gdh'de ara...

Teşekkürler Almanya, bizim için kaygılanma

💢 14 Mayıs Seçimleri bazı başkentlerde derin bir hayal kırıklığına yol açtı. 

💢 Özellikle Alman siyasetçiler uğradıkları hayal kırıklığını açıkça ifade etti.

💢 Seçimler neticesinde ortaya çıkan kompozisyon "daha teslimiyetçi" bir meclis aritmetiği ümitlerini boşa çıkardı.

1. resim

14 Mayıs seçimleri öncesinde Washington, Berlin, Atina, Brüksel ve Şam’da, Türkiye’deki olası bir iktidar değişikliği için hesaplar yapılıyor, Ankara ile ihtilafları bulunan bu başkentler, kendileri açısından daha “uzlaşmacı” bir iktidar aritmetiğinin oluşabileceği ümidini yaşıyorlardı.

Seçimler neticesinde ortaya çıkan kompozisyon ile beraber, her ne kadar ikinci tur henüz yapılmamış olsa da saydığımız başkentlerin bazılarında derin bir hayal kırıklığı yaşandığını görüyoruz. Bunların başında da Berlin geliyor.

Seçim sonuçlarının daha derin analizleri yapılacaktır ama şunu mevcut sonuçlar ışığında söyleyebiliriz; seçmen Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendiren politikaların devamı ile terörle mücadele kararlılığın ve ulusal savunma sanayine verilen atfedilen önemin altını kalın kırmızı çizgilerle çizmiştir. “Dip dalga” milliyetçi oyların artışı yönünde kendisini ortaya koydu.

Belki de Alman siyasetçilerin tepkilerinin temelinde ortaya çıkan bu manzara yatmaktadır. Herhalde, seçim sonrasında dış politika konularında özellikle Kıbrıs başta olmak üzere daha teslimiyetçi bir yapının ortaya çıkabileceği gibi bir yanlış izlenime kapılmışlardı ki, Türkiye’de onların bu talebini karşılayacak bir iktidar yapısının oluşabileceğine ihtimal veremeyiz.

Şimdi bakalım Alman siyasetçiler Türkiye’deki seçim sonuçları ile neler demişler:

Alman Sol Parti Die Linke Genel Başkanı Janine Wissler:

“Muhalefete baskı yapıldı, seçimde manipülasyon yapıldı.”

“Seçim sonuçlarına dikkatli bakmak gerek.”

Alman Hür Demokrat Parti FDP Grup Başkanvekili Alexander Graf Lambsdorff:

“Türkiye’deki seçim sonuçları hayal kırıklığı.”

AB Konseyi’nin seçim gözlemcisi Alman Sosyal Demokrat Frank Schwabe:

“Türkiye’deki seçimlerde demokratik şartlar yerine getirilmedi.”

“YSK, sonuçları tam olarak nasıl açıkladığını duyurmalı.”

“Deprem bölgesinde seçime katılım düşüktü.”

Almanya Tarım Bakanı Cem Özdemir:

“Türkiye’deki seçimler hayal kırıklığı oldu.”

“Meclis seçimleri, parlamentoyu hiç olmadığı kadar muhafazakar yaptı.”

“Seçim adil değildi.”

Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD) Dış Politika uzmanı ve milletvekili Michael Roth:

“Türkiye’deki seçim sonuçları hayal kırıklığı.”

“Seçimler adil değildi. Belki özgürdü, ama adil değildi.”

“Bize yönünü tekrar Avrupa’ya çevirecek biri lazım, bu da Erdoğan değil.”

“Erdoğan kazanırsa, Türkiye-Almanya ilişkileri zora girer.”

Bize düşen uğradıkları hayal kırıklığını açıkça ifade eden Alman siyasetçilere teşekkür edip onlara kendi ülkeleri için kaygılanacakları konular önermek olabilir.

Mesela Türkiye’de bu seçime katılım yüzde 85’in biraz üzerinde gerçekleşti. Almanya bu orana yakın bir katılımı son olarak yüzde 82,2 ile 1998’de gördü. O günden bugüne tüm federal seçimler yüzde 70 ile yüzde 80 arası bir katılım ile gerçekleşiyor.

Türkiye’de son 40 yılın en düşük katılımı ise 2002 seçimlerinde yüzde 79,4 olarak gerçekleşti, ki bu bile Almanya’nın son 20 yılındaki seçimlerinin ortalamasından yüksek. Belki 2025 yılı federal seçimlerinde Almanya’daki seçime katılım yüzde 75 civarında gerçekleşirse bizim bakanlarımız ve siyasetçilerimiz de kaygılarını ifade etmeliler.

Ne de olsa, dünya siyasetinde iddialı bir güç olduğu varsayılan, Avrupa Birliği’nin iki başat ülkesinden biri olan, yani dünya siyasetine yön verme iddiasındaki bir ülkede seçmenlerin dörtte birinin kendilerini kimlerin yöneteceğine ilgisiz olması kaygı verici bir durum.

Bunun için önce kendilerine bir kitap tavsiyesinde bulunuyorum. Türkiye Araştırmaları Vakfı tarafından içinde bulunduğumuz Mayıs ayında yayımlanan yeni bir eser. 12 Türk ve yabancı bilim insanının katkısıyla hazırlanan kitabın ismi “Almanya’da Kurumsal Irkçılık ve Nasyonal Sosyalist Yeraltı Terör Örgütü”.

Türkiye için kaygılanan Alman siyasetçiler bu kitabı okurlarsa, ülkelerinde yabancı insan avına çıkmış bir aşırı sağcı terör örgütünün işlediği ve ancak aydınlatılabilmiş 10 cinayetlerini, bu cinayetlerin eyaletlerdeki polis teşkilatları ve Alman istihbarat servisleri tarafından nasıl örtbas edilip delillerin karartıldığını öğrenip kaygılanabilirler. Üstelik 8 Türk asıllı Alman vatandaşını, 1 Yunan asıllı Alman vatandaşını ve 1 Alman polis memurunu öldüren bu örgüt tamamen tesadüfler sayesinde ortaya çıkarılabilmişti.

2021 yılında bu örgütün hayattaki bilinen tek üyesi ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış olsa da karartılan deliller nedeniyle, NSU terörizminin Alman bürokrasisi içerisindeki yapısı ortaya çıkarılamadı. Ve belki de yeni nesil üyeleriyle Alman toplumunun, siyasetinin, güvenlik mekanizmalarının içinde yaşamaya devam ediyor.

İkinci tavsiyem ise bir belgesel. Bu belgeseli siz okuyucularımızın da mutlaka izlemesini isterim. Netflix’te bulabileceğiniz bu yapımın ismi “Detlev Rohwedder Suikastı”. Kimdir bu Rohwedder? 1989 yılından itibaren Federal Almanya Cumhuriyeti ve Demokratik Almanya birleşme yönünde adımlar atmaya başlar ve Doğu Almanya’nın endüstri tesislerinin özelleştirilmesi gündeme gelir.

Bunun üzerine Federal Almanya hükümeti bu özelleştirme operasyonunu yürütecek bir kurum oluşturacak başına yetkin bir işadamı olan Detlev Rohwedder’i getirir. Rohwedder’in yürüttüğü bu özelleştirme operasyonunun ekonomik bir yağmaya dönüştüğü ve Demokratik Almanya toplumunu ağır bir travmaya sürüklediği yönünde eleştiriler gündeme gelir. 1 Nisan 1991 günü Rohwedder Düsseldorf’taki evinin çalışma odasındayken, yaklaşık 65 metre mesafeden yapılan bir keskin nişancı atışıyla öldürülür.

Almanya devleti 32 yıldır, bu denli stratejik bir görevi yüklediği vatandaşının kimler tarafından neden öldürüldüğünü ortaya çıkarabilmiş değildir. Belgeseli izlemek isteyenlere ipucu vermek istemem, sadece şunu belirteyim bu belgeselde Rohwedder suikasti üzerine 3 senaryo ele alınıyor ve yollar hep Alman devletine çıkıyor. Açıkçası ben bu kitapları okuyun ve belgeselleri izleyince Almanya adına çok kaygılanıyorum.

NSU ve Rohwedde'den imparatorluk vatandaşlarına uzanan zincir

NSU Davası ve Rohwedder Suikasti örnekleri üzerinde neden duruyorum? Çünkü bunların içerdiği tehlikeler geçmiş değil. Hatırlarsanız henüz 6 ay önce, 2022 yılının Aralık ayında bir sabah uyandık ve Almanya’da darbe hazırlığında olan bir örgütün varlığı ile karşılaştık.

Almanya’nın çeşitli kentlerinde yürütülen operasyonlar Avusturya ve İtalya’ya kadar uzandı. Darbe hazırlığındaki grubun aşırı sağ örgütlerle ilişkileri tespit edildi, bol miktarda silah ele geçirildi. Darbecilerin infaz listeleri hazırlamış olduğu da basına yansıdı.

Peki o günden bu yana bu soruşturma ile ilgili ne biliyoruz? Türk basını olarak biz de Almanya için kaygılanıp bu konunun fikri takibini yapmalıyız. Benim bildiğim kadarıyla Şubat ayında bu soruşturma kapsamında ikinci bir operasyon yapıldı ve gözaltına alınanlar oldu. Hala en az 25 şüpheli tutuklu.

Uzun lafın kısası diyeceğim o ki, NSU teröristleri, Rohwedder’i öldürenler ve bugünün darbecilerinin aynı kaynaktan beslendiklerini tahmin etmek zor değil. Hatta belki bugün Türkiye için kaygı belirten Alman siyasetçiler de bu örgütlerin infaz listelerinde olabilir. Bu nedenle Türkiye olarak bizler de Almanya için kaygılanmalıyız.

Almanya ile tarihimizi de hatırlatmak gerekirse, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya kaybetmeden çok daha önce Berlin bize “kaybettirmişti”. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından “iyi polis” rolüyle barış yapıcılığa soyunan Alman İmparatorluğu, barış anlaşmasının Berlin’de yapılmasını sağlamıştı.

Birliğini geç sağladığı için dünyayı sömürmekte Fransa ve İngiltere’nin gerisinde kalan Almanya’nın bu girişiminin amacı, Osmanlı topraklarındaki imtiyaz yarışında dengeyi sağlamaktı. Ancak Osmanlı topraklarındaki tüm gayrı müslim grupların hamiliği çoktan ABD, Rus Çarlığı, İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmıştı.

Bunun üzerine Alman İmparatorluğu, Berlin Anlaşması’na meşhur 61’inci maddeyi ekleyerek Anadolu’da bir “Ermeni Sorunu” icat etmeyi uygun buldu. Böylece 1880’lerden itibaren Osmanlı Devleti Taşnak ve Hınçak terörü ile tanışıyor, Avrupalı emperyal devletler Balkanların, Akdeniz’in ardından Anadolu’ya müdahale etmenin imkanını buluyordu. Bu tarihi dersten ötürüdür ki, Almanya ne zaman bizim için kaygılansa ben daha bir kaygılanıyorum.

Tartışma