Ayhan Bilgen: Demirtaş ile HDP arasında sorunlar var

Eski HDP'li, Türkiye'nin Sesi Altınçağ Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen ile Türkiye'deki siyaseti ve eski partisi HDP ile kopuş sürecini konuştuk.

1. resim

HDP Milletvekiliyken, Kars Belediye Başkanlığı'na aday gösterilen ve sonrasında görevden alınarak cezaevine giren, daha sonra da partisi HDP ile yollarını ayırıp, Türkiye'nin Sesi Altınçağ Partisi (SES) Genel Başkanı olarak siyasi hayatına devam eden Ayhan Bilgen ile Ankara'daki parti genel merkezinde bir araya geldik.

Hem eski partisi HDP ile yaşadığı ayrılık sürecini, HDP - Kandil ilişkilerini, "Kürt sorunu"nun çözüm arayışının neden tek partinin baskısı altında olduğunu, HDP ile Selahattin Demirtaş arasındaki sorunları, Altılı Masa ile HDP arasındaki ilişkiyi ve partisinin siyasi geleceğini konuştuk.

İyi okumalar.

Ülkedeki siyasi gündemi nasıl görüyorsunuz? Ne oluyor sizce Türkiye’de?

Türkiye seçim dönemlerini son derece kötü yöneten bir ülke. Siyasi parti kültürümüz darbelerle sürekli inkıtaa uğradığı için sağlıklı bir zemine oturmadı. Ya da toplumsal psikolojimiz, kültürel düzeyimiz buna sebebiyet veriyor.

Popülizmin, hamasetin, sloganın yükseldiği, adeta insanın insan olmaktan çıktığı, rozetlerin insanların yüreklerinden daha öne çıktığı, tabelaların insanlığımızı bazen unutturduğu dönemler.

Kazasız belasız atlatılması gereken süreçler gibi görüyorum.

Bu dönemden daha kötüsü olmuş muydu?

Bu gerilim sadece iç politikadan kaynaklı değil, küresel boyutları var. Ekonomiyle ilgili boyutları var. Pandemide ortaya çıkan krizler var.

Depremin kendisi zaten başlı başına büyük bir facia. Ama siyasette galiba 20 yıldır biriken enerjinin de sıkışmasından kaynaklı fay hatlarıyla o biriken enerjinin buluşması riski var. Dolayısıyla bizim her seçimimiz sorunlu oldu ama bu daha fazla sorunlu olacak gibi gözüküyor.

20 yıldır biriken enerjiden bahsettiniz. O enerji sizce nasıl boşalır? Siyaseten bir değişime mi, yoksa farklı bir stratejiye mi ihtiyaç var?

Aslında siyasette bütün maharet, kriz yönetmektir, değişimi yönetmektir. Riskleri, tehlikeyi, kırılmaları, rövanşizmi en aza indirerek değişimi yönetmektir.

Bulunduğumuz coğrafyada değişim iyi yönetilemediği zaman geçmişi aradığınız, eskiyi aradığınız süreçler yaşarsınız.

Sovyetler sonrası, Soğuk Savaş sonrası bunu birçok ülke yaşadı.

Türkiye aslında böyle bir dönemeçte, böyle bir yol ayrımında.

Fakat değişim için alternatiflerin, muhalefetin güven inşa etmesi gerekiyor.

Türkiye siyasetinde ciddi bir muhalefet sorunu var. 20 yıl aynı iktidar tarafından yönetilen bir ülkede tıkanma, kilitlenme olur ama muhalefetin daha güçlü umut vererek o değişimin gerilimsiz olmasını sağlamak gibi bir görevi var.

Bence sorunumuz burada başlıyor. Çünkü kamplaşma, kutuplaşma o kadar sert o kadar keskin ki. Rövanşizm duygusu kitleleri kutuplaştırıyor.

Neden 20 yıldır bir muhalefet sorunumuz var? Neden muhalefet kendini yenileyemedi?

Türkiye’de iktidarla muhalefet arası ilişki sağlıksız. Katı parti disiplini denilen şey Türkiye için ciddi bir sorun. İnsanlar ortak aklı, ortak vicdanı inşa etmeyi sanki kendi parti ilkelerinden uzaklaşma, savrulma gibi görüyorlar.

Oysa partiler bir araçtır. Topluma hizmet etmek için birbirine yakın görüşleri, düşüncesi olanların bir araya gelip ülke sorunlarına dair çözüm üretmesidir.

Bizde particilik neredeyse din gibi, mezhep gibi ya da futbol taraftarlığı gibi bir pozisyona girmiş durumda.

Böyle olunca ne iktidar eleştirilerden yeterince faydalanabiliyor, ne de muhalefet yapıcı eleştiri yapmanın bir yolunu, yöntemini geliştirebiliyor.

Sanki savaşıyoruz, sanki düşman kuvvetler var ve ölümüne birbirimizi tasfiye etmeye çalışıyoruz.

Bu da muhalefetin iktidar kitlesine hitap etmesini imkansızlaştırıyor.

Sadece kendi fanatik kitleniz üzerinden siyaset yaparsanız değişimi sağlayamazsınız.

Türkiye siyaseti fanatiklerin adeta kuşatması altında.

15 Temmuz’dan sonra Yenikapı Meydanı’nda bütün siyasi parti liderlerinin davet edildiği bir miting yapılmıştı. Mesela o bir ışık değil miydi? Neden MHP ile AK Parti’nin yakaladığı sinerjiyi diğer partiler yakalayamadı?

Bir tarafı suçlamak belki çok sağlıklı olmayabilir. Asıl sıkıntı ülkenin ortak yararı ile parti çıkarlarımız arasındaki çelişki.

Eğer 15 Temmuz sonrası süreçte o birliktelik sağlanabilseydi ya da korunabilseydi ben hak ihlallerinin de daha az olacağını, kutuplaşmanın da daha az olacağını düşünüyorum.

Burada özellikle bir göndermeyi yapma ihtiyacı duyuyorum. Cumhurbaşkanı bir Türkiye masasından bahsetti ve aslında Türkiye masasını gündeme getirdiğinde yanlış hatırlamıyorsam Kılıçdaroğlu ile de bir görüşme konsepti doğmuştu.

Tam o tarihlerde Çubuk’taki saldırı oldu.

Kılıçdaroğlu'na yapılan saldırı ile demek ki Türkiye’de bu ortak aklı, ortak vicdanı, birlikteliği inşa etmeyi istemeyen, sabote eden, eğilimler, yaklaşımlar var.

Sizin HDP ile 2015-2021 yılları arasında vekillik ve belediye başkanlığı süreçlerinizde bir birlikteliğiniz oldu. Neden ayrıştınız, ne oldu?

Benim siyasetten beklentim, toplumsal sorunların çözümüyle ilgilidir. Özel olarak da Kürt sorununun barışçı çözümü.

Bir yerden sonra benim buna katkı yapamadığımı, bu anlamda çok işlevsel, çok kalıcı kazanımlar gerçekleştiremediğimizi daha yüzeysel, daha palyatif bir pozisyonun oluştuğunu görmeye başladım.

Yapısal dönüşümü sağlayamayınca da artık orada durmamın çok anlamlı olmadığını düşünmeye başladım.

Ben özellikle Türkiyelileşme siyasetini önemsiyorum. Türkiye demokratikleşmesi ile barışın tesisinin birbirinden ayrılmaz şeyler olduğu konusuna hâlâ büyük değer atfediyorum.

Ama ne yazık ki HDP siyasette varlık sebebini hayata geçirme konusunda üzerine düşeni yapamadı.

Kendimi de dahil ediyorum. Başkalarını suçlamak için söylemiyorum ama siyasetteki çürüme, yozlaşma, kokuşma, kişisel kariyer, ayak oyunları, entrikalar konusunda da toplumsal iddialarıyla, o sırtındaki yumurta küfesi ile çelişen eğilimlere girmeye başladı.

Dolayısıyla ben artık katkımın olmadığı ya da yanlışları önleyemediğim bir yerde durmamam gerektiğini düşündüm.

HDP’nin terör örgütüyle arasında tam olarak nasıl bir ilişki var? Siz görev yaptığınız süre içerisinde ne gördünüz, nelere şahit oldunuz? Burada sizi rahatsız HDP ve Kandil ilişkisi miydi?

Ben sonuçta o siyasete o tarihsel arka planı ya da o sosyolojik iç içe geçmişliği zaten bilerek girdim.

Bunu bilmemek mümkün değil. Bunun farkında olmamak, gerçeklikle örtüşmeyen bir şey. Ama bu gerçekliğe rağmen bunu bir hukuk tartışması, bir organik ilişki tartışmasına dökmeden, kriminal alana çekmeden söylüyorum; “sosyolojik ve tarihsel boyut”.

Sonuçta bir yasal Kürt siyasi partisinin kuruluş süreci, SHP’den Paris Konferansı’na giden milletvekillerinin ayrılıp ayrı bir parti kurmasıyla başladı.

Öncesinde 1984’ten itibaren eylemler var. 70’li yıllardan itibaren silahlı bir örgütlenme var. O sosyoloji ve o tarihsel arka planın farkındayız. Ama buna rağmen bir hedef koyarsınız önünüze.

Türkiye’de artık silah yoluyla siyaset yapılmaması gerektiği, bu devrin bitmesi gerektiği konusunda hepimiz bence aynı kanaatteyiz. Ama bunu nasıl başaracağız?

Burada; bir tarafta silah dursun, bir tarafta siyaset yapalım. Hem demokrasi diyelim ama hem de istediğimiz anda bombalarla silahlarla bir dil kuralım. Böyle bir şey olamaz.

Birinin zamanla diğerini bastırması kaçınılmazdır ve burada demokratik siyasetin güçlenmesi konusunda bence asıl yol ayrımı o. Benim açımdan önemli olan o.

Ben topu Kandil’e atarak, silahlı aktörlere atarak, onlar izin vermiyor bizim siyaset yapmamıza, onlar fırsat vermiyor demeyi sorumsuz bir davranış olarak görürüm.

Burada tam tersi geçerlidir. Biz öyle bir demokrasi mücadelesi vermeliyiz ki öyle bir barış mücadelesi vermeliyiz ki artık silahın siyasette gereği olmamalı.

Silaha ihtiyaç duyacak, silaha zemin oluşturacak koşulları ortadan kaldırmalıyız. Ben onu başaramadığımızı düşünüyorum.

Burada siyasetin silaha üstün gelmesi gerekirken örgütün bir şekilde partiye üstün gelmeye başladığını söyleyebilir miyiz?

Aslında o cümleyi tersinden aynı anlama gelecek şekilde ben şöyle kurayım; siyasetin zayıf kalması, siyasetin yeterince etkin, güçlü olamaması.

Burada hani Necip Fazıl’ın darbelerle ilgili bir meşhur tabiri vardır. Galiba 12 Mart için kullanıyor diyor ki; “Yoğurttan hükümete mukavvadan hançer sokuldu.”

- Necip Fazıl Kısakürek

Ben siyasetin zayıf olduğunu düşünenlerdenim. Eğer bir boşluk varsa siyasette o boşluğu biri doldurur.

Türk siyasetinde darbelerle asker doldurur, Kürt siyasetinde başka aktörler daha belirleyici olmaya başlar.

Burada topyekûn demokratikleşmeyi, topyekûn şiddetin, çatışmanın, güç siyasetinin iktidarcı siyasetin gerilmesini daha toplumcu, daha özgürlükçü, daha yurttaş merkezli bir siyasetin inşası gerekir.

Bu inşayı siz gerçekleştiremediğinizde o boşluk başka türlü dolar.

Siyaseten, özellikle çözüm sürecinde çok büyük avantajlar elde edilmişti. Bu süreçte siyaset yeterince üstün gelmedi diyebilir miyiz? Saldırılar neden devam etti?

Genel olarak HDP sürecinde iki kritik hata olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan birisi Hendek sürecidir. Olacak bir şey değildi ve orada elbette ki HDP başlatmadı. HDP karar vericisi falan değildi o sürecin. Ama o süreçte daha başka riskler alarak o kadar insanın hayatına mal olacak süreci durdurabilmeliydi, durdurabilmeliydik. Kendimi de dahil ederek söylüyorum, gücümüz yetmedi ne yazık ki.

İkincisi de 7 Haziran sürecidir. Ben çözüm sürecinin hem bitişi hem sonrasındaki 7 Haziran akşamı ortaya konan tavrın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bunu çok net biçimde ifade ediyorum, belki bugünden daha net görüyoruz.

O gün belki o atmosferde bu kadar berrak değildi. Ama Kürtlerin bir bütün olarak cumhuriyetle barışması, Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan sonra yaşadıkları acı travmaların geride kalması, artık yarınlara dair bir yeni inşanın, yeni kurucu aklın ortaya çıkmasında Kürtlerle Türklerin birlikte hareket etmesi konusunda çözüm süreci büyük bir fırsattı.

Yöntem hataları yapıldı, başarısız oldu, istenen noktaya ulaşmadı.

7 Haziran akşamı Kürt siyaseti kendi kendini sistem dışına, sahanın dışına, yedek kulübesine itti.

Taktik bir hata olarak görülebilir ama kalıcı etkiler bıraktı. Eğer 7 Haziran’da o imkan daha farklı değerlendirilebilseydi, Türkiye’de belki sonrasında yaşadığımız acı olayların büyük kısmı yaşanmayacaktı.

Ben orada doğrudan doğruya HDP’nin kendisinin süreci yönetemediği düşüncesindeyim. Tabii ki tek suçlu HDP değil, HDP dışında etkenler, faktörler şüphesiz var.

7 Haziran-1 Kasım arasında patlayan bombalar o gerilim, kaos, şüphesiz tek başına HDP’ye fatura edilecek bir şey değil.

HDP’nin de 7 Haziran’a giden süreç ve 7 Haziran akşamı büyük bir fırsatı kaçırdığını düşünüyorum.

HDP’de yönetici belirlenmesinde Kandil'in bir etkisi oluyor mu?

Ben orada tersinin olduğunu düşünüyorum. Kişisel çıkar ilişkileriyle birtakım insanların aslında kendi tercihlerini Kandil’e imzalattırarak tekrar siyasal alana taşıdığı kanaatindeyim.

Burada eğer mekanizmayı siz sağlıklı işletirseniz, sivil toplum, siyaset ilişkisi, ilçe, il teşkilatlarınız, örgütsel yapınızın katılımı, halkın birebir görüşlerinin dikkate alınması ki HDP’nin iddiası budur; yatay siyasettir, yerel siyasettir, eğer bu mekanizmalar işletilebilirse halka hesap veren, halkla birlikte karar alabilen bir mekanizma kurulabilirse ben dışarının öyle çok müdahale heveslisi olacağı kanaatinde değilim.

Kandil’in müdahale etme hevesinden çok HDP’nin kendi alanını inşa edememesi, kendi toplumsallığı, kendi iç demokrasisini inşa edememesinin daha fazla etkili olduğu kanaatindeyim.

Kayyum atanması ve sizin tutuklanma sürecinizde ne oldu, neler yaşandı? HDP ile kırılma noktanız neydi?

Ben HDP’de grup başkan vekiliydim ve aslında Kars’a Belediye Başkanı olarak gitmek benim için bir tenzili rütbedir. Ben siyasete rütbeler üzerinden bakmam ama sonuçta karşıda bir ihtiyaç olduğunu gördüm.

Kars sosyolojisini de biraz Türkiye gibi, daha çoğulcu olarak gördüğüm için orada barışçı, ayrımcılık yapmadan, çürümeye, yozlaşmaya, kutuplaşmaya izin vermeden siyaset yapmanın Türkiye’ye bir şeyler katabileceğini düşündüm ve gittim.

Ama ne yazık ki Türkiye siyasetini normalleştirme konusunda mesafe alamadığımız için göstere göstere kayyumlar geldi.

‘Göstere göstere geldi’ tabirini topyekûn resim için söylüyorum. Yine sadece HDP üzerinden yürütmüyorum bunu. Daha önceki dönemde de 2014’te seçilen belediye başkanları da görevden alınmıştı. Yine kayyum atanmıştı.

Şimdi bir ülkenin kayyum atama noktasına sürüklenmesi, götürülmesi bunun aşılamaması siyaset için topyekûn bir başarısızlıktır.

Bunda HDP’nin de payı vardır, bunda iktidarın da vardır. Türkiye tarihinde geçmişte başbakanlar idam edildi, siyasetçiler her darbede cezaevine atıldılar. Burada normalleşme dediğimiz şeyin ne kadar zor olduğunun farkındayız.

Kavgalar bitirilemediği, diğer çatışmalar, diğer gerilimler, silahla ilgili süreçler tüketilmediği için bunun bedelini, faturasını siyasetçinin ödediğini düşünüyorum.

Bunun sebebi sadece uzantısı olarak görülmek mi yoksa o belediyelerle örgüt arasında gerçekten bir nakit alışverişi var mıydı?

Bildiğim bir şey yok. Ben kendi belediyemde olmadığından zaten eminim. Kars Belediyesine böyle bir iddiada bulunulmadı.

Kimse dönüp Kars’ta bir kuruşun kayıt dışı bir yere gittiğini iddia edemez.

Sonuçta siz bir partinin üyesiniz ve o partiye dönük bir süreç işlediğinde siz de oradan payınıza düşeni almış oluyorsunuz.

Ben Kürt siyasetinin daha halkçıllaşması, daha toplumsallaşması daha şeffaflaşması yoluyla bu durumun kısmen aşılabileceğini düşünüyorum.

Şeffaf olduğunuzda kimse dönüp size, “ örgüte para mı aktardınız ya da kararlar şuradan talimatla mı geldi” demez, diyemez.

Herkes ısrarla sorunun sadece örgütün müdahalesi olduğunu düşünüyor, bense burada demokratik siyasetin, şeffaf, katılımcı siyasetin inşa edilememiş olduğu kanaatindeyim.

Son yıllarını da düşünürseniz HDP böyle bir inşaya müsaade eden bir parti mi? Bugünkü yapısıyla doğru bir iletişim dili kullandığını, kendisine karşı atılan adımları pozitif şekilde değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?

7 Haziran’da kaçırdığımız fırsat odur. Sonuçta halk bir el uzattı. Biz Türkiyelileşme ile ilgili bir iddia ortaya koyduk, toplum da bunu destekledi, oylar yükseldi ama sonra geriye gittik tekrar. O fırsatı kaçırdık.

HDP elinin tersiyle itmedi mi o süreci sizce?

Teptik de denebilir. Çünkü bazı mesajlar, bazı yaklaşımlar teptik diye yorumlanabilecek yaklaşımlardı.

Tabii ki sadece HDP’den kaynaklanmayan o kriminal ortam hazırlandı ama HDP o kriminal ortamı bozamadı.

En azından bu iradeyi ortaya koyamadı, o çatışmayı boşa çıkaramadı.

Bir biçimde Suriye’yle ilgili sergilenen duyarlılık, Suriye’deki Kürtlerin IŞİD tarafından bir katliama uğramaması için sivil tepki göstermek başka bir şeydir. Elliye yakın insanın ölümüne sebebiyet verecek bir ortamın doğması başka bir şeydir, provokasyondur.

Siyaseti masumlaştırıp, siyasetin hiçbir suçu, hiçbir kusuru, hiçbir eksiği yok gibi görülüp bütün faturanın Kandil’e çıkartılmasının ben sorunu çözmeye katkısı olmayacağını düşünüyorum.

Biz burada oturalım, sürekli Kandil’le ilgili ayin yapar gibi Kandil'i suçlayalım. İyi de ben niye siyasete girdim, halktan niye oy istedim?

Madem barışçı çözüm sağlamayacaktım, madem demokratikleşme için bir ilave ortaya koyamayacaktım niye milletvekili oldum, niye parti yönetimine girdim, niye belediye başkanı oldum?

Halk bana oy verirken evet Kürt sorunun da duyarlılık dikkate alındı ama belediye hizmet de istedi.

Milletvekili olduğumda halk, taleplerini gündeme taşımamı, siyasette oyun kurucu olmamı istedi.

Hiçbir toplum sonsuza kadar sokakta cop yemek, gaz yemek, dayak yemek, dövülmek için siyaset yapmaz. Ülke yönetimine katılmak ister.

Kürtlerin nüfusu hafife alınacak bir nüfus değil. Kürtler sonuçta bu ülkenin yönetimine katılmak isterler. Herkes gibi bu en doğal hakları.

7 Haziran’da elimizin tersiyle ittiğimiz süreç bu anlamda bize yol su, elektrik olarak geri döndü tabir yerindeyse.

HDP’ye oy verenlerin tamamı HDP’nin misyonunu, görüşünü paylaşıyor mu? Yoksa bunun sebebi temsil noktasında başka bir siyasi partinin var olamaması mı?

İkisinin de haklılık payı var.

Kürt siyasetinde çoğulculuğun Kürtlerin lehine olduğunu düşünüyorum. Bunu HDP içerisindeyken de ifade ediyordum.

Bir toplumun, bir kitlenin, bir kimliğin, tek bir partiye angaje edilmesi doğru bir şey değil.

Türkiye’de Kürt nüfusuyla ilgili 20-25 milyon gibi rakamlar konuşuluyor. Alınan oy bunun üçte biri civarına tekabül ediyor.

Sonuçta HDP’ye verildiği kadar Adalet ve Kalkınma Partisi'ne veriliyor ya da bir o kadar da CHP, Saadet gibi diğer partilere veriliyor.

Geçmişte merkez sağ partilere oy veren Kürt seçmenler var.

Bazı illerde bu çok daha yoğun. Dolayısıyla da burada bir partiyle bir kimliği, bir inancı, bir etnik aidiyeti özdeşleştirmek o kimliğe de haksızlık, o siyasi parti için de ağır bir yük.

HDP de bazen bu konuda kıskanç davranıp sanki Kürt sorunu benden sorulur modunda hareket ediyor. O da yanlış.

Eğer bu, bu ülkenin sorunuysa, Türk milliyetçileri de bunu kendine dert etmeli.

Birlikte yaşıyorsak bir Kürt’ün hakkı ihlal ediliyorsa bir Türk bunu kendisine dert etmeli, empati yapmalı, diğerkâmlık ortaya koymalı.

Yurttaşlık bunu gerektirir. Ortak vatan algısı bunu gerektirir. Bunu başaramadık.

Çözüme odaklıysak çözümü kimden bekleyeceğiz? Çözümü Kandil’den mi bekleyeceğiz yoksa çözümü burada biz mi inşa edeceğiz?

HDP’nin çıkış misyonu da bu diyorsunuz ama bugün bu görünümü, izlenimi vermiyor HDP?

Tribüne oynamanın, popülist davranmanın bedelini ödüyoruz. Kürt sorununun motive ettiği bir kitle var ve bu kitle üzerinde siyaset yapanlar da ne yazık ki bazen daha çözüm yanlısı, daha kapsayıcı dil kurmak yerine o fanatik tabanı motive etmeyi siyasette bir başarı saydılar.

“100 Yıllık Cumhuriyeti Değiştireceğiz” demek? O tabanı motive eden bir şey mi?

Ciddi bir dil sorunu bu. Evet, biz de cumhuriyetin daha demokratik olmasını, kapsayıcı olmasını, Kürtleri Alevileri, kimseyi ötekileştirmemesini savunuyoruz. Ama bunu cumhuriyetin demokrasiyle daha güçlenmesi olarak sunmak başka bir şey.

Cumhuriyet’i değiştireceğiz dediğinizde Cumhuriyet’in niteliğiyle ilgili bir şey değil, sanki bu Cumhuriyet’le hesaplaşacağız, bu Cumhuriyet’i yıkacağız, bunu geride bırakacağız, yeni başka bir Cumhuriyet kuracağız gibi algılanıyor.

Mesela bu, Diyarbakır’da, Sur'da oturup işte ciğer yiyen oradaki herhangi bir Kürt vatandaşın ne kadar idealinde olan bir şeydir?

Ben Türkiye’de Kürtlerin ana motivasyonunun ayrılmak olduğu kanaatinde değilim. Türkiye’de eğer ayrımcılık olmazsa, çatışma olmazsa Kürtler Türkiye’nin her yerinde yaşamayı tercih ederler.

Diyorsunuz ya Türkiye’nin her yerinde çalışabilseler… Şu an Türkiye’nin her yerinde çalışamıyorlar mı?

Evet, fiilen çalışılıyor ama küçük olaylar ne yazık ki sistematik bir dışlanma duygusunu doğuruyor.

Çok basit sembolik şeylerden bahsedeyim, otobüste birisi Kürtçe konuştu, orada iki kişi ona sert davrandılar, kaba davrandılar ya da işte Taksim’de müzik yapmaya çalıştı, engellediler.

O, bir anda bütün psikolojiyi tekrar geriye çekiyor. Dışlanma duygusunu tekrar tetikliyor. İşte bir futbol maçında Toros ya da Yeşil’in posterlerinin asılması bir anda sanki karşındakinin Türkiye Cumhuriyeti içindeki bir spor kulübü değil de savaşmaya gelmiş bir düşman muamelesi görmesi buraya geri itiyor.

En son beş tane polisin tutuklanıp açığa alındığı, 14 yaşındaki bir çocuğun işkence olayı. Siz bir çocuğa işte zorla İstiklal Marşı okutmak gibi, 12 Eylül Cezaevlerinde kalması gereken, Diyarbakır Cezaevinde kapanması gereken dosyaları kendi kişisel egolarınızı ya da kendi kişisel ideolojik düşüncelerinizle nasıl yapabilirsiniz?

Bunu bütün Türkiye’ye mal edecek bütün Türkiye’yi, güvenlik güçlerini herkese töhmet altında bırakacak bir algıya nasıl sebebiyet verirsiniz?

Bununla yüzleşmek gerektiği kanaatindeyim.

Ben bir provokasyon, bir özel olarak sistematik bir şey yaşanmadığı takdirde, Kürtlerin Türkiye’nin her yerinde yaşamak, her yerinde ticaret yapmak, siyaset yapmak arzusunun, duygusunun çok daha güçlü ve baskın olduğu kanaatindeyim.

Bugün Türkiye’de ticaret dünyasında ciddi bir Kürt iş adamı ağırlığı var. Hatta siyaseten de öyle, AK Parti’nin içerisinde de öyle. Bu sizin söylemiş olduğunuz az önceki olaylar çok münferit olaylar değil mi? Bunlar bir Fenerbahçe ile Galatasaray taraftarı arasında da yaşanabilen, sokakta, otobüste giderken herhangi iki Türk arasında da yaşanabilen olaylar. Bunların en ufak bir şeyde bile bu kadar kıvılcım alması doğru mu?

Bu hafızadan kaynaklanıyor. Geçmişte yaşanan büyük acılar var. Asit kuyuları var bu ülkede, yargılama konusu yapıldı. İşte Mamak Cezaevi de var ama Diyarbakır Cezaevi de var.

O eski hafıza yeniden canlanıyor. Travmalar bunlar, fay hatları. Fay hatlarını onarmak kolay değildir. Travmaları atlatmak kolay değildir.

Sonuçta çocuklar babalarından, dedelerinden dinledikleri öfkeyle, tepkiyle, nefret duygusuyla büyüyorlar.

Dolayısıyla bizim siyasette eski kavgaları geride bırakmamız gerekiyor. İhtiyacımız olan şey bu. Buna Kürt siyasetçisi de tenezzül etmemeli, Türk siyasetçiler de tenezzül etmemeli. Ben kolay oy toplayacağım diye Kürtlerin o geçmiş acılarını kaşırsam ya da birileri tam tersine diyelim ki Kürtleri ötekileştirerek bir dil kurduğunda daha kolay oy topluyorsa bu ülkeye kötülüktür.

Az önceki yere kısaca dönersek Kürt siyasetinde Kürtleri temsil edecek başka bir parti neden başarılı olamadı, tam anlamıyla var olamadı? Mesela Hüda-Par’ın nesi eksikti temsil noktasında? Siz Türkiye’nin Sesi Altın Çağ Partisi olarak neden bir temsil noktasında daha güçlü olamıyorsunuz?

Şimdi bir kere tabii iki kutuplu bir ortam her zaman aradaki gri alanı zorda bırakır.

Türkiye siyasetinde benim bildiğim kadarıyla en azından doksanların ortasından bu yana Kürt toplumu ya işte örgüte yakın bir pozisyon ya da karşısında devlete yakın bir pozisyon aldı.

Bu çatışmalı ortamın sonucudur.

Kürt partilerinin istedikleri düzeyde temsil imkanı bulamamalarının asıl sebebi bu iki kutupluluktur. Türkiye’deki seçim sistemi, baraj, yüzde onluk baraj geçmişte doğal olarak şunu doğurdu; oylarım boşa gidecek.

Oylarım boşa gideceğine ben o zaman hangi tarafa yakınsam tam o tarafın büyük partisine oy vereyim eğilimine girdi seçmen.

Buradaki bir kısır döngü aslında çatışma ve silahlı süreç, demokratikleşmeyi engelledi, demokratikleşmenin gerçekleşmemesi de çatışmayı devam ettirdi.

Biraz bu, tavuk yumurta hikayesine dönmüş olan durumdan çıkmayı başarmak lazım.

Sizce HDP Altılı Masa’nın neresinde?

HDP’nin dışlanmasını doğru bulmuyorum ama açık, şeffaf ilişkiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

HDP masadaysa masada resim çekilebilen bir aktör olmalıdır. Sen uzakta dur bizimle gözükme ama oylarını ver, ben böyle bir ilişkinin sürdürülebilir olduğu kanaatinde değilim.

Bu, Türkiye demokrasisi için de iyi değil, Kürtlere de haksızlık HDP tabanına da saygısızlık bence.

Bir iş yapıyorsanız, açık şeffaf biçimde onun talepleri var, sizin de hassasiyetleriniz var. Ya bunları sentezlersiniz, yeni bir formül ortaya koyarsınız ya da dersiniz ki bu talepleri kabul edemeyiz, sen bu taleplerini işte başka bir yere oturt.

Şimdi ikisini de yapmayıp durumu idare etmek, HDP varmış gibi yapmak HDP yokmuş gibi yapmak bu sürdürülebilir bir siyaset tarzı değil.

Bu, sorunları halının altına süpürmektir. Bu, yarınlarda kriz doğuracak konuları bizatihi kendi elinizle hazırlamaktır.

Tabii ki bir seçim döneminde yılların birikmiş ön yargılarını tüketemezsiniz. Ama en azından bu konuda bir irade, bir çaba içerisine girmeniz lazım.

Bir parti diyor ki, HDP ile asla olmaz. Biz birlikte olamayız, taleplerini bile buraya getiremeyeceksiniz. Öbür tarafta da HDP de diyor ki, benim toplumsal taleplerim var, HDP'nin siyaset yapmasının gerekçeleri var.

Şimdi bu gerekçelerle bu kaygıları oturup konuşmalı Türkiye. Hele ülke yönetmeye talipseniz birlikte yönetecekseniz nasıl olacak bu? Konuşmadan mı yöneteceksiniz? HDP, oylarını niye verecek o zaman. Karşılıksız bir çek mi HDP açısından?

Sadece Erdoğan gitsin, sadece işte bu iktidar devrilsin.

Eğer Kürtler için daha özgür, daha barışçı, daha demokratik bir ülke olmayacaksa bu bir şey ifade etmez.

Masadaki diğer bütün genel başkanlar, aktörler Cumhurbaşkanı Yardımcılığı istediler. Selahattin Demirtaş’ın “Yürü Bay Kemal” diye açıklamaları var. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen görüşmede olumlu süreçler var. Yine siyasetçi Yavuz Ağıralioğlu’nun istifasının en büyük sebeplerinden bir tanesi bu. HDP karşılıksız vermez dediniz. Seçimden sonra HDP’yi bir bakanlık istemekten, bir cumhurbaşkanlığı yardımcılığı istemekten alıkoyabilecek bir şey var mı sizce?

Zaten ucube bir süreç yaşıyoruz.

Parlamenter sisteme geçiş iddiasıyla ortaya koyulan formül, güven veren bir formül değil.

Burada kapalı kapılar ardında olan her şey hep bir şüphe uyandıracak, hep bir tereddüt oluşturacak.

Kürtler açısından da sağlıklı değil. Kürtlerin de sadece kaybettirme üzerine kendi yarınlarını inşa etmesinin ben yeterli olmayacağı kanaatindeyim.

Kürtler bir şey kazanmalı. Ayrıcalıktan bahsetmiyorum. Bir üstünlükten, bir taviz koparmaktan bahsetmiyorum.

Sonuçta bir haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlarsa bunu telafi edecek talepler Türkiye toplumunun iknası ile olacak zaten.

Bunu değiştirecek talepler ne olabilir ki? Birlikte yaşama sürecinden, başarısından başka ne olabilir? Özerklik mi isterler, ne ister? Mesela Milli Savunma Bakanlığı’nı artık bana mı bağlı der, İç İşlerini bana mı bağlı der? Ne diyebilir?

HDP’nin kendi talepleri ne olur bilmem ama ben Kürtlerin genel olarak beklediği, Türk kamuoyunun ikna edilerek hayata geçirilmesi gereken haklı talepleri olduğunu düşünüyorum.

Dilin korunması, geliştirilmesi, yaşatılması her toplumun hakkıdır. Bunu Türkiye’deki Çerkezler de istemelidir, isteyebilir. Araplar da Boşnaklar da…

Sonuçta Anadolu keşke diller bahçesi olsa da burada bütün diller yaşasa.

Bu gayet tabii resmi dilimize halel getirecek Türkçeye zarar verecek bir şey değil, bir zenginliktir, bir güçtür.

Sadece dil yetecek mi? Son dönemde sıklıkla vurgulanan özerklik var.

Ben özerklik tartışmasından önce aslında Türkiye’nin şunu tartışması gerektiği kanaatindeyim. Eğer eşit yurttaşlık ekseninde, cumhuriyet vatandaşlığı temelinde, biz kimsenin kimliğinden, inancından, dilinden, etnik kökeninden dolayı hiçbir şekilde ayrımcılığa uğramadığının pratiğini, uygulamasını sergileyebilirsek yerel yönetimlerin güçlenmesi herkes için faydalı bir şeydir.

Hepimiz biliyoruz ki siyasette merkeziyetçilik, evet kriz dönemlerinde zorunludur, gereklidir ama onun dışında devletin yükünü ne kadar yerele dağıtabilirseniz o kadar iyidir.

Bu Kürt halkının talebi mi yoksa Kürt siyasetinin ya da HDP siyasetinin talebi mi? Çünkü ben yaptığım röportajlarda bölgedeki insanlardan hiçbir defasında özerklikle ilgili bir dönüş almadım.

Tabii şu an itibariyle siyasetin talebi. Özerklik, federasyon gibi şeyler, yönetim modeli tartışmalarıdır. Türkiye'de yönetim modeli tartışmasından önce bir ortak ruh halini, ortak gelecek inşa etme tarzını hayata geçirmemiz lazım.

Dünyada federasyonla yönetilen ama birlikteliği tartışılmayan ülkeler var. Almanya gibi. Kimse eyaletlerin ayrılmasından, bölünmesinden bahsetmiyor. Federasyon özerklikten daha ileri düzeyde bir yetki devridir. Konfederatif yapılar var, kantonlar var Avrupa’da.

Onlarda bu bir çatışma konusu değil. Ne yazık ki söz konusu olan Orta Doğu olunca, bu coğrafyada geçmişten beri yaşanmış acılar, travmalar herkesin hafızasında bunu diriltiyor.

Yoksa Türkiye normalleştiğinde bu tartışmaları çok daha sağlıklı yapabileceği kanaatindeyim.

Hem toprak bütünlüğünüz konusunda hassasiyeti gösterirsiniz hem de yerelin yetkileri artar. Bu ikisi birbirini güçlendirir.

İkisi eş zamanlı olarak yürütülemezse o zaman doğal olarak korku şöyle bir şeye dönüşüyor; Biz daha bundan 100 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanları kaybettik, Arnavutlar ayaklandılar. Onların da o zaman Osmanlı Mebusan Meclisi’nde dil hakkı tartışılıyordu. Kafkasya’yı kaybettik. Araplar ayrıldılar, manda rejimleri kuruldu. Şimdi de Kürtleri mi kaybedeceğiz? Kürtler mi ayrılacak ya da bir bölgemizi mi kaybedeceğiz?

Bu korkuyu anlamak lazım. Bu korkuyu ortadan kaldıracak hassasiyeti Kürt siyaseti ortaya koymalı ama aynı şekilde Türkler de Kürtler sanki taviz alıyormuş gibi sanki taviz koparıyormuş gibi bir kavganın öznesi gibi görünmemeliler.

Ben size bir haksızlık yapıldığında bunu kendime yapılmış gibi görüp bu empatiyle, bu sahiplenmeyle siyaseti kurmalıyım ki onun için de ben hep şunu söylüyorum, Kürt sorununun çözümünde asıl sorumluluk, Türk milliyetçilerinde.

Türk milliyetçileri dönüp, eğer Kürtlerle ilgili bir kardeşlik hukuku bir birlikte yaşam inşa edeceklerse onlardan birinin ayağına diken battığında bunu kendilerine dert edinmeleri gerekir.

Ancak bu duyarlılıkla biz hem birlikte yaşamı başarırız hem de eşitliği, özgürlüğü hayata geçiririz.

Bugün HDP seçmenine baktığımızda bölgede daha muhafazakar bir taban var. Kürt halkı muhafazakar bir halk. Hem inanç değerleriyle hem o gelen kültürüyle, seydalarıyla, şeyhleriyle. Ama hem HDP’ye, hem terör örgütüne baktığımızda daha sosyalist bir dil kullanıyor. Bu nasıl bir ilişki biçimidir?

Sosyolojik gerçeklikle, siyasal dil arasında bir çelişki olduğu doğru.

Türkiye’de önce bir silahlı hareket vardı, örgüt vardı sonra demokratik legal, siyaset çabaları oldu. İrlanda'da tersidir. İrlanda'da önce Sinnfein vardı. Bir demokratik siyasi parti vardı ama taleplerini elde edemedikleri için sonra silahlandılar.

Doğal olarak demokratik siyasetin silah üzerindeki geçmişi daha büyük olduğu, daha eski, daha köklü olduğu için silah üzerindeki hegemonyasını sağladı ve barışı kolaylaştırdı.

Ama bizde tersi. Örgütün kurulduğu dönem, Stalinist okumalar ya da daha kısmi Maocu okumalar etkiledi, şekillendirdi.

Kürt halkının daha dindar, muhafazakâr ya da Şafi olmaktan kaynaklı özel hassasiyetleri ile o siyasetten gelen rolün arasındaki çelişkiyi biliyorum.

Siz istediğiniz kadar kendinizi lâdini bir yere kodlayın, konumlandırın. Sonuçta oy aldığınız insanlar oruç tutuyorsa, oy aldığınız insanlar namaz kılıyorsa, kadınlar kıyafetleri itibariyle daha bir farklı inançsal, kültürel hassasiyet taşıyorsa, sizin onlara en azından saygı duymanız gerekiyor.

Onaylamasanız da kabullenmeseniz de saygı duymanız gerekiyor. Siyasetinizi, dilinizi, tarzınızı ona göre uygulamanız gerekiyor.

Siz katıldığınız bir yayında HDP’nin akçeli işlerinden bahsettiniz. HDP bu anlamda da çok fazla yolsuzluğa bulaşmış bir parti mi?

Türkiye’de Kürt siyaseti devletten para almadığınız dönemde insanların aidatlarıyla, katkılarıyla, aidiyet duygusunun sağladığı fedakarlıkla yürüyordu.

Ama sonra işte belediye imkanları doğunca, devletten para almaya başladığınızda, o fedakarlık duygusuyla yapılan siyaset zayıflıyor.

Siz Kürt sorunu gibi çok can yakıcı bir sorun işte binlerce insanın hayatına mal olmuş bir sorun üzerinden siyaset yapıyorsanız, yolsuzluk gibi bir şeyin sizin kenarınızdan, köşenizden geçmemesi gerekir.

Başka yerde olabilir belki ama burada asla olmaması lazım.

Çünkü iddianız başka bir iddia. Diğer partilerden farklı bir şey söylüyorsunuz.

Demirtaş HDP ilişkisi sizce şu dönemde nasıl?

Ben bu konuda görüşlerimi, düşüncelerimi 2017 yılındaki röportajlarımda çok net ortaya koydum. Ben partide sözcüydüm, Selahattin Demirtaş eş başkandı. 4 Kasım 2016’da onlar tutuklandılar. 1-2 ay sonra, ocak ayının sonunda da ben tutuklandım.

Kobani davası dolayısıyla Silivri Cezaevinde kaldım. Çıktıktan sonra yaptığım röportajlarda bunu çok net biçimde ifade ettim.

HDP, bir toplumsal mücadelenin adresidir. İsimsiz kahramanlar vardır. Milli Görüş geleneği de öyledir, işte milliyetçi hareketin de kendine göre geçmişte ödediği bedeller vardır. Dolayısıyla bu tip partileri siz sadece bir kişinin popülaritesi üzerinden, bir kişinin şöhreti üzerinden tarif edemezsiniz.

Evet, Selahattin Demirtaş başarılı olmuş, 7 Haziran döneminde partisinin büyümesine katkısı olmuş bir isimdir. Ama HDP eşittir Selahattin Demirtaş diyemezsiniz.

HDP karizmatik liderlik üzerine kurulmuş bir parti değildir. HDP, toplumsal mücadele üzerine kurulmuş bir partidir.

İşe yaradı mı karizmatik liderlik?

Karizma her zaman işe yarar ama çok tehlikeli bir işe yaramadır bu. Ateşin rolüdür. Evet, şimdi de sonuçlarını yaşarsınız.

Hani o meşhur söz;

peynir büyük, yol kısa, var bunda bir hinlik.

Siz eğer karizma üzerinden popülaritenizi inşa ederseniz sadece karizma üzerine kazanımları kalıcı sanıyorsanız yanılırsınız.

Şimdi tamam, evet, ortada bir başarılı sunum var, başarılı temsil var. Doğru bir söz kurma var ama aynı zamanda o günün ortamından kaynaklı sebepler var. Çözüm süreciydi. O zaman çözüm sürecinde kameralar, mikrofonlar HDP’ye uzanıyordu. Selahattin Demirtaş sözünü söyleyebiliyor, Nevrozlar, canlı mitingler yayınlanıyordu.

Şimdi bu ortamda elde ettiğimiz başarıda tabii ki sizin payınızı da takdir edilmeli, teslim edilmeli. Ortamın da size sunduğu imkanlar var, bu da değerlendirilmeli.

Siz onu sadece kendi kişisel başarınız gibi okursanız, Türkiye siyasetindeki klasik kişiselleşme üzerinden kurtarıcı aramaya falan dönersiniz.

Bugün HDP öyle bakıyor mu Selahattin Demirtaş'a?

Ne yazık ki kitleye böyle bir enforme ediş yaşandı. Ne yazık ki diyorum. Bunu HDP tercih etti diyemem ben çünkü bir sürü sorunu biliyorum, şimdi çok ayrıntısına girmek istemediğim.

Ben cezaevindeyken de yaşanmış birtakım sorunlara, çıktıktan sonra birtakım şeylere tanıklık ettim Demirtaş ile HDP arasında. O dönemden beri devam eden sorunlar var.

Aday belirleme süreçleri, kongre süreçleri son derece artık bir iç demokrasi diyemeyeceğimiz biraz onu zorlayan emrivakiler, dayatmalar oldu bittiler gibi birtakım şeyler.

Demirtaş’ın sınırlarının çizilmesi ile ilgili bir irade gelecekse bunun netleşmesi gerekirdi. Bu, Demirtaş’a da kötülüktür.

Demirtaş’la ilgili beklenti yükseldikçe bu aslında kitleye de kötülüktür. Hayal kırıklıklarını beraberinde getirir.

Dolayısıyla burada kolaya kaçmak yerine acı reçeteyi erken uygulamak, kendi gerçekliğine dönmek, kendi siyaset tarzının gerektirdiği iradeyi ortaya koymak gerekirdi.

Son dönemde çok konuşuldu. Cumhur İttifakı’yla Hüda-Par arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Geçmişteki o işte Hizbullah diye tarif edilmiş, tanımlanmış olan faili meçhullere ilgili bir tartışma yapıyorsak bu tartışmadan Türkiye’nin kalıcı olarak çıkması bir daha o günlere asla dönülmemesi konusunda demokratik siyaset zeminini desteklememiz lazım, teşvik etmemiz lazım, cesaretlendirmiş lazım.

Türkiye’de o günün koşulları yeniden doğmazsa, kimsenin silaha özlem çekip kimsenin ya o günler ne güzel günlerdi, yeniden sokaklarda infazlar gerçekleşsin diyeceğini kimsenin düşünmem.

Dolayısıyla burada Hüda-Par'ın siyasete katılması, temsil edilmesi bence Türkiye’de o çatışmalı sürecin tümden geride kalmasını kolaylaştıracaktır.

Kürt halkı üzerinde etkisi olur mu bunun?

Getirisi de olacaktır, götürüsü de olacaktır. Sonuçta kutuplaşmış bir dönemden bahsediyoruz. O dönem çok sert, çok gergin bir dönemdi.

Hüda-Par’a olumlu bakan, Hüda-Par'ın işte kuruluşundan itibaren ona destek veren, oy veren örgütlerini ayakta tutan bir çelik çekirdeği var. Bir oy kitlesi var sonuçta.

Bunun yanında Hüda-Par’la ilgili negatif okuması olan kitleler de var. Hüda-Par varsa biz yokuz diyen insanlar da var.

Biz geçmişte mi yaşayacağız, yayınlarımı kuracağız? Bence bu yol ayrımındayız artık. Geçmişte yapılanlar dolayısıyla yarınlarımızı da mı mahkum edeceğiz?

Yarınlarımızı da mı ipotek altına iteceğiz? Yoksa hayır, onu orada bırakmak, yeni başlangıçlar mı yapacağız?

Peki siz Türk siyasetinde hem kendinizi hem kurmuş olduğunuz partiyi nerede görüyorsunuz? Nasıl bir gelecek vizyonumuz ve misyonumuz var?

Türkiye’de 120 parti varken kurulmuş bir parti olarak başka bir sözümüz var, başka bir iddiamız var.

O da Türkiye’de particilik anlayışının, siyaset tarzının Türkiye için yük olmaya başladığı kambur haline dönüştüğü.

Herkesi toptan genelleyerek bir iddiada bulunmak istemem. Bundan mümkün olduğu kadar korunabilenler, kaçınabilenler var. Bir miktar başaranlar var, başaramayanlar var.

Biz, Türkiye’de siyaset tarzını değiştirecek, dönüştürecek bir yeni siyaset tarzı inşa etmeliyiz.

Biz rolümüzü misyonumuzu biraz böyle görüyoruz. Farklı bir muhalefet biçimi, daha yapıcı bir muhalefet dili kavga ve kutuplaşma üzerine değil, daha çok o, sessiz çoğunluk diye tarif ettiğimiz gri alandaki seçmen kitlesi, bu insanlara hitap etmeliyiz.

Yoksa zaten fanatikler her halükarda her şart altında tercihlerini yapmıştır.

Oysa Türkiye’nin kaderini geleceğini bu ilk seçimde de sonraki seçimlerde de belirleyecek olan bu gri alandaki kitledir.

Türkiye’de değişim isteyen, dönüşüm isteyen bu değişim ve dönüşümü sadece şahısların değişmesi rozetlerin değişmesi değil, anlayışların yenilenmesi yeni bir vizyonla Türkiye’nin yarınlarının inşa edilmesi olarak gören bir kesim var.

Bu kesim bence son derece haklı taleplere sahip. Biz oraya hitap etmeyi önemsiyoruz.

Tartışmanın daha çok hükümet sistemi üzerinden değil, parlamenter sistem ve başkanlık sistemi tartışması üzerinden değil, parti sistemi tartışması üzerinden yürümesi gerektiği kanaatindeyiz.

Seçime giremiyorsunuz. Peki var mı herhangi bir B planınız herhangi bir partiyle, dirsek temasınız, en azından kendinize dair de bir planınız var mı?

Seçimlere ne yazık ki teşkilatlarımızı kurduğumzu halde yeterli süre kalmadığı için seçim tarihinin öne alınması dolayısıyla giremiyoruz.

Herhangi bir kurumsal bir temasımız yok. Elbette ki farklı partilerde arkadaşlarımız, dostlarımız var. Değerlendirmeler, öneriler geliyor, görüşmeler yapıyoruz

Biz önümüzdeki dönemde 3 temel politikada bir umut, bir alternatif gördüğümüz siyasi hareketlerle iş birliği yapabileceğimizi çok açık söylüyoruz.

Birisi Türkiye'yi büyük bölgesel savaşların tarafı haline getirecek siyasetlerden kaçınmak, Birinci Dünya Savaşı'nda düştüğümüz duruma bir daha düşmemek, en azından İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi çatışmanın dışında kalmaya çalışmak.

İkincisi dünyadaki kriz, adaletsizlik ve kapitalizmin ortaya çıkardığı tablo dolayısıyla mümkün olduğu kadar planlamacı bir ekonomi. Bu serbest piyasa düşmanlığı değil, bu sermaye düşmanlığı değil ama kriz dönemlerini planlamayla çıkarsınız. Birinci Dünya Savaşı’ndan Keynesyen politikayla çıktı Amerika. Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir oldu ama planlamacılıkla ayağa kalktı. Bizim de böyle bir ekonomik modelimiz olmalı diye düşünüyoruz.

Üçüncüsü de Türkiye’nin demokratik bir anayasaya demin konuştuğumuz o sorun alanlarında barışı tesis edecek, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği tesis edecek, demokratik anayasaya ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bu üç konuda bize geleceğe dair umut veren, irade ortaya koyan zeminlerde siyaset yapmaya, siyasi iş birliklerine konuşmaya, müzakere etmeye açığız.

Doğu’da, Güneydoğu’da oradaki Kürt halkını tabanı olarak gören partilere bakıldığında siz farklı bir isim tercih ettiniz. Halklar demediniz, kardeşlik demediniz. Neden Türkiye'nin Sesi Altın Çağ Partisi? Bunun hızlı bir karşılık bulabileceğini düşünüyor musunuz?

Şimdi aslında ben Türkiye’de Kürtlerin Türkiyelileşme konusunda bir direncinin olduğu kanaatinde değilim.

Tabii ki karşı çıkan partiler var.

Bunu açıkça söyleyen partiler var. Daha Kürt milliyetçisi çizgide Türkiye’de 34 tane parti var. Daha Kürt sosyalist çizgide partiler var. Daha Kürt dindar profilinde partiler var.

Biz Türkiye’nin batısına göç eden Kürt nüfusunun o bölgedeki nüfustan daha fazla olduğunun farkındayız.

Dolayısıyla artık sadece bir bölge partisi olmak sadece bir kimlik partisi olmanın Kürtlere de bir faydası olmadığını düşünüyoruz.

Türkiye kimlik siyasetlerini geride bırakmalı. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında yeni vizyon, önümüzdeki yeni tehditler üzerinden kurulmalı.

Ekonomik kriz, Kürt Türk ayrımı yapmıyor. İşte deprem ayrım yapmadı, Alevi - Sünni ayırmadı. Pandemi geldi, sınır tanımadı.

Bizim daha insan merkezli, daha yurttaşlık eksenli, yeni bir vizyonla siyaset yapmamız lazım. Biz siyaseti geçmişte yapmayacağız. Biz siyaseti yarınlar için yapacağız. Dolayısıyla da eski kavgaların sembolü olmuş kavramlar üzerinden kendimizi tarif etmek istemiyoruz.

Türkiye'de ezilen dışlanan, ayrımcılığa uğrayan herkesin sesi olmayı ve Türkiye’nin layık olduğu bir altın çağa taşınmasını da üzerimizde bir yükümlülük, bir sorumluluk olarak görüyoruz.

Tartışma