İslam Dünyası Batı’nın krizini nasıl fırsata çevirir?
💢 Artık yekpare bir Batı Dünyası yok.
💢 İslam Dünyası’nı oluşturan aktörlerin düşmanlarını azaltıp dostlarını çoğaltmayı esas alan bir strateji yürüttüğü görülüyor.
Batı’nın yoğun bir kriz döneminden geçtiğini söylemek mümkün. Bu kaotik süreci en derinden hisseden ülkelerin başında ise Fransa geliyor. Nitekim Fransız polisinin 27 Haziran’da Cezayir kökenli Naeel M. isimli bir genci öldürmesinin ardından Paris sokaklarını yangın yerine çeviren hadiseler, Fransa’nın kırılganlığını net bir şekilde gözler önüne sermişti.
Aslında Fransa’daki durum yeni değil. Süreci, “Sarı Yelekliler” hareketine kadar götürmek yanlış bir yaklaşım olmaz. Son dönemde grevde olan temizlik işçilerinin iş bırakma eylemlerinin Paris sokaklarında binlerce tonluk çöp birikmesine yol açmış olması da cabası.
İçeride ciddi bir kaosla karşı karşıya olan Fransa, dış politikasında da her geçen gün daha fazla prestij kaybediyor. Örneğin Nijer’de gerçekleşen darbe, Fransa’nın eski sömürgelerinde istenmediğini; hatta kovulmaktan beter edildiğini gösteriyor.
Krizlerle karşı karşıya olan tek Batılı devlet Fransa değil. Almanya’da da özellikle de Rusya-Ukrayna Savaşı’na bağlı olarak gelişen enerji krizinin ardından aşırı sağın yükselişi dikkat çekici boyutta. Bir neo-Nazi partisi olan Almanya için Alfernatif’in (AfD) oylarındaki artış, partinin bir sonraki seçimde iktidar olabileceğine işaret ediyor. Partinin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarı elde etmesi halinde, AB bütünleşmesinin ağır bir yara alacağı da aşikar. Çünkü AB’nin dağıtılması fikrinin daha sık gündeme gelmesi kaçınılmaz bir hal alacak.
Dahası aşırı sağ, İtalya’da zaten iktidarda, İsveç’te koalisyon hükümetini dışarıdan destekleyerek hükümet için can simidi olma rolünü üstlenmiş vaziyette. Aşırı sağın tetiklediği İslam karşıtılığı ise Avrupa’nın ırkçı duygularını ortaya koyuyor. İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde yaşanan Kur’an-ı Kerim yakma provokasyonları da bununla ilişkili.
Kuşkusuz aşırı sağın yükselişi, keskin ulus-devletçi anlayışın yükselişi demek. Bu da her devletin kendi çıkarlarını merkeze alan yaklaşımla hareket etmesini beraberinde getirecek. Yani AB ülkelerinin birliğin çıkarlarını ulusal çıkarların üzerinde tutma hassasiyeti bir bir aşınıyor. Esasen Polonya ve Macaristan’dan AB’nin politikalarına yükselen itirazlar da bunun göstergesi. Yaşanan gelişmeler, bölünmüş bir Avrupa realitesini gün yüzüne çıkarıyor. Buna eski Avrupa’nın dönüşü de denilebilir. Eski Avrupa ise birbiriyle çatışan Avrupalı devletler anlamına geliyor.
Tüm bunlara ek olarak Avrupa’nın geleceği açısından bir dinamizm sorunu da var. Avrupa, yaşlı bir nüfusa sahip. Kıtanın özellikle de üretim gücüne katılacak nitelikli işgücüne ihtiyaç duyduğu biliniyor. Hatta Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, bunu itiraf etmek durumunda bile kaldı.
Almanya Başbakanı Olaf Scholz:
— gdh (@gundemedairhs) August 12, 2023
💢 Kalifiye eleman eksikliği, önümüzdeki yıllarda Almanya‘nın karşı karşıya kalacağı en büyük sorunlardan biri olacak.
💢 Nitelikli göçmen alımı, Almanya'nın geleceği için şart. En az altı ülke ile göç anlaşması yapabiliriz. pic.twitter.com/Pg5poeIh4H
Avrupalı devletlerin Covid-19 salgınıyla mücadele esnasındaki başarısızlığı da hafızalardaki yerini koruyor. Ülkelerin sağlık sistemlerinin iflas etmesi, söz konusu dönemde ciddi tepkilere sebebiyet vermişti. Bilhassa İspanya ve İtalya’da trajik hadiseler meydana gelmişti.
Batı Dünyası’nın başat aktörü olan ABD’nin de bu krizlerden muaf olmadığı söylenebilir. Eski ABD Başkanı Donald Trump hakkında yürütülen davalar, Amerikan halkındaki bölünmüşlüğü de ortaya çıkarıyor. Demokratik değerler üzerinden kendi kimliğini tanımlayan ve evrensel düzeyde demokrasinin savunuculuğu iddiasını taşıyan bir ülke, Trump’ın yeniden başkan olmasını önlemek için yargının siyasetin baskısı altına alınmasına göz yumarken; başta Proud Boys gibi Trump yanlısı radikal sağcı gruplar olmak üzere çeşitli kesimlerin sokağa çıkması şaşırtıcı olmaz. Trump destekçilerinin Kongre’yi bastığı olay, hafızalardaki yerini koruyor.
Öte yandan Ukrayna’ya yapılan yardımların oluşturduğu yükün de hem Avrupa’da hem de ABD’de tartışmaya açılmaya başlandığı görülüyor. Bazı kesimler, “Neden Ukrayna için bedel ödeyelim?” sorusunu dillendiriyor. Bu da “kolektif Batı” olgusunun erozyona uğramasına sebebiyet veriyor. Çekya, Macaristan ve Almanya gibi ülkelerde zaman zaman düzenlenen protestolar da bununla yakından ilişkili.
Her ne kadar Ortadoğu coğrafyasında yer alsa da İsrail de Batı Dünyası’nın bir parçası olarak nitelendirilebilir. Zaten ABD’nin Ortadoğu politikasındaki temel önceliğini de İsrail’in güvenliğinin sağlanması oluşturmakta.
On yıllardır işgalci politikalarıyla Filistin halkına yaptığı sayısız zulme rağmen kendisini Ortadoğu açısından bir demorkasi modeli olarak sunmakta beis görmeyen İsrail’in ciddi bir toplumsal krizle karşı karşıya olduğu ortada. Tartışmalı yargı reformuyla başlayan sürecin otoriterleşme eleştirilerini içeren kapsamlı protestolara evrilmesinin gün yüzüne çıkardığı tek bir realite var: O da İsrail’in toplumsal olarak sağ-muhafazakâr kesimler ile liberaller arasında ikiye bölündüğü.
Kısacası Batı, büyük bir krizle karşı karşıya. Ülkeler, içeride yaşadıkları toplumsal sorunlara ek olarak dış politikalarında da muhtelif meseleden dolayı ayrışma içerisinde. Yani artık yekpare bir Batı Dünyası yok. Peki, Batı’nın bu krizi, Müslüman ülkeler için bir fırsat olamaz mı?
Batı’nın bölünmüşlüğünün aksine Müslüman toplumlara sahip olan devletler, tüm dini ve ideolojik ayrışmaları kenara bırakarak işbirliği arayışına yöneliyor. Belki de ABD’nin yükselen Çin realitesi nedeniyle odağını Ortadoğu’dan Hint-Pasifik coğrafyasına kaydırmasının en güzel çıktısı bu. Bölge dışı aktörlerin bölgeyi istikrarsızlaştıran müdahalelerine son bulurken; bölgede kazan-kazan mantığı üzerinden şekillenen yapıcı ilişkiler gelişiyor.
Mevzubahis sürecin en kritik gelişmelerinden biri, Türkiye’nin Suudi Arabistan’la savunma sanayisinde imzaladığı anlaşma. “Bayraktar AKINCI Taarruzi İnsansız Hava Aracı (TİHA) İhracatı ve İşbirliği Sözleşmesi”, Baykar’ın Suudi Arabistan’la savunma sanayisinde cumhuriyet tarihinin en kapsamlı anlaşmasını imzalaması anlamına geliyor. Suudi Arabistan merkezli SAMI’yle imzlanan bu anlaşmanın yanı sıra ASELSAN ve ROKETSAN da Suudi Arabistan’la anlaşmalar imzalandı. Bu da ilişkilerde karşılıklı güvene dayalı stratejik münasebetlerin bulunduğu yeni bir sayfanın açıldığı şeklinde yorumlanabilir. Bu projelerin uzun soluklu projeler olduğu ve bu yüzden de mutlak stratejik işbirliğine dayandığı vurgulanmalı. Bu sebeple de geliştirilen projelerin ve devletler arasındaki karşılıklı diyalogların sivil yansımalarının da görüleceği öne sürülebilir.
Benzer bir şekilde Temmuz 2023’te Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri’yle 50,7 milyar dolarlık hacme sahip olan 13 anlaşma imzalaması da bölgedeki normalleşme adımlarının bir parçası. Ayrıca Türkiye-Mısır ilişkilerinde de yine Temmuz 2023’te karşılıklı olarak büyükelçi atama adımı gediğini hatırlatmakta yarar var.
Elbette Ortadoğu’daki işbirliği arayışları, Türkiye’yle sınırlı değil. İran ile Suudi Arabistan’ın yedi yıl aradan sonra Haziran 2023’te karşılıklı olarak büyükelçiliklerini açması, bölgedeki işbirliği çabalarının somut meyveler verdiğini gösteriyor. Dolayısıyla Müslüman ülkeler, karşılıklı çıkarları önceleyen yapıcı ilişkiler geliştirme arayışında.
Sonuç olarak Batı, büyük bir krizle karşı karşıya. Bu kriz, Batılı devletlerin hem iç politikalarında sorunlar yaşamasına sebebiyet vermekte hem de “kolektif Batı” olgusunu yerle bir etmektedir. Bu da Batı’nın içinde bulunduğu krizin İslam Dünyası için mühim fırsatlar barındırdığını ortaya koyuyor. Buna karşılık İslam Dünyası’nı oluşturan aktörlerin düşmanlarını azaltıp dostlarını çoğaltmayı esas alan bir strateji yürüttüğü görülüyor. İslam Dünyası’ndaki ülkelerin bu süreci ısrarla devam ettirme iradesi göstermeleri halinde kârlı çıkacakları açık. Bunun da bölge jeopolitiğini yeniden şekillendireceği ifade edilebilir.