesi halinde sıranın kendilerine geleceğini söyledi.
Kısacası iki taraf da birbirini tehdit olarak algılamaktan ve bu tehdit savını dış politika hedefleri doğrultusunda araçsallaştırmaktan memnun. Tam da bu noktada ana konuya dönmek gerekirse, İran’ın Hizbullah’ı İsrail ile çatışma konusunda nasıl yönlendireceği sorusu önem arz ediyor.
Bu konuda iki farklı senaryodan bahsetmek mümkün. Bu senaryolar ise İran’ın bölgesel ve küresel beklentileri üzerinden okunabilir. İlk olarak İran, mikro düzeyde Filistin’deki çatışmaların tırmanmasını tercih edebilir. Zira El Kassam Tugayları’nın 7 Ekim’de başlattıkları El Aksa Operasyonu’ndan memnuniyet duyan aktörlerin başında Tahan yönetimi geliyor. Çünkü bu çatışmalar, öyle ya da böyle İsrail’in Arap devletleri ile yürüttüğü normalleşme süreçlerine zarar verecek. Bu anlamda İran, bölgedeki yalnızlığını aşmak için Hizbullah’ın çatışmalara dahil olmasını teşvik edebilir. Fakat makro düzeydeki durum, Tahran’ı daha farklı bir tercihe itebilir.
Küresel boyutta bakıldığında ise İran’ın Joe Biden’ın ABD Başkanı olduğu dönemde yaptırımların sona ermesi ve nükleer anlaşmaya dönülmesi hususunda büyük bir beklentiye sahip olduğu hatırlanmakta. Bu konuda kayda değer bir ilerleme kat edilemese de gizli görüşmeler yapıldığı bilgisi artık sır değil. Dahası anlaşmaya dönmek ve yaptırım baskısından kurtulmak isteyen İran’da Mali Eylem Görev Gücü’ne katılma konusunda muhalefette olduğu dönemde en sert tepkiyi gösteren Muhafazakarlar bile, iktidarları döneminde anlaşma arayışında.
Böylesi bir ortamda İran, ABD’nin tepkisni daha fazla çekmemek adına proxyleri üzerinden Irak ve Suriye’de Amerikan üslerine düzenlenen çok da ciddi olmayan saldırılarını sürdürerek İslam dünyasına mesaj vermeyi ama Hizbullah’ı savaşın dışında tutmayı seçebilir. Tıpkı Irak'ın işgalinde olduğu gibi.
Nihayetinde iki senaryo var. Bu senaryolar, Hizbullah’ın İsrail’e karşı savaşıp savaşmayacağını belirleyecek. Lakin kararı Hizbullah yönetimi değil, Tahran’daki karar alıcılar alacak. Bu kararda da İran’ın bölgesel çıkarlarının mı yoksa küresel beklentilerinin mi daha önemli olduğu belirleyici rol oynayacak. İslam dünyasının kutsallarının korunması mevzusu ise retorikten ibaret. gdh’a konuşan Hamas kaynaklarının söyledikleri ise İran’ın her zaman konuştuğu ama somut bir destek geleceğine inanmadıkları yönünde.