"Nükleer tehdit" neden yeniden gündemde?
11 Eylül saldırıları ile başlayan süreç, küresel güç odaklarının dünyanın her hangi bir yerinde bir nükleer silahın kullanılacağı terör saldırısı ya da çatışma arayışı içerisinde olduğuna işaret ediyor.
Rusya’nın 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna’yı işgal girişimi bugün başlangıç hedeflerinden uzakta, Donbas bölgesinde sıkışmış bir siper savaşına dönüşmüş halde. Savaşın 120 günü geride kaldığında elde her iki tarafın sürüklendiği ekonomik yıkım ve savaşın küresel boyutta yarattığı gıda ve enerji krizinden başka bir şey bulunmuyor. Ancak bu çözümsüzlük manzarasının bir nükleer çatışma riskini gündeme getirdiğinde dair haberler artarak gündeme geliyor. Mayıs ayının ilk haftasında ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı’nın Direktörü Burns, Rusya’nın Ukrayna sınırına taktik nükleer silah sevk ettiğine dair ellerinde bilgi olmadığını açıklamıştı. Ancak eş zamanlı olarak uluslararası basının temsilcileriyle bir araya gelen eski ABD Dışişleri Bakanı ve kimilerine göre diplomasi “gurusu” Henry Kissinger şu sözleri sarf ediyordu:
“Putin Ukrayna’yı işgal girişiminin başında uluslararası durumu ve Rusya’nın kapasitesini yanlış hesapladı. Bu çatışmanın nükleer savaşa dönüşmesinden endişe ediyorum.”
Bu sözler Kissinger’ın ağzından rastgele çıkmış olabilir mi? Yoksa birileri 20 yıldır uluslararası toplumu taktik nükleer silahların kullanılacağı bir “gösteriye” mi hazırlıyor?
İkinci Dünya Savaşı’nda Pasifik cephesindeki çatışmaları da noktalayan iki nükleer silah kullanımının gerekli olup olmadığı bugün hala tartışılmakta. Kimi askeri tarihçilere göre Nagasaki ve Hiroşima’ya atom bombası atılmasına gerek kalmamıştı. Japonya da Almanya gibi kaynaklarının sonuna gelmişti ve teslim alınmak üzereydi. Nükleer silahların kullanılmış olması savaşı bitirmekten ziyade, savaş sonrası kurulacak düzenin belirlenmesi amacını taşımaktaydı. ABD, bu silahların varlığını sergileyerek en azından birkaç yıl için SSBC’nin İran ve Almanya üzerindeki emellerine set çekebildi.
Soğuk Savaş’ın başrolündeki aktörler yıllarca nükleer silahların yarattığı dehşet dengesi ile Avrupa’da kendilerine bağladıkları ülkeleri kontrol altında tuttular. SSCB’nin nükleer tehdidinden kurtulmak isteyenler ABD ve NATO’nun güvenlik şemsiyesi altına sığınıyor, yağmurdan kaçarken doluya tutulma ihtimalini göze alıyorlardı. 1962 yılındaki “Küba Füze Krizi”, nükleer silah tehdidiyle ilgilenmeyen ya da tarafsız kalmakta ısrar eden ülkeleri ikna etmek için verimli bir vesile oldu. 3. Dünya Savaşı’nın nükleer silahlarla gerçekleşmesi ihtimali ABD ile SSCB’nin, nüfuz alanlarında rehin aldıkları ülkelerin üzerinde, yeni bir düzen arayışına kalkışmamaları için gereken etkiyi sağladı. Bu kriz esnasında Almanya’daki Ramstein Hava Üssü’nde uçaklarına tek bir hidrojen bombası yüklenmiş Amerikalı pilotlar gece ve gündüz pistte uçaklarının yanına yerleştirilmiş seyyar bir yatakta her an SSCB tarafından gelebilecek nükleer saldırıya dakikalar içerisinde yanıt verebilmek için hazır beklediler. NATO komutanları Ramstein Üssü’nün savaş çıkması halinde SSCB tarafından yok edilecek ilk birkaç hedeften biri olacağını biliyorlardı. Bu nedenle uçakların hızla pisti terk etmesi önem taşıyordu. Hatta 24 yıl ABD Senatosu’nda görev yapan ve Silahlı Hizmetler Komitesi üyesi de olan Senatör Sam Nunn’un tanıklığına göre bu pilotların uçaklarına yalnızca hedeflerine ulaşacak kadar yakıt konulmuştu. Dönebileceklerine ya da dönseler bile inebilecekleri bir hava üssü bulmalarına ihtimal verilmiyordu.
Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB nükleer silah tekelini ellerinde tutmayı başaramadılar. Nükleer silah kulübü üyelerinin sayısı Fransa, İngiltere, Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore’nin katılımıyla 9’a yükseldi. Bu ülkelerden Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore nükleer silah teknolojilerine oldukça dolambaçlı yoldan erişmek zorunda kaldı. Birinci Soğuk Savaş sırasında uzun menzilli balistik füzelere ve nükleer silahlara sahip olmak isteyen Mısır, Libya, Suriye ve Irak ise düzenli şekilde istihbarat ve askeri operasyonlara hedef oldu. Muammer Kaddafi ve Saddam Hüseyin’in ibreti alem olarak nitelenebilecek şekilde son bulan hayatları daha ziyade nükleer silah edinme heveslerine Batı ve İsrail tarafından verilen yanıtlardı.
Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla uluslararası toplum nükleer silah tehdidinin de son bulabileceği yönünde yersiz bir umuda kapıldı. Nükleer silahlar tamamen yok edilmese bile sınırlandırılmalarına yönelik anlaşmaların olumlu bir başlangıç olduğu düşünülüyordu. Ancak 2001 yılının 11 Eylül günü ABD topraklarında El Kaide tarafından düzenlenen saldırılar nükleer saldırı tehdidini yeni bir boyutuyla sahneye sürdü. Bu defa Neo Nazi terör gruplarının ya da İslam ülkelerinde örgütlenmiş teröristlerin bir nükleer silah edinerek ya da nükleer enerji elde etmek için kullanılmış materyalden imal edilmiş “kirli bombalarla” saldırıyı düzenleyebilecekleri ihtimali Batı basınında yer almaya başladı. Askeri darbelere sahne olan Pakistan ya da totaliter rejimlerin hakim olduğu eski Sovyet Cumhuriyetleri hatta bir askeri darbeye sahne olabilecek Rusya Federasyonu olağan şüpheli listesinin ilk üç sırasında yer alıyordu. Bu ülkelerden temin edilecek bir nükleer başlığın terörist saldırılarda kullanılabileceği iddiası casusluk edebiyatı ve Hollywood sinemasının başlıca malzemeleri arasına girdi.
2010 yılına gelindiğinde ise taktik nükleer silah kullanımı ihtimaline ilişkin yeni bir senaryo gündeme geldi. 26 Mart 2010’da Güney Kore donanmasına bağlı “ROKS Cheonan” savaş gemisinin, daha sonra uluslararası bir komisyon tarafından yapılan soruşturma neticesinde anlaşılacağı üzere, Kuzey Kore tarafından düzenlenen torpido saldırısıyla batması Sarı Deniz ve Kore Yarımadası’nda tansiyonu yükseltti. 46 Güney Koreli denizcinin yaşamını yitirdiği bu saldırının ardından ABD istihbarat topluluğu, Kuzey Kore ile muhtemel savaş senaryolarını ele almaya başladı. Bu senaryoların düğüm noktası, Kuzey Kore liderliğinin sinir sistemi merkezinin yani komuta kontrol karargahının nasıl yok edileceği sorusuna aranan yanıttı. Bulunan en akla yakın yanıt ise taktik bir nükleer silah ile kaldırılacak engellerin özel kuvvet operasyonu ile desteklenmesi şeklinde belirlendi. Burada şunu da belirtmek gerekir “Taktik Nükleer Silah” tanımı bu imkana sahip olan ülkeler tarafından farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Bu makalede bahsettiğimiz taktik nükleer silah tipi ABD’nin 1950’li yıllardan 1979’a kadar kullanımda tuttuğu “B-54” ya da “W-54” olarak adlandırılan bir sırt çantası büyüklüğündeki, 1 kiloton patlayıcı gücündeki, Hiroşima’da kullanılanın 16’da biri kadar alanda etki yaratacak mini nükleer silahlardır. “Özel Nükleer Tahrip Mühimmatı” ( SADM - Special Atomic Demolition Munition ) olarak adlandırılan bu silahların SSCB tarafından da üretildiği bilinmekte. Bu tip silahların günümüzdeki varlıkları resmi olarak teyit edilmemekle beraber, Kuzey Kore’ye saldırı senaryosu gibi çalışmalar aracılığıyla kullanımda oldukları anlaşılmakta.
Taktik nükleer silahların kullanım ihtimali 2014 yılında bu defa Kırım’ın ilhakı sırasında gündeme geldi. Rus ordusunun, Kırım’daki operasyonuna karşı NATO’dan bir reaksiyon gelmesi halinde bölgeye taktik nükleer silah sevk ettiği iddia edildi. Rusya’nın taktik nükleer silah anlayışının bugün Ukrayna’ya karşı kullandığı orta menzilli balistik füzelere monte edilebilecek başlıkları da kapsadığını belirtmekte fayda var. Bu füzelerden bugün Litvanya tarafından bir nevi ekonomik ablukaya alınan Baltık Denizi kıyısındaki Rusya toprağı Kaliningrad’da da bulunduğu biliniyor.
Dünya belki de 2014 yılında bir nükleer çatışma ihtimalini farkında olmadan atlatsa da, taktik nükleer silahların kullanılabileceği bir çatışma senaryosu günümüzde Rusya-Ukrayna Savaşı ile yeniden yürürlüğe kondu.
2021 yılında küresel silahlanma harcamalarının 2 trilyon doları aşmış olması bir milat olarak nitelendi. Ancak bu artış yalnızca konvansiyonel silahlanmayı etkilemedi. “Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya Örgütü”nün ( The International Campaign to Abolish Nuclear Weapons / ICAN) raporuna göre 2021 yılında nükleer silah sahibi dokuz ülke cephaneliklerini geliştirmek için 82,4 milyar dolar harcadı.9 ülkenin 2020 yılında bu alandaki harcamaları ise 72,6 milyar dolardı. ABD 44,2 milyar dolarla nükleer silahlanmada ilk sırada yer alırken, onu 11,7 milyar dolar ile Çin Halk Cumhuriyeti ve 8,6 milyar dolar ile Rusya Federasyonu izledi. Doğrudan nükleer silahlara yapılan harcamaların yanı sıra AUKUS İttifakı kapsamında Avustralya’ya nükleer denizaltı teknolojisi transferini ve İngiltere’nin yeni nesil uçak gemilerinin ardından Dreadnought tipi yeni nesil nükleer denizaltılarının yapımına giriştiğine de dikkat çekmek gerekir. 4 denizaltı için İngiltere 10 milyar sterlin harcayacak. ABD eski Başkanı Trump’ın 2019 yılında nükleer güçle çalışan bir uzay gemisi inşa edilmesi için kararname imzalamış olması da yeni gelişen nükleer rekabetin henüz görünmeyen yüzünü teşkil ediyor.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nda nükleer silah kullanılmasına ilişkin tehlike Moskova’nın hem savaş hem yaptırımlar alanında ne kadar köşeye sıkıştırılacağı ile doğrudan ilgili. Ancak 11 Eylül saldırıları ile başlayan süreç, küresel güç odaklarının dünyanın her hangi bir yerinde bir nükleer silahın kullanılacağı terör saldırısı ya da çatışma arayışı içerisinde olduğuna işaret ediyor. Nükleer silahlanmanın savaş sebebi sayılacağı en yakın çatışma bölgesi olarak İran ön plana çıkarken, siyasi ve ekonomik kriz girdabından çıkamayan Pakistan da potansiyel nükleer tehdit kaynağı olarak gündemdeki yerini koruyor.