Kendine yabancılaşma çukuru ne kadar derin?
Biz bu toplumun asil efradından bir şekilde türemiş; fakat bir türlü içimize sinmeyen paralel toplumlarla yan yana yaşıyoruz. Toplumun içimize en sinmeyecek hallerine şahit oluyoruz ve bu bizi öfkelendiriyor. İçimize sinmeyen o paralel toplum bizden başkası değildir!
20 yıl kadar önce Viyana‘nın cep tiyatrolarının birinde iki kişilik bir temsil izlemiştim. Senaryo genç oyunculara aitti. Zaman makinesini keşfetmiş bir medeniyette geçiyordu hikaye.
Bir pir-i faniye inme inmiş, eli-ayağı mefluç, yatalak vaziyette yaşıyor. Hizmetine profesyoneller bakıyor adamcağızın. Fakat adam huzursuz, alıngan, mütemadiyen incinir vaziyette.
Bakımı ile meşgul olanların hijyen takıntısı, eldivensiz kendisine değmeyişleri üzüyor onu. Kişi takatten düşmeyegörsün, en tabii şeyler dahi incitiverir kendisini.
Bakıyor böyle olacak gibi değil bizim mefluç adamcağız; bir şirkete başvuruyor ve diyor ki
Elin adamlarının bana istikrah ederek verdikleri bu profesyonel hizmetten yıldım, usandım. Şimdi en iyisi siz bana beni getirin. Otuzlu yaşlarımdaki ben bu bana gayet iyi bakarım. Hem ne ben benden tiksinirim ne de ben bana gönül koyarım. İnsan her şeyi iki edebilir neticede lakin kendisine şirk koşamaz; kendisini iki etmeyi başaramaz
Her neyse efendim, ihtisar edelim. Nasıl olsa zaman makinası icat edilmiş, şirket aldığı paraya bakar. Bizimkini bulup ikna etmesi de çok zor olmasa gerek. Düşünsenize, bir mesleğiniz olacak, dünya para kazanacaksınız ve mesaiye bir başka yere değil bir başka zamana gideceksiniz. Ne bileyim gittikten 30 saniye sonra dönseniz havadan para düşer gibi bir şey bu sizin için. Ne demişti Marx? Kristalize olmuş emek ve zaman…
Bizimkisi büyük bir hevesle kabul ediyor işi ve bir yandan kalbinde ve zihninde taşıdığı çekincelere zaptolunmamaya çalışarak yola revan oluyor. Karşılaşma sahneleri oldukça ilgimi çekmişti.
Ne bileyim insan kendisine hiç sarılmamıştır ya, bari bu fırsat el geçince bir kerecik sarılıvermek gönlünüzü belki tuhaf, ancak katiyen pişman olmayacağınız hislerle müzeyyen kılar; belki de sizi tarihe geçecek bir hadisenin kahramanı haline getirir.
Sarılmadılar. Bizim kocamış olan civan olana döndü ve uzun bir nutuk irad etti. Yaşamanın güzelliğinden, vaktin kıymetinden, hayatın biricikliğinden bahsetti.
Bu öyle ustalıkla sergilenen bir sahneydi ki, seyirci yaşlı adamın kaygısının tam olarak ne olduğunu hissedebiliyordu: Ölüm korkusuyla çepeçevre kuşatılmış adam, kendisinden daha atik ve gözü kara gençliğinin akıbetle yüzleşmesi akabinde intihar etmesinden korkuyordu.
Uzatmayalım, bütün bir oyunu özetleyecek değilim zira hem bu vurucu sahneler haricindeki pek çok sahneyi hatırlayamıyorum hem de konumuza bir hizmeti yok. Velakin felsefi dili son derece kuvvetli bu oyunun bence en vurucu sahnesini zikredeceğim; zira şu ana kadar yazdığım her satır ancak buna bir zemin hazırlamak için yazılmıştı: Günlerden bir gün genç adam yaşlı kendisine gelir ve der ki
Sanırım plan o kadar da kusursuz değilmiş. Her gün tuvalette en mahrem halimle üzleşen ben, şimdi sen suretindeki benden maalesef tiksiniyorum. Temizliğini yaparken eldiven takmamak çok zor geliyor. Midem seni kaldırmıyor! Çünkü sen artık ben değilsin. aksine benden fersah fersah uzaklaşmış bir başka bünyesin
Kendisi olduğuna emin olduğu adamın kendisinden olduğu muhakkak şeyleri, bizim genç adamı tiksindiriyordu. Yabancılaşmanın, kendine yabancılaşmanın en radikal hali bu olsa gerek. Genç adamın kendisinden çıkmış, Aslında en az o anki ben tanımı kadar kendisine ait olan o kimse, bizimkinin içine sinmiyordu.
Çünkü imkan, kapasite ve emelleri birbiriyle imtizaç eder gibi değildi. Birisi hayatı yaşamaya çabalıyorken diğeri hayatta kalmaya çalışıyordu. Birisi dünyaya meydan okurken diğeri o dünyanın bir sakini kendisine yardımcı olmadıktan sonra yemek yiyemez, ihtiyaç göremez durumdaydı. Birisi hayallerle meşgulken diğeri hatıraları kurcalıyordu… falan filan…
Şimdi biz bu toplumdan, bu toplumun asil efradından bir şekilde türemiş; fakat bir türlü içimize sinmeyen, imtizaç edemediğimiz paralel toplumlarla yan yana yaşıyoruz, bunların içimize en sinmeyecek hallerine şahit oluyoruz ve bu bizi öfkelendiriyor ya; içimize sinmeyen o paralel toplum esasen bizden başkası değildir.
Kültürel, ananevi, manevi değerlerinin idealine en yaklaştığı anlarda bir başka iddia, bir başka hayal ile mücehhez olan biz; içimizden bir katmanın bu değerlerden uzaklaşmakla mefluç hale gelebildiği de biz.
Özellikle gündelik hayatta; kültür, anane ve maneviyatın birbiri içinde bu kadar başarılı bir şekilde çözündüğü, bu değerlerin özel alan kamusal alan demeden hayatın her safhasında insanı kontrol altına aldığı bir başka millet var mıdır bilmiyorum.
Cismimizin ve canımızın ellerinde şekillendiği değerlerden ve tatbikatlardan uzağa düşmek, bizi bizden soğutan şey. Zihnimde tek bir soru var bu cümleden; onu sorup bitireyim: birbirinden tiksinecek kadar birbirine ve bize yabancılaşmış birkaç paralel topluma bölünmüş bizler, bizden ayrışmak namına işlenmiş süfli fiillerin nereye kadar alçaldığını göreceğiz?