gdh'de ara...

ABD'nin Suudi Arabistan'a karşı biriken öfkesinin kaynağı yalnızca petrol mü?

💢 ABD-Suudi Arabistan ilişkilerindeki “kriz durumu” Biden’ın yönetim dönemini aşarak kronik boyut kazanma potansiyeli taşıyor.

💢 Enerji üretiminde değişen dengeler, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan jeopolitik dengelerde de pozisyon değişikliklerine yol açıyor.

1. resim

13 ülkeyi aynı çatı altında toplayan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC’in, yine petrol üreticisi olan ancak örgüt üyesi olmayan 10 ülke ile fikir birliğine vararak 5 Ekim’de aldığı günlük petrol üretimini 2 milyon varil azaltma kararı, ABD’nin gazabını Suudi Arabistan’ın üzerine yöneltti. 

Kasım ayında yürürlüğe girecek olan kararın ilan edilmesinin ardından ABD’nin korktuğu şekilde ham petrol fiyatlarında dramatik bir artış yaşanmadı. Bunda, 2023 yılında dünya ülkelerinin en az üçte birinin ekonomik resesyona gireceği yönündeki IMF’nin ( Uluslarararası Para Fonu) açıklaması etkili oldu. Avrupa’da resesyonda başı çekecek ülkeler Almanya ve İtalya olacak. Yani üretimin ve arzın azalacağı bir ortamda petrol talebinin de azalacak olması en azından şimdilik piyasalarda kriz yaratacak bir yükselişe yol açmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başlamasıyla beraber piyasalardaki dengesizlikleri önlemek ve Rusya’nın petrol satışından büyük meblağlar kazanmasının önüne geçmek için stratejik petrol rezervlerini 6 ay süreyle açmaya karar vermişti. Eylül ayında bu uygulamanın sonunda ABD’nin stratejik rezervleri 38 yılın en alt seviyesine, 416 milyon 389 bin varile geriledi. Ancak OPEC’in kesinti kararı üzerine ABD yönetimi 10 milyon varil petrolü daha piyasaya sürmeye karar verdi. 

Petrolün küresel jeopolitik mücadelenin doğasını temelinden değiştiren etkisinin başlangıcı günümüzden 110 yıl öncesine dayanıyor. 31 Temmuz 1912’de İngiliz donanması tarafından teşkil edilen Petrol Komitesi’nin donanma gemilerinde kömür yerine petrol kullanımına geçilmesi kararı dünya tarihini değiştirdi desek abartmış olmayız. 1914 yılında Kraliyet Donanmasına katılımı onaylanan HMS Queen Elizabeth gemisi tamamen akaryakıtla çalışan ilk savaş gemisi oldu. Bu gelişme kaçınılmaz olarak dönemin belli başlı petrol üretim alanlarını Batılı emperyalist ülkelerin hedefi haline getirdi. Arap Yarımadası, Hazar Denizi Havzası ve Mezopotamya küresel egemenlik kurmayı hedefleyen ülkelerin radarına girmişti. Fransa ve İngiltere bu petrol havzalarını paylaşmak için henüz Birinci Dünya Savaşı sürerken gizlice Sykes-Picot anlaşmasını 1916’da kotardılar. Daha sonra bu anlaşmaya Rus Çarlığı da imza koydu ama Bolşevik Devrimi Moskova’yı denklem dışına iterken anlaşmanın ifşa olmasını da beraberinde getirdi.

Petrolün Batılı ülkelerin donanmaları için önemi öyle bir noktaya ulaşmıştı ki 1953’te İran petrollerini millileştiren İran Başbakanı Muhammed Musaddık’ı devirmek için ABD ve İngiltere seferber oldu. 1950’li yılların sonuna kadar İngiltere donanması akaryakıtının yüzde 80’ini İran’dan, Abadan petrol havzasından temin etmekteydi. Aradan geçen yıllarda İran’daki devrimin de etkisi ve Suudi Arabistan’ın Körfez ülkeleri arasında öne çıkmasıyla, Riyad yönetimi petrol fiyatlarına yön verecek pozisyona geldi. Petrol yalnızca bir defa, 1973 yılındaki Arap-İsrail Savaşı sırasında uygulanan ambargo ile Batı’ya karşı kullanıldı. Ambargodan ders alan Batı, alışkanlıklarını ve üretim-tüketim modellerini değiştirerek petrole olan bağımlılığını azaltmaya çalıştı.

Ancak ne temiz enerji kaynakları, ne doğalgaz ne de nükleer enerji petrolün yerini bugüne kadar tam manasıyla doldurabildi. 24 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna-Rusya Savaşı, yalnızca Rusya’nın ürettiği kömür, petrol ve doğalgaza Avrupa’nın ne derece bağımlı olduğunu teyit etmekle kalmadı. Petrolün hala vazgeçilmez bir aktör olduğunu da ortaya koydu. 

OPEC ve aralarında Rusya’nın da bulunduğu 10 üretici ülkenin günlük arzı 2 milyon varil azaltma kararı alması, Suudi Arabistan’ı Washington nezdinde hedef haline getirdi. Trump’ın başkanlık döneminden sonra soğuk rüzgarların esmeye başladığı ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinde süreç fırtınaya dönüştü. 

ABD, üç sebeple arzın azaltılmasının önüne geçmeye çalıştı: 

  1. Petrol fiyatlarındaki artışın Batılı ülkelerin ekonomilerinde enflasyonu daha fazla tetikleyecek sonuçlar doğurması
  1. Petrol fiyatlarındaki yükselişin Rusya’ya uygulanan yaptırımları etkisiz kılarak Moskova’nın savaşı finanse etmesinde elini güçlendirmesi
  1. 8 Kasım’da ABD’de yapılacak ara seçimler öncesinde akaryakıt fiyatlarındaki artışla ekonomide meydana gelecek olumsuzlukların Cumhuriyetçi Parti’nin elini güçlendirmesi. Böylece Temsilciler Meclisi ve Senato’da kontrolün Cumhuriyetçi Parti’ye geçerek Biden’ın Beyaz Saray’da topal ördek durumuna düşmesi ihtimali. Nitekim kamuoyu yoklamaları ibrenin az farkla Cumhuriyetçi Parti’den yana olduğuna işaret ediyor. 

Biden yönetimi tüm faktörler içerisinde en çok petrol arzının azaltılması kararının tam da ara seçimler öncesinde alınmasını önemsiyor ve bunun kasıtlı yapıldığı kanaati hakim. Beyaz Saray’daki Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilileri, petrol arzının azaltılmasının piyasalar açısından bir aciliyeti olmadığına dair Suudi Arabistan’a çok sayıda veri sunduklarını, kararın ertelenmesini istediklerini ancak Riyad yönetiminden karşılık bulamadıklarını ifade ediyorlar. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise 2 milyon varillik üretim kısıtlamasının tamamen piyasa koşulları gereği alınan bir karar olduğu, siyasi bir yönü bulunmadığı konusunda ısrarlı. 

Ancak Suudi Arabistan’ın ihtiyaç duyduğu silah ve mühimmatın yüzde 70’ini sağlayan ABD yönetimi ambargo sopasını sallamaya başladı bile. Bir silah ambargosunun gündeme gelmesi, Suudi Arabistan’ı Yemen’de yürüttüğü savaşta kısa vadede zor duruma düşüreceği gibi, orta ve uzun vadede İran kaynaklı tehditler nedeniyle de köşeye sıkıştıracaktır. 

ABD’nin Suudi Arabistan’ı yalnızca Rusya’nın elini rahatlatması nedeniyle hedef haline getirdiğini söylemek de mümkün değil. Başta Riyad yönetimi olmak üzere Körfez ülkelerinin Çin Halk Cumhuriyeti ile artan ilişkileri Washington’u rahatsız eden bir diğer konu başlığı.

Biden’ın, Suudi Arabistan’a tepkilerin tırmandığı günlerde Pakistan ile ilgili yaptığı suçlayıcı açıklamalara da dikkat çekmekte yarar var. Pakistan’ın nükleer silah stoklarına dikkat çeken ABD Başkanı, bu ülkeyi “tehlikeli” olarak niteledi. Taraflar arasındaki ilişkiler ABD’nin Afganistan’ı işgalinden bu yana olumsuz yönde seyir izliyor. Afganistan’ın işgali için Pakistan’ın topraklarının kullanılmasına izin vermemesi, hava sahasını ABD uçaklarına sınırsız şekilde açmaması, 2009 yılından itibaren ABD İHA ve SİHA üslerini kapatması taraflar arasındaki işbirliğini giderek azalttı. 2011 yılında ABD’nin İslamabad yönetimine bilgi vermeden el Kaide lideri Usame Bin Ladin’i Pakistan topraklarındaki Abudabad’a operasyon düzenleyerek öldürmesi ise ilişkilerdeki olumsuz gidişata tuz biber ekti. Suudi Arabistan gibi Çin Halk Cumhuriyeti ile ticari ilişkilerini giderek geliştiren Pakistan’ın da Washington’un kara listesine girdiği anlaşılıyor. Dahası Pakistan’ın, son yıllarda Suudi Arabistan’ın balistik füze programına önemli ölçüde destek sağladığı biliniyor. Muhtemelen ABD istihbarat kaynakları bu ilişkinin nükleer silah ve enerji alanına da sirayet etmesinden endişeli. 

ABD-Suudi Arabistan ilişkilerindeki “kriz durumu” Biden’ın yönetim dönemini aşarak kronik boyut kazanma potansiyeli taşıyor. Petrol üretiminde kendi kendisine yeten, Avrupa’nın sıvılaştırılmış doğalgaz ihtiyacının yarısını karşılayacak seviyeye gelen ABD’nin artık savaş gemilerini yüzdürmek, uçaklarını uçurmak için başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez bölgesinin petrolüne bağımlı olduğunu söylemek mümkün değil. Enerji üretiminde değişen dengeler, kaçınılmaz şekilde İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan jeopolitik dengelerde de pozisyon değişikliklerine yol açıyor. Türkiye gibi ülkeler doğalgaz ticaretindeki yerleriyle yükselirken, Suudi Arabistan gibi petrol üretimi odaklı ülkeler pozisyon kaybına uğrayabildikleri gibi geçmişteki dostlarıyla hasım hale gelebiliyorlar.

Tartışma