Osmanlı Sarayı'nda bir garip cinci hoca vakası
Sultan İbrahim döneminde Topkapı Sarayı'nda yaşanan bir garip cinci hoca vakası.
Tarih boyunca her zaman imparatorların, hükümdarların, sultan ve padişahların yanlarında müneccimler, büyücüler, gelecekten haber verdiğine inanılan din adamları ve gayb aleminin efendileri olan cinler ile irtibat kuran hocalar bulunmuştur.
Tarihimiz -maalesef ki- bu kişilerin etkisi altında kalarak yanlış kararlar veren yöneticilerle doludur. Bu konunun Osmanlı İmparatorluğu'ndaki en ilginç örneği ise Sultan İbrahim zamanında (1640 / 1648) yaşanmış olup devletin kaderini etkileyecek kararlarda kimlerin söz sahibi olabileceği konusunda ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
Konu hakkında başta Katip Çelebi olmak üzere pek çok tarihçi yazı yazmıştır. Yazılan tarihî kaynaklardan yola çıktık ve bu garip vakayı sizler için tekrar kaleme aldık.
Cinci Hocanın meydana çıkışı
Kâtip Çelebi merhum ve Vecihi’nin yazdığına göre, Pâdişah-ı âlem penah evvelce hapishanede, can korkusu ile hafakan ve bazı buhran illetine yakalanıp, vücut tedavisi kâr etmezdi deyû, nefesi keskin kimselere okunmak yolunu, sohbet arkadaşlarının teşviki ile uygun bulmuşlardı. Ve o şekildeki ruhanî ilâçlardan (okunmaktan) iyilik hissederlerdi.
O sırada medresede oturan, Haşan Efendi (mollalarından) biri ki, aslında Safranbolu’dan Hüseyin adlı birisi, meşhur bir şeyhin oğlu olup, babasından bazı beğenilen dualar ve garip azâm öğrenmişti. Hasta kadınlar ve çocuklar kendine varıp okutmakla, medresede şöhret bulmuştu.
Tanıyanlarından biri, valide Sultan hazretlerine tarif edip: “Şu biçim bir kimse vardır, pâdişâh âlem penah hazretlerine okusa sıhhat bulurlar (iyileşirler)” Demekle saraya davet olundu. Varıp pâdişâha okudu. (Kuruntu kuvveti) ve itikat tesiriyle bir hoş hal gelince, adı geçen Molla Hüseyin’e rağbet ve iltifat ve inayet buyurdular. Cinci Hocanın sihir ve hekimlikte ün sahibi olması, talebesine gençlik ve kudret sağlayan ilâçları temin etmesi, Hükümdarın birinci derecede teveccühünü kazanmasına sebep olmuştu Daha stajyer defterine bile kayıtlı değil iken birdenbire hariç medresesi (ilk ve bir kısım orta dereceli okul) müderrisi olmak için ferman buyurdular.
Şeyhülislâm Yahya Efendi: «Kanun değildir.» Diye çok görmekte iken, ikinci bir hatt-ı hümâyun ile (padişah yazısı) Sahn medresesi (yüksek tahsil veren okul) müderrisliği (profesörlüğü) verildi. Aynı zamanda birçok vazifeler ve maaşlar ve büyük bir saray, bütün döşemeleriyle ihsan olundu. Birkaç günden sonra Süleymaniye medresesi (üniversite) verilip, arkasından Galata Kadılığı ve pâdişâh hocalığı fermanı çıktı. Bunun üzerine «Cinci» lâkabı ile herkesçe meşhur oldu ve konağı irili ufaklı herkesin başvurduğu yer oldu. Biraz sonra Kara Çelebi-zâde Mahmud efendiye damat oldu. Giderek itibarı yükselip, nice devlet işlerine karışmakla, halkın sığındığı yer oldu ve mal ve para toplamağa başladı.
Müverrih (tarihi yazan) Şârih el-Menar, Cinci Hüseyin efendinin ağzından nakleder ki: Cinci Hüseyin Efendi tanınmış şeyhlerden Karabaş İbrahim efendinin oğlu, Mehmed efendinin oğludur. Şeyh Sadreddin Konevi, Selçuk Sultanı Alâeddin’in kızı ile evlenip, doğan çocuğu, bu Cinci Hoca Hüseyin efendinin beşinci dedesi imiş. Doğum yeri Safranbolu olan adı geçen Karabaş İbrahim Efendi nasihat eden bir vaiz ve iyi huylu bir dervişmiş.
Bir gün kürsüde der ki: “Cenab-ı Hak tarafından bir belâ inecektir. Biz feda oluruz. Diğer Müslümanlara zarar olmaz.” Bir kaza yüzünden o sırada Şeyhin bulunduğu yerde yangın çıkıp, şeyh, beş nefer evlâdıyla yanar. Geride kalan evlâtlarından biri, (Cinci Hoca) Hüseyin efendinin babası Mehmed Çelebi, biri Hacı-Nurullah Efendi, biri de Emrullah Efendi denilen kadıdır. Adı geçen Karabaş-İbrahim Efendi büyük para ile bir cami-i şerif yaptırmağa başlayıp, bu kadar para sarfına imkân yok iken camii tamamlamağa muvaffak olup, nereden sarf ettiği dostları tarafından anlaşılamadı derler.
Adı geçen Hüseyin Efendi, okumak için İstanbul’a gelip, Hasan Efendi oğlu Şeyh Mehmed Çelebiye danişment oldu (stajyer). Şeyh Mehmed Çelebi, Süleymaniye medresesinden İzmir kadılığına tayin olununca fakir Molla Hüseyin’i hor görüp, görevlendirmedi. İzmir’e bile beraber götürmeyip İstanbul’da bıraktı. Fakir (Cinci Hoca) ağlayıp, efendisinin bazı dost ve ahbaplarından şefaatlerini rica etti.
Onlar da: “Şu biçareye yazıktır, bu kadar zaman danişmendiniz oldu. Bizle (beraber) getirin.” Diye rica ettiklerinde, Şeyh Mehmed Çelebi: “Behey Efendi! Bizim ırzımız (namusumuz) vardır. Avret ve oğlana efsun okuyan işsiz güçsüz bir sihirbazı beraber getirip, memuriyetimizde adımız kötüye mi çıksın?!” Diye reddetti. Biçare cinci, elem ve keder içinde ağlayıp kaldı. Cenab-ı Rabbil âlemin hazretlerinin gizli hükümlerine akıl ermez. Efendisinin utandığı okuma ve üfleme efsunculuk sanatı, o fakire yükselme sebebi olup, bir sene geçmeden, pâdişâhın yakini ve mevki ve makam sahibi oldu. Cinci Hoca Anadolu kazaskerliği ile izzet ve ikram edilmiş ve pâdişâhın iltifatları ile hatırı sayılır kimse olmuştu. Bundan başka kendisine bir büyük saray yaptırılmasına başlanıp binaya sarf olunmak içün hazineden iki yüz yük akçe yedek verilmek hususunda pâdişâh fermanı çıktı, öyle gönül alıcı bir saray yapmasına başladılar ki, görenler hayret içinde kalırdı. O günlerde bazı bilgin zarifler şu beyti söylemişlerdir: Bina emsilesin bilmezdi Cinci Anın çün başladı evvel binaya.
Muharreminin yirminci günü ki, cuma günü idi, âdet olduğu üzere Anadolu kazaskeri Cinci Hoca tersaneye varıp donanmayı hümâyun mühimmatına ziyade önem verdiğinden devlet büyükleri hep giderlerdi. Meğer Ankara’da oturan Keder-zâde adındaki Şerifin eskiden naibi Tavil Ahmed, Cinci Hocaya dört bin kuruş verip Ankara kadılığını almış. Ankara’da Keder-zâdenin kethüdası olup kısmetinden uzak tutmak içün Keder-zâde, adı geçen kadıya, rica mektubu gönderdikte velinimeti iken sözünü dinlemeyip kısmetini götürüp çok akçe alır.
Keder-zâde üzülüp parası çok olan büyüklerin ileri gelenlerinden olmakla, mat olsun diye, kazasker efendiye bin altın gönderip, Ankara kadılığını ister. Tavil Ahmet’in Ankara kadılığını alışı ise altı ay olmuş idi. Kazasker efendi bin altını alıp Ankara kadılığını Keder-zâdeye vermiş…
Kadılardan, adı geçen Tavil-Ahmet’in biraderi Yunus adındaki kadı ki, kardeşi Tavil-Ahmed için dört bin kuruş verip tayin kâğıdını alan odur, tersaneye gidip, kazasker Cinci Hoca’nın huzuruna çıkıp: “Kardeşimin dört bin kuruşunu alıp Ankara kadılığını verip, sebepsiz altı ayda azlettin! Diye iddiaya cüret edince: “Çık bire cahil! Diye azarladıkça, Yunus cevap verip ve dil uzatmakla, tersane kethüdasına: “Alıkoy şunu! Deyip, kethüda yakalamağa cüret edemeyip özür diledikçe hazır olan yardımcılarla İstanbul’a gönderip hapsettirdi. Yardımcılar dağıldıktan sonra, kendi divanhanesinde yatırtıp yirmi otuz değnek ile cezalandırır. Adı geçen kadı ile, nice onun gibi rüşvet vermiş, yüreği yanık kimselerle meclis. Meclis gezip, Cinci Hoca’nın kötülüğünü söyleyip bedduaya başladılar.
Hoca efendinin iki seneden fazla ikbal yıldızı parlamak ta iken, nazar değmekle, azamet binası harap ve hırs ve tamah belasıyla devleti yüz suyunun yok olmaya yüz tutması meydana gelince, bu çeşit rezilce ve çirkin işlerin pâdişâhın kulağına duyurduklarında evvelâ Anadolu kadı askerliğinden nisan ayının birinci günü görevden alındı. Bahai efendi Anadolu kazaskeri olup ikinci olarak yeniden yaptırdığı Şeddad’ın sarayı yapısındaki binadan çıkarılması ferman olundu. O süslü saray, pâdişâh âlem penahın muhterem kızına verildi.
Bu suretle itibar metaı geçmez ve alışveriş pazarı yıkıldı. Yine bu Cinci Hoca’nın rezaletlerinden garip bir olay meydana geldi ki, altmışlı müderrislerinden Sun’î- zâde eniştesi Ali Yâr Efendi’nin biraderi Kadı İsmail, üç bin kuruş rüşvet ile Kayseri’ye kadısı olup, iki ay orada kalıp görevden alınması yüzünden Cinci hocaya varıp geri almak için arzuhal edip, bin kuruşunu çaresiz geriye verdiler. “İki bin kuruşumu verin. Çünkü faizi dahi sekiz yüz kuruş olmuştur. İki ay orada kaldığımı, o sekiz yüz kuruşa tutun!” Dedikte Cinci Hoca Efendi azarlayıp: “Bire koman şunu!” deyince hademeler üşüp, kadıyı devamlı darbelerle düşürüp bir elini yaralarlar.
Zavallı, şeyhülislâma varıp “rüşvet veren ve rüşvet alanın hali bu olur!” dedi. Fakir kadı, rüşvet ile memuriyet istemediğine yemin edip, tayinden sonra üzerine çavuş koyup (baskı yapıp) borç ile buldurup aldıklarını bildirdi. Müfti efendi merhamet edip: “Paşaya var, arzuhal eyle sana izin” demekle, vezir-i âzama varıp olanları bildirdikte, Cinci Hoca’nın kethüdası getirtilip, adı geçen parayı tamamen geri aldılar. Sultan Mehmed ȋn cülusu için Akçe lazım oldu.
Cinci hocanın mallarına el koyulması
Bu sırada devlet hazinesinde para mevcut olmayıp, padişahın cülûsu münasebetiyle verilmesi âdet olan ihsan içün çok akçe lâzım olmakla, Recep ayının â yirmi yedinci günü Cinci Hüseyin efendinden iki yüz kese akçe imdat istenmişti. Adı geçen (Cinci) vermek istemedi.
Cinci Hocanın meydana çıkışı ve pâdişâha yaklaşarak az zamanda yüksek mertebelere çıkıp halktan ve ulemadan para ve hediyeler ve rüşvet yoluyla topladığı sayısız mallar bundan evvel yerinde anlatılmıştı. Rica ile husule getirdiği işler içün aldığı mallardan başka, kazaskerliği sırasında memuriyet ve müderrisliği ve küçük vazifeleri bile, rüşvetsiz vermeyip, musallat olması, küçük büyük herkesin malûmu olup, herkes şerrinden korkardı. Nakibüleşraf Zeyrek-zâde Abdurrahman Efendi nakleder.
O yerdeki, Hüseyin Paşa Bağdat eyaletinden ve biz görevimizden alınıp, İstanbul’a gitmeye niyet etmiştik. Biz Diyarbakır’a Hüseyin paşadan bir gün evvel gelip, Hüseyin Paşa da gelince karşılamaya çıktık ve kendisini uygun yere oturttuk. Hüseyin Paşa yüksüz gelip, ağırlıktan yanında bir şey yok idi. Geldiği vakit bir beygirden ağır bir heybeyi hizmetkârları indirip, bizzat kendi de yapışıp, oturduğu yere yanına alıp, üzerine bir örtü örttü. Kendisiyle (senli benli) olduğumuzdan: “Heybede ne var ki böyle bizzat dikkat edersiniz? Dediğimde şu sözlerle cevap verip dedi ki: “Behey Efendi! İstanbul’da Cinci Hoca dedikleri ol hilekâr Türk?! ve o zararlı tamahkârın şerrini defetmek içün, kendine hediye olarak hazırladığım beş bin kırmızı floridir. Başkaları da buna kıyas oluna.”
Kethüdası Hacı Nurullah ki, bir iki sene evvel bedestanda peş parasız serseri simsar idi. Cinci ile alâkası olmakla devlete geldikçe, kethüdası olup, o da rüşvete aracılık sebebiyle büyük paralar sahibi olmuş idi. Cincinin bu suretle birdenbire meydan alışı, âleme ağır gelip, rüşveti yayması ile devlet işlerinin bozulmasına tek başına bir sebep olmuş iken, ceḥâlet ve ahmaklığından cülûs günü Yeni câmi toplantısına cahilane bir şekilde gelmişti ki olay şu idi.
Cinci Hüseyin Efendi câmiye gelip, asker anı dahi paralamak fikrinde olmakla, kaynatası Mahmud Efendi Şeyhülislâmdan rica edip hemen Cinciyi meclisten kaldırıp, câminin bir köşesinde kavuğunu ve kürkünü bıraktırıp, bir küçük sarık ve ferace giydirip, Karaçavuş Mustafa câminin arka kapısından herifi çıkarıp, kethüdası Hacı Nurullah ile selâmete çıkarıp ikisi dahi kaçtılar.
O vakit Bursa’dan görevden alınan Mûsâ efendi bunun cüret ve ahmaklığına şaşıp “Bu toplantıya gelmemeniz doğru olurdu.” diye nasihat edince” Yâ niçin gelmeyeyim? Biz bugünü Allah’tan isterdik! Âlem ne şekilde yıkıldı, harap oldu? Görmezmişiz?” diye cevap verdiğini işitenler şaşırıp kaldılar. Orada olanlardan biri ki, ulemanın şeyhlerinden idi, cüret edip, “Cinci Efendi hazretleri! âlem harap oldu dersiniz.
Halkın toplanmasına sebep olan hususların büyük sebebi, ibadullahı (Allah’ın kullarını) bu mihnetlere sokakların biri ve en büyük yardımcı cenabınız iken, şimdi hem suçlu ve hem güçlü ve hem yanlış işlerle ile baş davacı olup, buraya teşrifiniz çok gariptir” demişti. Hele camiden kaynatası Mahmud Efendi ricası ile ve kefil olması ile kurtarılıp, kara çavuş eliyle kaçırıldığı yukarıda anlatılmıştı. Vezîr-i Âzam, adam gönderip, Cinciden iki yüz kese istedi.
Vermeyince kaynatası Mahmud Efendi aracılığı ile kendisine şöyle işaret olundu ki, eski padişahtan çeşitli yollarla aldığı Süleymaniye ve diğer vakıflardan hakkı olmayarak yediği, vazifeleri verip, bütün cülûs-u Hümâyun masrafları içün lâzım olan akçeye yardım etmesi istendi. Bu parayı vermek için gayret sarf ettiği takdirde, kendi hakkında bir eziyet olmayacağı, kazaskerlikten görevden alınan efendiler pâyesinde kendine bir arpalık verilip, hatırı hoş edileceği bildirildi. Bu nasihatlı kelimeleri, kaynatası yerine getirdi. Ve babalık hakkını ve nasihatini ifa edince Cinci Hoca: “Ben mertlik ile adam oldum, canım tende iken onlara bir akçe vermem!” diye kesin cevap verince, Mahmud Efendi de onun inadını görüp, bu ahmaktan ümidini kesti.
Ve vezir tarafına bildirip, kendini onun kefaletinden çıkarıp, suçsuzluğunu meydana koydu. Vezir tarafından Çavuş-başı gönderilip, Recebin yirmi beşinci cumartesi günü evi arandı. Meğer kaynatası Mahmud efendiye red cevabı verdikten sonra kethüdası Hacı Nurullah kendine nasihat edip: “Bre Efendi! Bu kadar malı sana yutturmazlar. Bunlara kırk elli kese vermedikçe olmaz!” Diye ısrar edince şöyle böyle razı olup, iş işten geçtikten sonra bir miktar akçe vermeye gönlü olmuş idi.” Getir şu keseleri! Ayarı alçak zoltaları ve eksik ve silik kuruşları ve kırık altınları ayırıp bir miktar akçe verelim! “Deyip, evi harap olası, öyle vakitte bile tamahkârlığının şiddetinden sarraflık sevdasına düşüp, keseleri meydana döküp, alçak ve ayarı bozukları seçmeye meşgul olduğu sırada, Çavuş-başı bu kadar adam ile kapıdan içeriye girer. Kendine haber verilince can başına sıçrayıp, akçeyi meydanda bırakıp hareme kaçtı.
Hacı Nurullah’ı tutup bağladılar. Kendisi haremden dama çıkıp oradan Trabzanlı tahtaboş aşırı geçerken meğer elbisesi, gömleği oraya sıkışıp yırtılıp, bir parçası asılı kalıp kendisi komşusu Tosun Çavuş adındaki kimsenin evine aşıp atıldı. On arşından fazla yerden sıçradığı halde hiçbir yeri kırılmadı. Kuvvetli bünyeli ne garip bir adam idi! Orada boş odada arkası üzere yatıp üzerine bir eski hasır örttüler. Çavuş-başı elinde olan ferman mucibince arkasından hareme girip, adı geçen yerden atladığını bilip, Tosun Çavuşun evinin kapısından girdi. Arayarak buldular. Çavuş-başı Abdul Fettah ağa bir zarif herif idi. Hasırı kaldırıp: “Efendi hazretleri evvelce yüksek ruhları davet ederdi. Şimdi alçak ecinnileri davet içün hasır altına girmiş ancak.” diye o şekilde yakaladılar.
Meseleyi anlatan Mahmud, efendinin hemşire-zâdesi Veli-zâde der ki, Mahmud Efendi kefillikten vazgeçtiği haberini vezire gönderdik de, cinci Hoca mal istenmesini ham tamahkârlığa verip, talebesinden bir ahmağı vezire gönderip: “Eğer yeni pâdişâha beni hoca ederseniz yüz kese akçe vereyim” diye haber göndermiş. Vezir o saat şeyhülislâma varıp meseleyi söyleyince “Ey nabekâr tamahkâr! Bunun dimağı fesattadır, fırsat bulursa âlemi tahrip etmek içün yeni esaslar koyması mümkündür”, deyip gizlice öldürülmesine karar verip yakalanması içün çavuş-başı gönderilmiş idi.
Sonuçta çavuş-başı. Efendiyi hasır altından kaldırıp, yakasından tutup dışarı çıkarırken kabalığı elden koymayıp, çavuş-başıya ve çavuşlara: “Bre asılacaklar! Ben kazasker ve ulemadan değil miyim? Çekin elinizi, bre habisler!” diye çekişmeye başladı. Çünkü çavuş-başı meselenin sonunu bilirdi, hürmet etmeyip, “Vurun şu Türkün başını! Söyletmen, çekin götürün!” demekle çavuşların rezilleri yumruk ile başına yüzüne girişip, başından destarı gidip, muşta darbesinden sağ gözü berelenip, yaka paşa başı açık dışarı çıkardılar.
Mahmud efendinin kethüdası orada bulunmakla başından destarını, arkasından sofunu cinciye giydirip: “Hey Efendi! Allah yardımcın ola… Tamah ve hırs ile sen kendini şu kıyafete götürdün… Daha sonu nice olacaktır, bilirsiniz. Söz tutmadın. Biz ne işleyelim?” Demekte yine şiddet ve kabalığı elden bırakmayıp: “Behey çelebi! Benim suçum nedir? Bana Allah’ın verdiği malı bu zalimlere göz göre göre verip, ben fakir mi olayım? Emir şeriatındır.” diyerek çekilip, vezir sarayına gittiler. Vezirin huzuruna vardıktan yine: “Hoş geldin efendi!” deyip ikram etti. Nasihate başlayıp, “Gel Efendi, cülûs yardımı için iki yüz kese imdat eyle! diye eski sözünü tekrarladı. Cinci Hoca: “Ben akçeyi saraya ve kitaba verdim. Nakit param elli keseye çıkmaz.” diye inkâr eyledi. Paşa dahi güzellik ve yumuşaklıkla söyledikçe o ters davranıp, yemin eyler ve inkâr etmekte direnirdi. Paşa gördük ki nasihat ve ıslah kabul etmez. “Efendi içeri buyurun!” dedi. Sarayda bir odada Hacı Nurullah ile ikisini hapsettiler. Evinde ve saraya gelirken yolda ve sarayda her gün yüzüne karşı söverler ve lânet ederlerdi. Cinci hapsolunduğu gibi evine baş baki kulu, keşşaf, muhzır ağa ve vezirin güvendiklerinden bir iki ağa gönderdiler.
İki yüz kese kuruş hazinesinde mevcut ve denkler ile bohça bohça çeşitli kıymetli şeyler ve altun ile dolu bir iki sandık, elliden fazla samur deftere yazıldı. Yük yük paşa kapısına taşınmaya başlandı. Gözü önünde malları ve eşyası hep alındıktan sonra kazaskerliği zamanında yazdığı ruznâmeleri paşa getirtip, memuriyet ve medreselerden tayin ettiği maddeleri saydırıp, her birinden aldığı malları ve diğer umumî memuriyetler için rica edip tayin ettirdiği eyalet ve hizmetlerden aldıkları ve pâdişâh tarafından ve diğer yerlerden aldığı hediyeler ve paralar kılı kılına hesap olunup, kendi masrafları bunlardan çıkarıldıktan sonra üç bin keseden fazla malı vardır diye oy birliğiyle karar verildi.
Zorla alınmasına başlanması bir ağa, mübaşir görevlendirilip cellât Kara-Ali dedikleri melun ile Cinci’nin hapsolunduğu odaya gönderilip, korkutma ve işkence ile geride kalan mallarını söylettirmek ferman olundu. Ağa gelip, mallarını sorunca, yine inkâr ve yemin etmeye başlamakla Kara-Ali gelip odanın ocağına iki tas koyup, kamış, âşık ve sâir işkence âletlerini, Allaha sığındık, meydana döküp, “Söyle Efendi sultanım! Söyle… Bu aletler sultanım içindir! deyu paçaları sıvadı. O vakit cinci neye uğradığını bilip, kâh kendisi kâh kethüdası “Falan duvarda, falan merdivenin altında gömülü şu kadar şey vardır” deyu haber verdiler. On iki güğüm çil akçe ve yetmiş bin kuruşluk para ki, hepsi tas gibi çukur, yeni ve berrak, hâlis ayarlı Mısır’ın bir nevi parasını yer altından çıkarıp getirdiler.
Önce gelen paraları cülûs bahşişi için askere dağıtıldı. Cincinin paraları uzun zaman halk arasında geçer olup, «Cinci parası» demekle şöhret buldu. Ayarı hâlis olduğundan sarraf melunları eritip, yok ettiler. Bütün parası üç bin keseye yakın samur ve parça ve kıymetli gümüş ve altın kap kacak iki yüz keselik eşyası alınıp, diğer ev eşyası ve ağırlık eşya ve mülküne saldırılmadı. Süleymaniye vakfından Cinci hocanın günde beş yüz akçe vazife ve hacı Nurullah’ın iki yüz akçe vazifesi var idi. Hakları olmadığı halde yer ve yutarlardı. Evvelâ sâhip oldukları günden bu âna gelinceye kadar ne kadar akçe alınmış ise hesap olunup, ikisinden de vakıf için geri alındı. Cincinin vazifesi on beş bin kuruş idi. Tamamen vakfa teslim olundu. Vezîr-i âzam, Mahmud efendiye haber gönderilip: “Kerimelerinin mihr-i Müecceli ne kadardır?” Diye sordular. “Bin altındır” diye cevap verdi. Cincinin malından bin altın, Mahmud efendinin kızı tarafına mihr-i müeccel adı ile gönderildi.
Bu tutumdan, Hüseyin efendiye kötü kasıtları olup, kurtulmayacağı bilindi. Kethüdası Hacı Nurullah’ın yüz elli kesesi alınıp, bir şeyi kalmadığından salıverildi. Cinci Hoca, Şaban ayının ortasına kadar hapsolunup, “Malım yoktur” deyû nikâhına yeminler etmiş iken, bazen cellât korkusu ile ikrar etti ve bazen evini köşe köşe kazıp çıkardıkları hazineler üç bin keseden ziyade olup, alındı. Sonra kendisini ibrim mirlivalığı adiyle Mısır’a sürgün ferman olundu.
Kumkapı’dan bir kayığa koyup yolladılar. Mihaliç’e varınca nikriz (Mafsal) ağrısı hastalığı sebebiyle gidemeyip, orada kalmasına izin verilmiş idi. O vakit arkasından adam gidip, Kızıl-adalarda boğdular haberi yayılıp, aslı çıkmadı. Mihaliç’de her gördüğü adama şikâyet edip: “Benim bunca malımı aldılar, pâdişâha onda birini vermemişlerdir.» diye söylediği naklolunurdu. Bundan sonra tatar hanının, şefaatiyle çırağ olduğuna binâen, devletten rica edip, evinde oturmaya izin verilmek üzere şefaat eyledi.
Bundan sonra zikrolunacak olan Sultan Ahmed câmii Sipahiler vakasında kendi adamlarından olan bazı şakiler o toplantıda bulunup, “Bizim efendimizin suçu nedir? Bu kadar malı alındı, nice oldu?” diye dile getirdiler. Bu fitne Cincinin hilekârlığına verilip, “eğer tatar hanının şefaatiyle kurtulup gelirse başımıza bir iş çıkarır”, diye Limnili Hüseyin Çavuş öldürülmesi içün gönderildi. Hüseyin çavuş varınca:” Nedir çavuş, bize müjde ile mi geldin?” deyince katli için verilen fermanı eline verdi. Abdest alıp namaz kıldıktan sonra orada Cinciyi boğup, öbür dünyaya gönderdiler.
Cinci Hoca’nın parasının cülûs bahşişine büyük yardımı oldu. Sanki böyle bir vakit için biriktirmiş bu asır ki, dünyanın uğursuz günleridir, nice aşağılık kimseler çıkıp, istidat ve hakları olmadığı halde yüksek yerlere çıkıp, az zamanda çok fesat etmişlerdi. Yine az zamanda bu yüksek yerlerden düşüp, yaptıklarının cezasını bulup, yok olmuşlar idi.