Blinken’in Çin ziyareti: “Yeni Soğuk Savaş”ın alan paylaşımı mı?

💢 Çin-ABD ilişkilerinde neyin pazarlığı yapılıyor?
💢 Tayvan Boğazı'nda çatışma yaşanır mı?
💢 Biden Şi'ye niçin "diktatör" dedi?

1. resim

Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan ve çeşitli araştırma kuruluşları tarafından yapılan gelecek projeksiyonlarında 2032 yılı itibarıyla birinciliğe ulaşacağı öngörülen Çin, büyüyen iktisadi gücünü siyasi nüfuza dönüştürmek için de çaba harcıyor. Bu noktada Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 yılındaki Kazakistan ziyareti esnasında açıkladığı Kuşak-Yol Projesi’nin kritik rol oynadığını ifade etmek mümkün.

Söz konusu proje vesilesiyle Pekin’in ticaret yollarını inşa etmeye yönelerek ticari ilişkileri ön plana çıkardığı görülse de Çin, bazı ülkeleri “borç tuzağına” çekmekte. Dahası ilgili ülkelerde limanlar da elde ediyor. Cibuti örneğinde görüldüğü üzere askeri üsler kurduğu da biliniyor. Yakın geçmişte Çin’in Pakistan’dan CPEC güzergahındaki askeri karakolların devrini istediği de hafızalardaki yerini koruyor. Ayrıca Çin’in Tacikistan’da resmen doğrulanmasa da bir askeri üssünün bulunduğu iddiası da mevcut.

Öte yandan Çin’in ŞİÖ ve BRICS gibi yapılar aracılığıyla Amerikan karşıtı bir blok inşa etmeye odaklanmış durumda. Dahası Pekin, aktörlerle olan temaslarında ticari ilişkilerde yuanın kullanılmasını teşvik ederek de-dolarizasyon çabalarını da gündeme getirmekte ve bir anlamda doların hegemonyasına meydan okumakta.

Tüm bu süreç ise ABD’nin Afganistan ve Irak’tan çekilerek gücünü Asya-Pasifik Bölgesi’ne yoğunlaştırmasına yol açmış mahiyette. Bu kapsamda Washington yönetimi; ANZUS, QUAD ve AUKUS gibi bölgesel paktlar aracılığıyla Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne karşı uyguladığı çevreleme stratejisini Çin’e karşı hayata geçirmekte. Esasen önceki ABD Başkanı Donald Trump döneminde Washington yönetiminin ticaret savaşlarını başlatması da bununla ilişkili. Zira Çin’le olan ticari münasebetlerde açık veren taraf ABD.

Buna karşılık Çin ise ABD'nin çekildiği bölgelerdeki kriz alanlarında arabuluculuk diplomasisiyle siyasi etkisini arttırıyor. İran-Suudi Arabistan normalleşmesi, Rusya-Ukrayna Savaşı'ndaki arabuluculuk çabaları ve Filistin Sorunu'na Pekin yönetiminin ilgisi, bu durumun somut bir göstergesi.

Anlaşılacağı üzere Beyaz Saray, hegemonyasının iki temel sac ayağı olan Avrupa ve Asya-Pasifik’e odaklanarak bu bölgelerdeki müttefiklerini Çin’e karşı konsolide etmeye çabalıyor. Ancak mevcut koşullar, Soğuk Savaş’tan çok daha farklı. Çünkü Pekin, Washington’un müttefikleriyle de ciddi bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi geliştirmiş vaziyette. Jeopolitik olarak ABD’yi seçen aktörler bile, Çin’le ekonomik ilişkilerden vazgeçme eğiliminde değil. Ayrıca ABD'nin çekildiği bölgelerde Çin'in etkisi artmakta.

Üstelik jeopolitik olarak da Çin’in çok kutupluluk talebinin ABD’nin “Demokratik Direnç Noktası” şeklinde tanımladığı Kıta Avrupası’nda somut bir karşılığı var. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 5-7 Mart tarihli Pekin ziyaretinin ardından Avrupa’nın stratejik özerkliğinin güçlendirilmesi ihtiyacına dikkat çekmesi tesadüf olmasa gerek.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken ABD; Hong Kong, Tayvan ve Tibet gibi sorunlar ve Doğu Türkistan’da yaşanan insan hakları ihlalleri üzerinden Çin’in sinir uçlarınla oynayabileceğini göstermekte. Bilhassa Tayvan Krizi, sıcak çatışma riskini gündeme taşımakta. Bununla birlikte Tayvan Boğazı’nda patlak verecek bir çatışmanın ABD ile Çin’in savaşmasına; yani Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açabileceği ortada. Zaten bu yüzden de taraflar, tüm ihtilaflarına rağmen rasyonel davranmakta ve sıcak çatışmadan kaçınmakta. Esasen iki ülke arasındaki diyalog arayışı da bundan kaynaklanıyor.

Hatırlanacağı üzere, taraflar arasındaki diyalog arayışı ABD Başkanı Joe Biden ile Şi’nin 2022 yılının Kasım ayında Bali’de düzenlenen G-20 Zirvesi öncesindeki görüşmesi sayesinde gün yüzüne çıkmıştır. Liderler arasındaki görüşmede iki taraf da ilişkileri sürdürmenin önemine dikkat çekmiş ve “Soğuk Savaş 2.0” şeklinde nitelendirilebilecek yeni bir Soğuk Savaş istemediklerin dile getirmiştir. Devam eden süreçte ise ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in Pekin ziyareti gündeme gelmiş; fakat bu ziyaret, “Casus Balon Krizi” sebebiyle ertelenmiştir.

Ertelenen ziyaret, 18-19 Haziran’da gerçekleşmiştir. Böylece ABD-Çin ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılacağı şeklindeki tartışma da tekrar gündeme geldi. Blinken, ziyaret vesilesiyle önce Çin Dışişleri Bakanı Qin Gang ve daha sonra da Şi’yle bir araya geldi. Qin’le görüşmesi esnasında ABD Dışişleri Bakanı, taraflar arasındaki sorunların sorumlulukla-sağduyuyla yönetilmesini talep eden ifadeler kullanırken; Qin ise tarafların birbirlerine karşı önyargılı olmamasının memnuniyet verici olduğuna değinmiştir.

Daha sonra da Blinken, Şi’yle bir araya gelmiştir. Taraflar, ilişkileri istikrara kavuşturma ihtiyacına vurgu yapmış ve bu istikrarın dünyanın istikrarıyla doğrudan ilişkili olduğunu belirtmiştir. Anlaşılacağı gibi, Blinken’in Pekin’deki temasları son derece yapıcı bir atmosferde gerçekleşmiştir.

Bu noktada “Çin-ABD ilişkilerinde Pekin’in çok kutupluluk söyleminin aksine bir pazarlık mı var?” sorusu akıllara gelmektedir. Yani Çin, her ne kadar çok kutuplu dünyaya geçiş noktasında Rusya başta olmak üzere çeşitli aktörlerle işbirliği yapsa da hegemon güç konumuna ulaşma arzusunda.

ABD ise küresel sistemdeki liderliğini sürdürme gayretinde. Bu noktada pazarlığın adının iki ülkenin alan paylaşımı yaptığı yeni bir iki kutuplu dünyaya geçiş üzerinden tezahür etme ihtimali var. Zaten Pekin, çok kutupluluk arayışlarında Moskova’yla işbirliği yapmasına rağmen özellikle de Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ardından post-Sovyet alandaki etkisini arttırıyor. ABD ise Çin’in dinamik olan taraf olduğunu kabul ederek çok sayıda kutuptan biri olmayı kabullenmek yerine; alan paylaşımına dayalı bir iki kutuplulukta iki süper güçten biri olarak konumlanmayı tercih edebilir.

Kuşkusuz böylesi bir rekabette ABD, müttefiklerinin üzerindeki hegemonyasını sürdürebilmek için rıza unsurunu yine demokratik değerler üzerinden sağlamaya çalışacaktır. Zaten Biden’ın “Demokrasiler İttifakı” inşa etmeye dönük çabası da bundan bağımsız okunamaz. Nitekim Biden, Blinken’in Pekin’deki temaslarının ve karşılıklı olarak verilen olumlu mesajların üzerinden yalnızca bir gün geçmişken Şi’ye “diktatör” diyerek hitap etmiştir. Bu çıkış, Blinken’in Çin ziyaretinin ardından bir tutarsızlık gibi görünse de tarafların iki kutupluluğu retorikleştirdikleri “Yeni Soğuk Savaş”a geçişin habercisi olarak son derece bilinçli bir şekilde yapılmış olabilir.

Neticede Blinken’in Pekin ziyareti, ABD-Çin ilişkilerinde yeni bir sayfaya geçişin habercisi olabilir. Arka planda konuşulan görüşmeleri bilmek mümkün olmasa da Washington-Pekin hattında iki kutupluluğun pazarlığı ve alan paylaşımı temelli müzakerelerin gerçekleşmiş olma ihtimalini göz ardı etmemekte fayda vardır.

Tartışma