Project Syndicate: Krizdeki Amerikan liderliği
Batı’nın yasa dışı göçle başa çıkma stratejisi, Akdeniz veya Manş Denizi'nde ölme olasılığının sığınmacıları caydıracağı umuduna dayanıyor.
ABD merkezli yayın organı Project Syndicate, uluslararası sistemde yaşanan sorunları ve dünyanın karşı karşıya olduğu zorlukları, ABD’nin küresel sisteme liderlik etme kapasitesini yitirmeye başlaması çerçevesinde ele alan bir analiz yayınladı.
Chris Patten’in kaleme aldığın analizde, “Bush’un felaketle sonuçlanan askeri maceraları, uluslararası normların ve kurumların önemini ve onları görmezden gelmenin neticelerini çarpıcı biçimde ortaya koydu. Lakin ne yazık ki ABD, bu dersi bir kez daha unutmuş gözüküyor.” ifadeleri yer alıyor.
İşte o analiz:
İkinci Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllar boyunca ABD, uluslararası hukuka uymuş ve dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmiştir. Ancak Başkan George W. Bush’un felaketle sonuçlanan askeri maceralerı, Amerikan liderliğindeki uluslararası düzende güven duygusunu o kadar güçlü şekiilde sarsmıştır ki iklim değişikliği gibi acil küresel zorluklarla başa çıkmak neredeyse imkansız hale gelmiştir.
Aralık 2003’te Bush’un mirasını sonsuza kadar tanımlayacak olan Irak Savaşı’nın üzerinden yaklaşık dokuz ay geçmişken Bush’a yöneltilen soru, uyguladığı politikaların uluslararası hukuka uygun olup olmadığıydı. Bush ise “Uluslararası hukuktan ne kastettiğinizi bilmiyorum. Avukatıma danışmam daha iyi olur.” şeklinde espri yapmıştı.
Bush’un felaketle sonuçlanan askeri maceraları, uluslararası normların ve kurumların önemini ve onları görmezden gelmenin neticelerini çarpıcı biçimde ortaya koydu. Lakin ne yazık ki ABD, bu dersi bir kez daha unutmuş gözüküyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana BM, kurallara dayalı uluslararası düzenin temel yapı taşı olmuştu. Kimyasal silahlar, biyolojik savaş ve bölgesel istikrar gibi birçok konuya rağmen BM, küresel barışı ve istikrarı sağlamada kritik role sahipti. En azından bir süre de olsa BM’yi etkili kılan şey, dünyadaki liberal demokrasilerin dseteği ve ABD’deki hem Demokrat hem de Cumhuyetçi yönetimlerin kararlı taahhütleriydi.
Bununla birlikte ABD, pek çok uluslararası meselede kararsız kalmaktadır. Örneğin ABD’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne katılmayı uzun süre diretmesi. Buna rağmen Washington yönetimi, genellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kazandığı büyük siyasi ve ekonomik güce rağmen küresel sistemin temel kurallarına uymuştur. Üstelik istediği her şeyi tek başına hayata geçirebilecek kapasitesinin bulunmasına rağmen.
Elbette söz konusu durum, Bush yönetiminin uluslararası muhalefete ve BM Güvenlik Konseyi’ne rağmen Irak’a saldırma kararı almasıyla değişti. ABD, bunu yaparak kendi inandırıcılığını ciddi şekilde zedeledi.
Küresel sistemdeki kural tabanlı sarsarak birçok Arfika ülkesine, Latin Amerika devletine ve Ukrayna’ya saldırganlık noktasında Rusya’ya makul bir neden sağladı. Gelinen nokta itibarıyla Hindistan bile Ukrayna konusunda tarafsız bir tutum sergiliyor. ABD öncülüğündeki yaptırımlardan sakınarak Rusya’dan indirimli petrol satın alıyor ve bunu temel jeopolitik rakibi olan Çin’in Rusya’yla iyi ilişkilerinin bulunmasına rağmen yapıyor.
Liberal demokrasiler, 21. yüzyılın büyük siyasi, ekonomik ve sosyal zorluklarını ele almak için uluslararası anlaşmaları müzakere etmeye çalışırken; bilhassa iklim değişikliği ve kitlesel göç gibi sorunların üstesinden gelmek istenirken; Irak Savaşı’nın güvensizlik mirasıyla da yüzleşmeli. Özellikle de gelecekteki göç baskılarıyla başa çıkmak, uluslararası anlaşmalar ve Küresel Güney’deki düşük gelirli ülkelerin işbirliği olmaksızın imkansız hale gelecek.
Örneğin Afrika’nın nüfusunun 2050 yılına kadar ikiye katlanması bekleniyor. Kıtadaki en savunmasız bölgeleri etkileyebilecek siyasi istikrarsızlık, savaş ve iklim kaynaklı ekonomik sıkıntının toksik bir kombinasyonunu önlemek için Avrupa’nın liberal demokrasilerinin yenilikçi devlet yönetimi, güvenlik müdahaleleri ve önemli kalkınma yardımları kullanması gerekiyor.
Batı Avrupa ülkeleri, bu tür önlemler olmadan büyük bir göç dalgasıyla karşılaşabilir ve bunun kaçınılmaz bir şekilde ciddi sosyal zorluklara yol açarak popülist siyasetin yükselmesini beraberinde getirmesine tanıklık edebilir.
Mevcut durumda Batı’nın yasa dışı göçle başa çıkma stratejisi, Akdeniz veya Manş Denizi’nde ölme olasılığının sığınmacıları caydıracağı umuduna dayanmaktadır. Ancak Birleşik Krallık’ın son deneyimi gösteriyor ki; bu tür önlemler, sağcı radikallerin hoşuna gitse de sorunun temel nedenlerini ele almıyor. Avrupa ülkeleri çalışma yaşındaki insan sayısının azaldığı bir dönemde yaşlanan nüfuslarla mücadele ederken, ülkelerin uzun vadeli ihtiyaçlarını dikkate alan mantıklı bir göç politikasına ihtiyaç var.
Gerekli göçü kolaylaştırmak ve yasa dışı olarak gelen insan sayısını sınırlamak arasında doğru dengeyi kurmak, önümüzdeki on yıllar boyunca Avrupa’nın temel zorluklarından biri olacak. Bu sorun, zaten siyasi tartışmanın önemli bir konusunu oluşturuyor. Hollanda’da olduğu gibi hükümetleri devirebilecek kadar güçlü biçimde aşırı sağcıların yükselmesini tetikleyebilir. Fakat kıtanın demografik zorlukları göz önünde bulundurulduğunda, temel kamu hizmetlerini sürdürmek ve ekonomik büyümeyi devam ettirmek, Fransa’dan Marine Le Pen ve Birleşik Krallık’tan Nigel Farage gibi kişilerin tercih ettiğinden çok daha fazla göçmeni kabul etmeyi gerektirecek.
İklim değişikliğinin oluşturduğu varoluşsal tehdit, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki güven boşluğunu kapatma ihtiyacını acil hale getiriyor. Önemli olan, uluslararası topluluğun sera gazı emisyonlarını nasıl azaltacağına ve süreçten en çok etkilenen ama sorunun oluşmasında en az sorumlu olan düşük gelirli ülkeler için adil bir anlaşmaya varmak.
Batılı liberal demokrasilerin bu konularda politika geliştirme kapasitelerine olan güveni, ABD’nin hala liderlik yeteneğine sahip olması durumunda çok daha yüksek olurdu. Lakin Cumhuriyetçilerin seçim politikalarının temellerini zayıflattığı bir dönemde, bu olası görünmüyor.
ABD’nin mevcut iç siyasi bölünmelerinin birçoğu Irak Savaşı’nın sonucu olarak ortaya çıktı. Franklin Roosevelt, Harry Truman ve Dwight Eisenhower gibi etkili liderler, büyük zorluklarla karşı karşıya kalındığında bile dünyayı daha güvenli ve iyi bir yer haline getirebileceğini göstetmişlerdi. Bush’un başkanlığı ise bunun tam tersi bir süreci başlattı.