ABD’nin ihtiyacı olmayan lüks bir ürün: NATO

Kabul etmek gerekir ki; NATO, eski model bir askeri ittifaktır.

1. resim
03.08.2022

Onlarca yıldır Washington’daki dış politika karar alma süreçlerine egemen olan en yaygın inanç, NATO’nun ABD açısından son derece değerli olduğuydu. ABD’li eski diplomat William Burns’un anılarında yazdığı gibi, ittifakın genişlemesi bile

“Temel varsayımların değerlendirilmesinden çok sonra ABD politikasının temel meselesi olarak algılandı. Bu anlamda NATO’nun genişleme sürecindeki taahhütler ilk aşamada Amerikan çıkarlarına uygun bir durumu yansıtmayı amaçlıyordu."

Lakin durumun değiştiği aşikar. Belirtmek gerekir ki; Washington’da NATO konusunda şüpheci görüşlere sahip olmak, Bad Bunny konserine giden orta yaşlı beyaz bir adam olmak gibidir. Her iki durumda da kendinizi olmanız gereken yerde hissetmezsiniz.

Burns’ün önerdiği haliyle, incelenmemiş fikir birliğiyle oluşan şey, lehte olan argümanların rakiplerle temaslarda bulunularak keskinleştirilmesidir. Nitekim Kathleen J. McInnis ise dış politika konusunda geleneksel görüşü yansıtarak Amerikalıların hala NATO’ya ihtiyaç duyduğunu öne sürüyor.

McInnis, NATO’nun Amerikalıların sahip olduğu “ekonomik refah ve özgürlüğün” temelinde yer aldığını savunan McInnis, Avrupalıların güvenliğinin sağlanmasına ve ABD’nin ulusal güvenlik gündeminin belirlenmesine de NATO’nun olanak tanıdığı kanaatinde. Ona göre, ittifak vesilesiyle ABD’nin Asya’daki güvenliği artmaktadır. Hatta 11 Eylül saldırıları sonrasındaki savaşlardaki süreçler de NATO sayesinde kolay bir biçimde yürütülmüştür. Dahası NATO, korsanlık faaliyetleriyle deniz aşırı mücadelede, Afrika Boynuzu’nda, Çin’le mücadelede, iklim değişikliği konusunda, salgın hastalıklarla mücadelede, teknolojinin kötüye kullanılmasının önlenmesinde, göç meselesinde ve terörizmle mücadele süreçlerinde de mühim işlevlere sahip. “Vay canına” diye karşılanacak bu görüşler gerçeği yansıtıyor mu?

Bazıları, 11 Eylül sonrasında Ortadoğu’da gerçekleşen ABD operasyonlarını desteklemenin kötü bir şey olduğunu öne sürmektedir. Söz konusu operasyonların sonuçları da bu varsayımı teyit etmektedir. Zira ABD, her şeye rağmen Irak ve Afganistan’da 8 trilyon dolar harcadı, binlerce kişinin ölümüne yol açtı ve yirmi yılını heba etti. Bu ortamda söz konusu operasyonları kolaylaştıran NATO gibi organizasyonların katkısı, ABD’ye yapılan bir hibe olarak görülmemeli; geri alınmak üzere verilmiş bir borç şeklinde okunmalıdır. Bunun da maliyetleri var.

Üstelik çok daha büyük bir problem var. NATO, pandemiyle mücadele ya da korsanlık faaliyetleriyle mücadeleyle ilgilenmemektedir. Bu amaçlara yönelik hiçbir yeteneği de ilgisi de bulunmamaktadır. Çünkü kabul etmek gerekir ki; NATO, eski model bir askeri ittifaktır. Dolayısıyla göç ve dezenformasyonla mücadele konularında da uygun bir organizasyon değildir.

Mevzubahis sorunlar, yalnızca NATO’nun kurucu antlaşmasının eksiklikleri değil; aynı zamanda yeni yayınlanan strateji konseptlerinin de eksikliğidir. Bu anlamda NATO, bir pazarlama ürünüdür ve pek çok şey gibi satılır, kendini satar ve dolayısıyla ilgi görür; ancak bürokratik yapısı gereği sadece üye ülkelerin güvenliğini sağlamaya odaklanmış bir askeri örgüttür.

İfade edilmesi gereken en önemli husus, NATO’nun Sovyet saldırganlığını caydırmak amacıyla kurulduğu. Gelinen noktada Ruslar dışarda ve Almanlar içerdeyken ABD, NATO’da kalmak için niçin bu kadar güçlü bir mücadele verdi ve veriyor? Elbette bunun cevabı basit: NATO, ABD’ye Avrupa’da baskın bir aktör olarak varlığını sürdürme imkanı sağlıyor. 1950’li yıllarda bu durum hakkında Avrupa’da çok daha keskin anlaşmazlıklar bulunmaktaydı. Bu anlamda tartışmaya dair ciltlerce kaynağa ulaşmak mümkün. Kısacası Washington, elde ettiği bu rolü sürdürme arzusunda.

Bu noktada MCInniş’in görüşlerine dönülmesinde yarar var. McInnis’in Avrupa’da “derinlemesine savunma” fikrini desteklemek için alıntı yaptığı Rand raporu bile, AD liderlerinin bu fikri yalnızca “Amerikan müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ni kendi başlarına durdurmayacaklarına inandıkları; yani zayıf oldukları için” isteksizce benimsediklerine işaret ediyor. ABD Kongresi’nin 1950’de Almanya’ya göndermeyi kabul ettiği dört tümenin orada süresiz bir şekilde kalması da amaçlanmamıştı. Bunun yerine Avrupa’nın kendi konvansiyonel caydırıcılığını geliştirdiğinde Amerikan birliklerinin çekilmesi planlanmıştı.

Zaten Avrupa, 10 yıldan kısa bir sürede kendi caydırıcılık kapasitesini arttırmayı da başarmıştı. 1959 yılına gelindiğinde ise ABD Başkanı Dwihht D. Eisenhower meseleyi şöyle açıklamıştı:

“Avrupalılari şimdi bu konuşlandırmayı kalıcı ve kesin bir taahhüt  olarak görmeye çalışıyor. Stratejik caydırıcı gücün neredeyse tüm özelliklerine sahibiz. Ayrcıa uzay faaliyetleri ve atom programı yürütüyoruz. Altyapılarının gelişmesi için para harcadık ve hava ve deniz kuvvetlerini koruduk. Şimdi ise Avrupalılar, Sam Amca’yı enayi yapmaya yakın olduklarını düşünüyor. Acil yardıma ihtiyaçları olduğu sürece, oradaki varlığımız iyi bir şeydi. Ancak o zamanlar geçmişte kaldı.”

Öyleyse sormak gerekir; ABD, sonsuza kadar Avrupa’nın güvenliğini sağlayan aktör olarak kalmak zorunda mı?Aslında Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle tetiklenen Avrupa merkezli güvenlik kaygıları da bunun böyle olmadığını gösteriyor. Almanya’nın hamleleri yeni bir çağ gibi ve altı ay önce düşünülemezdi. Almanya, Kuzey-Akım 2’yi iptal etmekle kalmadı; aynı zamanda savunma kapasitesini arttırmak amacıyla 100 milyar avroluk bir fon oluşturdu ve kendi GSYİH’ssinin yüzde 2’sini savunma harcamalarına adayacağını duyurdu. Polonya ve diğer bazı devletler de benzer taahhütlerde bulundu.

Siyaset Bilimci Barry Posen’in yakın tarihli bir CATO Enstitüsü panelinde vurguladığı gibi, elbette Avrupalıların söz konusu taahhütlerin yetine getirilmemesi noktasında birtakım endişeleri var. Ancak ABD de Avrupa’ya 20 bin ek asker gönderiyor. Peki, bu ülkelere güvence vermek, müttefiklerin kendi savunmalarını geliştirmek için gerekli adımları atmasını engellemiyor mu? Muhtemelen Avrupalılar, her zamanki gibi Kaptan Amerika’nın kalkınmasına güvenerek kendi işlerine dönecekler. Örneğin, Jennifer Lind’in Japonya çalışmasında görüldüğü üzere Japonlar, yalnızca ABD’nin kendilerini savunmayacağından endişelendikleri zaman savunma harcamalarına yoğunlaşmaktadır. Bu ortamda ABD’yi Avrupa’nın emziği haline getirmek çok da doğru değil.

Vurgulanmalıdır ki; 2022’de ABD’nin Avrupalı müttefikleri Rusya’yı kendi başlarına kontrol altına alamayacak kadar zayıf değil. Fakat bu ülkeler, ABD’nin kendileri için gereken savunmayı sağlayacağına olan inançları sebebiyle kendi paralarını yerel önceliklerine harcamakta ve savunma kapasitelerini geliştirmekten imtina etmektedir.

Oysa ABD, her geçen gün daha da büyüyen Çin tehdidiyle mücadele ederken; Avrupa güvenlik mimarisinin temel yapı taşı olmayı devam ettiremez. Üstelik Avrupalılar, Asya ülkeleriyle olan ittifaklarını da geliştirirken.

Trans-Atlantik ilişkilerin övülmesi, hala ucuz popülizm olarak görüldüğü için Washington’da moda. Lakin kazın ayağı hiç de öyle değil. Halihazırda 847 milyar dolar olan savunma bütçesi, yakın gelecekte 1 milyar doların üzerine çıkmayacak. Dolayısıyla ABD’nin Avrupa güvenliğinde üstlendiği rol, Washington’un 2022 koşullarında çok daha ihtiyaç duymadığı bir lükstür. Bilindiği gibi ABD, 20.yüzyılda bir Avrupa hegemonunun çıkmasını önlemek maksadıyla iki büyük savaş verdi. Fakat bugün Avrupa’da potansiyel bir hegemon da yok. Hatta Rusya’nın tüm yaygaralarına rağmen çok daha küçük ve fakir bir kıta var. Esasen kıta için bir galibiyet almanın zamanı geldi. 

Tüm bu nedenlerden dolayı NATO’nun savunucuları, ittifakı iklim değişikliği, korsanlık faaliyetleri ve dezenformasyonla mücadele gibi argümanlar üzerinden her derde devası olan bir organizasyon şeklinde tanımlamak yerine bir B planı üzerine düşünmeye başlamalı. Ancak Avrupa, ABD politika değiştirmedikçe bunu yapmayacak.

Foreign Policy tarafından yayımlanan analiz gdh.digital tarafından tercüme edilmiştir.