Deniz Hakimiyet Teorisi’ne dair
Düzenin düzensizliği dönemlerinde bugüne kadar ortaya atılmış jeopolitik teori ve kuramlar bize ne anlatıyor? Deniz Hakimiyet Teorisi neden önemli? Türkiye denizlerde ne yapmalı?
Çinlilerin sıkça kullandığı bir tabir imiş tuhaf zamanlarda yaşayasın. Tuhaf zamanlarda yaşamıyorsak bile fay hatlarının son derece hareketli olduğu ve Soğuk Savaş sonrası jeopolitiğinin hala bir dengeye oturmadığı zaman diliminde yaşamaktayız.
Soğuk Savaş dönemi iki kutuplu bir dehşet dengesi üzerine kurulmuş bir dönemdi ve pandoranın kapağı sımsıkı kapalıydı. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 11 Eylül olayları sonrasında bu dehşet dengesi ortadan kalkınca pandoranın kapağı da sonuna kadar açıldı ve ne kadar bastırılmış nefret, kin ve üzerine toprak atılmış sorun varsa su yüzüne vurdu.
Geldiğimiz noktada düzenin düzensizliği artık herkesin malumu fakat işin kötüsü nasıl bir düzen isteniyor ya da dünya nasıl bir düzende dengeye oturacak henüz bilmiyoruz.
Sanırım kanlı dönemlerden geçerek öğreneceğiz.
Düzenin düzensizliği dönemlerinde bugüne kadar ortaya atılmış jeopolitik teori ve kuramlar bize ne anlatıyor?
Hala dünyadaki güç merkezleri bu teorilere sıkı sıkıya bağlılar mı yoksa üzerlerine ekleme ya da çıkarma mı yapılıyor?
Jeopolitik
Kavram olarak tarihte jeopolitik kavramını ilk kez kullanan İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen’dir.
M.Ö 4.yy’da Heredot ile Aristo da jeopolitiği izah eden açıklamalar yapmışlardır.
Heredot coğrafyanın medeniyetler üzerindeki tesirine binaen ‘Mısır, Nil’in hediyesidir’ derken Aristo, kurguladığı devlet modelinde nüfusa, toprağın niteliğine ve dış saldırılardan koruyacak şekilde tabii engeller ile çevrili oluşuna dikkat çekmiştir.
İbn-i Haldun ise iklimlerin ve coğrafyanın insan karakteri ve devletler üzerine olan tesirlerini ele almıştır.
Genel anlamda en yaygın kullanılan jeopolitik tanım; ‘coğrafi faktörlerin tesiri altında siyasi sistemlerin tetkiki ilmi’ ya da ‘milli siyasetin tayini ve uluslararası ilişkilerde siyasi faaliyetlerin yürütülmesine coğrafi faktörlerin yaptığı katkıyı araştıran ilim’ şeklindedir.
Nicolas Spykman ise en kısa şekilde ‘Bir devletin güvenlik siyasetinin coğrafi unsurlara göre planlamasıdır’ şeklinde jeopolitiğin çerçevesini çizmiştir.
Jeopolitiğin yukarıda izah edilen tanımlamaları kıstas alınırsa, jeopolitik herhangi bir ülkenin anakaraya ve denizlere göre, ulaşım sistemlerine göre, komşu ülkelere ve bölgesel güç merkezlerine göre, yeryüzü şekillerine göre, tabii ve beşerî kaynaklarına ve iklim özelliklerine göre konumunu mutlak surette dikkate almalıdır.
Keza yine bugüne kadar jeopolitik ile ilgili alanda çalışmış tüm bilim insanları şu üç hususu mutlaka kullanmışlardır: Devlet, coğrafya ve politika.
Jeopolitiğin unsurları
Stratejinin vazgeçilmez en önemli üç unsuru olan zaman, mekân ve kuvvet aslında jeopolitiğin unsurlarının belirlenmesine de tesir etmiştir. Jeopolitiğin değişmeyen unsurları arasında coğrafi konum, sınırlar ve coğrafi bütünlük, sahip olunan yer altı ve yer üstü tabii kaynaklar ile coğrafi özelliği (kara devleti, ada devleti vs.) sayabiliriz.
Jeopolitiğin beşerî unsurları ise sosyal değerler, ekonomik değerler, politik değerler, askeri değerler ve kültür değerleridir.
Tüm bu unsurlar dikkate alınmaksızın yapılacak değerlendirmeler bizi yanlış sonuçlar çıkarmaya itecektir. Bugün sıklıkla yapılan en vahim hata, jeopolitik denklemi sadece coğrafya üzerinden değişmeyen bir sabit gibi açıklayan analizlerdir. Oysa, jeopolitik sadece coğrafya kavramı ile izah edilemez.
Coğrafi konum fiziki coğrafyaya karşılık gelirken, jeopolitik konum yukarıdaki zikredilen unsurlar ile birlikte ele alındığında değişkenlik arz eden bir noktaya tekabül eder. Bu açıdan bakıldığında ülkenin coğrafi konumu değişmez lakin jeopolitik konumu ise değişken niteliktedir.
Türkiye’nin de içinden geçtiği dönem; soğuk savaşın jeopolitik sabitleri ile izah edilemez çünkü çevremizdeki güç dengeleri, sınırlar, enerji nakil hatları ve daha birçok unsur değişkenlik göstermiştir.
Bunlara ilaveten Türkiye de soğuk savaşa göre iktisaden, askeri ve kurumsal kapasite alanlarında farklılaşmıştır. Başka bir örnek vermek gerekirse Amerika kıtasının keşfi ve yeni deniz yollarının ortaya çıkması ile Osmanlı Devleti’nin coğrafyası değişmese de jeopolitik konumu değişmeye başlamıştır.
Jeopolitik teoriler ve Deniz Hakimiyet Teorisi
Jeopolitik teoriler kuşkusuz zamanın ruhuna uygun bir şekilde ortaya koyulmuş olsa da halâ bugün anlamını ve değerini korumaktadır. Bu alanda ortaya atılmış teorilerin ana çerçevesi kara, hava ve deniz alanlarının kontrol edilmesine ve böylelikle ekonomik ve askeri gücün devam ettirilmesine ya da yeniden oluşturulması üzerine kurgulanmıştır.
Jeopolitik eksenli tüm teoriler genel anlamda iki farklı temele dayalı olarak ortaya atılmıştır: Güce dayalı teoriler ve coğrafya temelli teoriler.
Kara hakimiyeti teorisi, kenar kuşak teorisi gibi teoriler coğrafya temelli teorilerken, deniz hakimiyet teorisi ve hava hakimiyet teorisi gibi teoriler güç temelli olan teorilerdir.
Tüm teoriler Mackinder ile de uyum sergileyerek Avrasya’yı ve onu çevreleyen okyanus ve denizlerin kontrolü üzerine yoğunlaşmıştır.
Peki ama neden Avrasya’nın kontrolü?
Nüfus, doğal kaynaklar, yerküre üzerinde işgal ettiği konum ve medeniyetlerin çıkış noktası olarak Avrasya kontrol edildiğinde, jeopolitik kontrolün de sağlanacağı varsayılmıştır.
Elbette bu jeopolitik kuramlar ismi ile müsemma bir şekilde bilimselliği kanıtlanmış hususlar olmayıp kuram düzeyindedir lakin yine de ihmal edilmeyecek şekilde dünya jeopolitiği bu kuramlar ile uyumluluk sergileyerek bugüne kadar gelmiştir.
Mavi Vatan kavramının çokça tartışıldığı bir dönemde mezkûr teorilerden deniz hakimiyet teorisine bir ışık tutacağız.
Deniz Hakimiyet Teorisi
Son yıllarda Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri haline gelen Mavi Vatan ve bu kavram üzerinden oluşan gündem hepimizin dikkatini denizlere, denizler üzerinden sağlanan ticarete ve bu yolların kontrol altına alınması hususundaki içeriğe bıraktı.
Dünya ticaretinin, petrol ve hammadde sevkiyatının, yarı mamul ve son ürün haline getirilmiş tüm tüketim mallarının kahir ekseriyetinin denizler ve limanlar üzerinden yapıldığı gerçeği bize denizlere verilmesi gereken önemin sadece hidrokarbon yatakları ile sınırlandırılmaması hususunda bir şeyler anlatmaktadır.
Kuşkusuz bölgesel ve küresel güç vizyonu olan tüm toplumlar bu vizyonlarını realize etmenin en önemli basamağının etkili bir deniz gücüne sahip olmaktan geçtiğini anlamalıdır. Bu doğrultuda kendi karasularında egemenliğini koruyabilen, denizde kendi ekonomik çıkarlarına hizmet edecek deniz ticaret filosuna sahip, bu ticaretin güvenliğini sağlayabilen bir ülkenin dünyadaki zenginliklerden de pay alabileceği bir hakikattir. Bu deniz gücü olmaksızın denizlere kıyısı olsa dahi bir ülkenin küresel güç olması bir kenara, bölgesel bir güç dahi olması beklenmemelidir.
O zaman bu varsayım bizi ivedilikle denizlerin hakimiyeti ile ilgili ‘Denizlerin Clausewitz’i’ olarak ünlenen Alfred Thayer Mahan’a (1840-1914) götürür.
Mahan; dünya hakimiyeti için denizlerde hakimiyet esasını savunan ABD’li amiral ve tarihçidir. Donanma tarihi ve stratejileri konusunda ABD Deniz Harp kolejinde hem dersler vermiş hem de başkanlık görevlerinde bulunmuştur.
Mahan, sadece ABD’nin 19. ve 20. yy. deniz stratejisini oluşturan bir teorisyen değil aynı zamanda Japonya, İngiltere ve Almanya’nın birer deniz gücü haline gelmesinin de fikri çerçevesini çizen bir teorisyendir.
Michael Leee Lanning’in tabiri ile ABD’nin bir dünya gücü olması amacı ile jeopolitik düşünceler üreten Mahan’ın stratejileri ve bu doğrultuda oluşturduğu kuramlar önce Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı daha sonra da devlet başkanı olan ve ABD’nin lider deniz gücü olmasına ciddi katkı sunan Theodore Roosevelt’i büyük oranda etkilemiştir.
Mahan, kaleme aldığı onlarca makalenin yanında birçok yazılı eserin de müellifidir. En bilinen iki eseri The Influence of Sea Power upon History 1660 – 1783 (Deniz Gücünün Tarih Üzerine Etkisi 1660-1783) ve The Influence of Sea Power upon the French Revolution and Empire 1793-1812 (Deniz Gücünün Fransız Devrimi ve İmparatorluk Üzerine Etkisi 1793-1812)’dir.
Mahan bu eserlerini 1890 ve 1892 tarihlerinde sırasıyla yayınladı. Mahan, eserlerinde küresel ölçekte deniz kuvvetlerini inceleyerek dünya gücü olmanın yolunun denizlerden geçtiğinin altını çizmiştir.
Mahan, ortaya koyduğu eserlerde ülkelerin uluslararası ilişkilerinde ticaretin büyük öneme sahip olduğunu, dünya üzerindeki savaşların da bu zaviyeden okunmasının önemini vurgulamıştır.
Mahan, bu deniz gücünün korunması ve gelişimi için altı faktörün çok etkili olduğunu belirlemiştir. Bu faktörler coğrafi konum, ülkenin fiziksel yapısı, coğrafi alan, nüfus gücü, toplum yapısı ve ülke yönetim yapısıdır. Bu unsurlar içinde Mahan’a göre en dikkate alınması gereken unsur toplumun yapısıdır.
Toplum denizci bir karakter taşımıyorsa, yeterli deniz gücü harekete geçirilemez, dolayısıyla bir deniz gücünün askeri ve ticari olarak oluşturulması da mümkün olmaz.
Mahan’ın İngiltere’nin denizlerdeki yükseliş dönemlerindeki denizcilik tarihini incelemesi, Mahan’ı denizlerin ve stratejik önemdeki dar su yollarının kontrolünün küresel güç haline gelebilme anlamında hayati önem taşıdığı noktasında ikna etti. Mahan’a göre;
Denizcilik gücü dünya kaynaklarının çok büyük bir bölümü ile irtibatlıdır.
Denizler karalara göre çok daha esnek, güçlü ve maliyeti düşük bir harekât kabiliyeti ve ulaşım imkânı sunmaktadır.
Deniz gücü askeri kuvvetleri ve ekonomik, politik hareketleri daha kolay ve ekonomik bir biçimde dağıtabilir ve ulaştırabilir.
Süveyş Kanalı, Cebelitarık boğazı, Sri Lanka, Babülmendep Boğazı, Singapur, Hürmüz Boğazı, Panama Kanalı, Tayvan Kanalı, Türk Boğazları gibi stratejik noktalar deniz gücü ile kontrol altına alınmadan dünya ticaretine hâkim olunamaz.
Mahan, dünya hakimiyetinde Rus kara gücü ile İngiliz deniz gücü arasındaki (kendi dönemi ile alakalı varsayım) mücadelenin hala devam ettiğini vurgulayarak, bu çatışma ve mücadelenin Asya’nın 30. ve 40. paralelleri arasında (Mançurya’dan Avrupaya kadar olan alan) kalan mücadele bölgesine hâkim olabilme amacına yönelik olduğunu vurgular.
Deniz hakimiyetinin kara gücüne oranla çok daha zor olduğunu vurgulayan Mahan, “Asya Problemi ve Uluslararası Siyasete Tesiri” isimli çalışmasında Avrupa ve Asya’yı çevreleyen kara üstlenmesine dayanarak dünya hakimiyetinin ABD tarafından oluşturulacağını iddia eder.
Bu doğrultuda ABD stratejik siyasi aklı bugüne kadar Panama Kanalını açarak Pasifik ve Atlantik bölgesinde hakimiyetin kurulmasında önemli bir stratejik avantaj elde etti, Karayipler bölgesini kontrol altına alarak Küba üzerinden kendisinin kuşatılmasını önledi, Hawaii Adasını işgal ederek Pasifik Okyanusu’nun tam merkezinde bir doğal deniz üssü oluşturdu.
Tüm bu faaliyetler iki amaca matuf idi: Birincisi savaşı ABD karasına taşımamak için denizlerin askeri olarak kontrol edilmesi, ikincisi de deniz ticaret yollarını kontrol altında tutmak.
Mahan’dan bu yana ABD siyasi aklı tüm okyanus ve denizlerde hiçbir boşluğa müsaade etmeyecek şekilde bir yapılanma ve siyaset takip etti. Bu siyasetin en temel sebebi güvenlik ve ekonomik refahı elinde tutmak ve bu refahın başka bir ülkeye akmasına mâni olabilmektir.
Mahan’ın ortaya koyduğu prensipler ile de uyumlu olacak şekilde, ABD kendi okullarında deniz programlarını müfredatının önemli bir parçası olarak konumlandırmıştır. Bu hakikatten yola çıkıldığında Türk insanının denizci karakterini daha da güçlendirmek maksadı ile hem müfredat düzeyinde hem de TeknoFest benzeri yurt çapında geniş katılım görecek NavyFest tarzı faaliyetlerin çok değerli olacağı aşikardır.
Yine Obama döneminde dışişleri makamında bulunan Hillary Clinton Foreign Policy dergisinde yayınlanan ‘Amerika’nın Pasifik Yüzyılı’ isimli makalesinde ABD’nin önceliğinin kademeli olarak Ortadoğu’dan Asya ve Pasifik bölgesine kayması gerektiğini söylemekteydi.
Bugün dahi ABD bu makalede kaleme alınan yoldan sapma göstermiş değildir. Hala Pentagon’un yakın gelecek projeksiyonunda ABD donanmasının %55’nin Pasifik’te konuşlandırılacağı belirtiliyordu.
Sonuç
Değişen jeopolitik ile birlikte Türkiye’nin de yeni kurulan düzende güçlü bir şekilde kendine alan açabilmesi, dünyayı ve değişen dengeleri doğru okuyabilmesi ile doğru orantılıdır.
Buradan mülhem güçlü bir donanma, güçlü bir deniz ticaret filosu, denizci bir millet olabilmenin önünü açacak etkinlik ve eğitim süreçleri olmazsa olmazlarımızdır. Bu alanlarda mesafe almaksızın denize açılan kıyılarımızın uzunluğunun korkarım ki bize müspet bir katkısı olmayacaktır.