The Quincy Institute: Ukrayna, Gazze ve yeniden şekillenen uluslararası düzen!

ABD, hala dünyanın en güçlü ülkesi olsa da, artık tek kutuplu bir düzeni yönetemiyor. Türkiye gibi güçler, Ukrayna ve Gazze'de yaşanan çatışmaların, ABD'nin küresel hegomanyasını sınırlayacak olduğunun farkında...

1. resim

ABD merkezli düşünce kuruluşu The Quincy Institute'de, özellikle Ukrayna ve Gazze savaşlarının, küresel düzen üzerinde nasıl etkiler oluşturuduğunun değerlendirildiği bir analiz yayınlandı.

Ukrayna ve Gazze'de yaşanan savaşlarda, çok sayıda “orta güç” olarak adlandırılan ülkenin ABD ve Batı'nın yanında yer almadığına dikkat çekilen analizde, ABD'nin hala açık ara dünyanın en güçlü ülkesi olmasına rağmen, artık tek kutuplu bir düzeni yönetemediği tespitine yer verildi.

Analizde ayrıca; uluslararası düzenin birbiriyle bağdaşmayan iki siyasi modelinin örtüştüğü bir döneme girdiği belirtilerek, “büyük güçlerin” artık uluslararası düzeni riske atmamak için bu “orta güçlerle” ortaklık kurmak zorunda kalacağı belirtildi.

İşte The Quincy Institute'de yayınlanan analiz:

Soğuk Savaş uzun zaman önce sona erdi. Ancak siyasi gölgesi varlığını sürdürüyor.

Örneğin uluslararası siyaseti, hala büyük güç rekabeti penceresinden düşünmeye devam ediyoruz ve bunu genellikle, tek kutuplu ve çok kutuplu dünya düzeni vizyonları arasındaki bir mücadele olarak anlıyoruz.

Bu ilginç bir durum.

Zira; Soğuk Savaş'ın sona ermesi, uluslararası düzen hakkında yeni düşünme biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Örneğin Francis Fukuyama'nın 1992 tarihli çok satan kitabı "Tarihin Sonu ve Son İnsan", küresel siyasetin geleceğini Batı liberalizminin bir temizlik harekatı olarak öngörüyordu.

Fukuyama'nın kitabı “sadece zaferci bir yaklaşım ortaya koymak” ile eleştirilse de, gerçek rekabetin olmadığı bir dünyada özgürlüğün kaderi hakkında endişeleri çok önceden görmüştü. Samuel Huntington'ın aynı derecede popüler olan 1996 tarihli "Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması" adlı kitabı ise; Soğuk Savaş'ın büyük güç rekabetinin yerini, bir tür bölgesel, kültürel, dini ve kimlik çatışmalarının alacağını öngörüyordu.

Bu tür vizyonların yararları ve zararları ne olursa olsun, en azından Soğuk Savaş sonrası durumun yeniliğini kabul etmişler ve özellikle ABD'nin bunu hem anlaması hem de kontrol altına alması için yollar önermişlerdi.

Nitekim, bu görüşlerin gerçeklikleri, büyük ölçüde ortaya çıktı.

Örneğin, Rusya'nın Soğuk Savaş sonrası ekonomik ve siyasi gücünün azalması göz önüne alındığında, ABD ve Batılı müttefikleri; Ukrayna savaşını, ne büyük bir güç rekabeti ne de tek kutupluluk ile çok kutupluluk arasındaki bir mücadele olarak görmedi.

Bu nedenle de, tek kutuplu bir düzen anlayışı ile Ukrayna'yı desteklemek, içinden çıkılmaz bir hal aldı ve olay, karmaşık bir çatışmaya dönüştü. Gazze'deki savaş da, benzer şekilde Batı'nın dikkatini dağıtarak, Hint-Pasifik ve Çin'e karşı odaklanma planlarını alt üst etti.

Amerika Birleşik Devletleri açık ara dünyanın en güçlü ülkesi olmaya devam etse de, artık tek kutuplu bir düzeni yönetemiyor.

Her ikisi de bölgesel çatışmalara dönüşebilecek olan Ukrayna ve Gazze'deki savaşlar, dünya düzeninin tanımlanmasında tek kutupluluk ile çok kutupluluk arasındaki varsayılan daha ciddi ve uzun vadeli mücadelenin dikkat dağıtıcı unsurları haline geldi.

Bu iki savaş gösterdi ki; Batı'nın siyasi erişimini kısıtlamak ve küresel hegemonyasını yıkmasa bile azaltmak için büyük güçlerin karşısına çıkmasını gerektirmiyor.  Aksine, uluslararası sistemdeki çatışmaları belirleyen ve bu süreçte sistemin dönüşümüne yol açan şey, orta güçlerin politikaları oldu.

Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana tek kutupluluğunu korumaya ve çok kutuplu bir düzen tehdidini bertaraf etmeye çalışıyor.

Ancak öngördüğü ve beklediği türden tehditlerle karşılaşmak yerine, yeni yüzyılın başından bu yana tamamen farklı tehditlerle mücadele etmek zorunda kalıyor.

Önce El Kaide'nin, ardından da Amerika'nın Orta Doğu'ya müdahalesinin bir sonucu olarak IŞİD'in yükselişiyle, küresel hegomanyasına karşı devlet dışı tehditler ortaya çıktı. Bir senaryoya uygun olarak ortaya çıkmış gibi görünen bu krizler, ABD'nin ilk aşamada "Terörle Savaş" başlığı ile tek kutupluluğunu sağlamlaştırmasına olanak sağladı.

Ancak sonuçları, ne hegemonyasını ne de uluslararası sistemi korumasın noktasında hakimiyetle sonuçlanmadı.

Küresel siyaset krizi

ABD Başkanı Biden, 19 Ekim'de ulusa sesleniş konuşmasında, Amerika'nın uluslararası düzeni Rusya ve Hamas gibi tehditlere karşı korumadaki vazgeçilmez rolünü göstermek için Ukrayna ve Gazze'deki savaşları bir arada değerlendirdi.

Bu garip bir eşleştirmeydi. Ne de olsa Rusya nükleer silahlara sahip büyük bir devlet, Hamas ise sınırları, enerjisi, gıdası ve suyu İsrail tarafından kontrol edilen küçük bir toprak şeridinde faaliyet gösteren bir örgüttü.

Biden konuşmasında, Rusya'nın sivillere yönelik saldırılarını kınayıp İsrail'inkileri kınamadığı için kendisini ikiyüzlülükle suçlayan eleştirmenlere ise yanıt veremiyordu.

Yine de kendi persfektifinden, iki çatışmayı bir araya getirmekte haklıydı. Çünkü her iki durumda da ABD ve müttefikleri, çatışmalara barışçıl bir çözüm getirmenin tek yolu olan diplomasi, müzakereler ve ateşkes çabaları yerine savaşı tercih etmişlerdi.

Görünüşe göre, düşman tercih ettikleri şartları kabul edecek kadar zayıflayana kadar beklemek istiyorlar. Ancak bu strateji geçen iki yılda Ukrayna'da başarısız oldu ve İsrail için de başarılı olma ihtimali çok düşük.

Biden her iki çatışmayı da Amerika'nın hegemonyasına ve küresel siyasetine meydan okuma olarak görmek konusunda, kendi ülkesi açısından haklı. Ancak Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana uluslararası düzeni tanımlayan tek kutupluluğa tehdit oluşturan şey savaşların kendisi değil, müttefik devletlerin çoğunun bu savaşlara katılma konusundaki isteksizliğidir.

Örneğin; Türkiye gibi NATO üyesi bir ülkenin politikasını belirleyen şey, Rusya yanlısı duygulardan ziyade tarafsızlıktır. Çünkü bu devletler, Rusya-Ukrayna savaşının Amerika'nın küresel politikalarına sınır koymaya yönelik bir savaş olduğunun farkında.

Ayrıca Rusya'nın kendilerini tehdit eden bir küresel politikaya ne ilgi duyduğunu ne de buna muktedir olmadığını görüyorlar. Dolayısıyla tarafsızlık, Ukrayna savaşının coğrafi olarak sınırlandırılmasına ve Amerikan niyetlerine karşı bölgeselleştirilmesine izin verirken, Türkiye gibi ülkelerin de savaşın tarafları arasında arabuluculuk yapmasına olanak sağlıyor.

Tek kutuplu bir uluslararası düzenin mümkün kıldığı küresel siyasetin Ukrayna'da tehdit altına girmesiyle ABD, Avrupa Birliği'nin sahip olduğu bölgesel özerkliği azaltarak Kanada, İngiltere, Avustralya, Japonya ve Güney Kore'nin de aralarında bulunduğu ve Rusya'ya karşı olan bir Batı bloğu oluşturdu.

ABD şimdi de; İsrail ve Hamas arasından devam eden savaşta aynı ikilemle karşı karşıya ve Orta Doğu'da benzer bir blok kurmaya çalışıyor.

Camp David'den Oslo'ya ve Abraham Anlaşmalarına kadar, tek kutuplu dönemi karakterize eden politika bu türdendi. Ancak bu, ABD'nin artık sadece statükoyu yeniden tesis etmek için savaşı tercih ederek savunabileceği bir durum haline geldi.

Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısı 11 Eylül ile karşılaştırılsa da, her ikisinin de anlaşılma biçimindeki farklılık dikkat çekici. 11 Eylül saldırıları sadece ölçekleri itibariyle değil, aynı zamanda tamamen yeni bir siyasi konjonktürü müjdelediği için emsalsiz olarak görülmüştü.

Hamas saldırıları ise; İsrail ve destekçilerine göre daha geniş anlamda "İslami terörizmin" varlığını temsil ediyor. Ancak Filistinlileri destekleyenlere göre bu saldırı, sömürgecilik ve apartheid'ın bir sonucu.

Yani burada; uluslararası düzenin terminolojisinin ötesine geçen bir yeniliğin kabul edildiğini görüyoruz. Diğer bir ifade ile; İsrail'in aslında yeni bir uluslararası düzenin oluşmasına neden olarak savaşı kaybettiğini görüyoruz.

Küreselleşme

Ukrayna ve Gazze birlikte ele alındığında, Soğuk Savaş sonrası tarihin gidişatını daha net görmemizi sağlıyor.

Artık Amerika'nın tartışmasız tek kutuplu döneminin bittiği ve ABD'nin ciddi bir rakiple karşılaşmadığı bir ortamda bile, El Kaide gibi devlet dışı tehditlere karşı gücünün kesintiye uğradığı anlaşılıyor.

11 Eylül'ü, tek kutupluluğunu pekiştirmek ve uluslararası düzeni yeniden inşa etmek için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen ABD, bu hedefine ulaşamamış görünüyor.

Amerikalılar kendi tek kutupluluklarının iki ya da çok kutuplu bir uluslararası düzen yaratma girişimlerine karşı zafer kazanacağı bir küresel siyaset hayal ederken, tarihsel gelişmeler oldukça farklı bir yönde ilerliyor.

Ne Çin ne de Rusya, Soğuk Savaş dönemindeki süper güç rolünü üstlenebilecek ve dolayısıyla Amerikan tek kutupluluğunu tehdit edebilecek bir konumda değil.

Ancak; Orta Doğu'da Türkiye ve İran, Güney Amerika'da Brezilya ya da Afrika'da Güney Afrika gibi orta güçlerin başrol oynamaya başladığı bir bölgesel siyaset, artık uluslararası alanda ön plana çıkıyor.

BM sisteminin Batı tarafından tahrip edilmesi, kurallara dayalı uluslararası düzenin kriz zamanlarında bile adaleti garanti edememesi ve Batı'nın pandemi sırasında aşıları istiflemesinden, ulaşım koridorlarını sadece kendi adına harekete geçirmeye çalışmasına kadar çok sayıda gelişme, uluslararası düzene karşı meydan okumaları ortaya çıkarıyor.

Özetle; uluslararası düzenin birbiriyle bağdaşmayan iki siyasi modelinin örtüştüğü bir döneme girdiğini görebiliyoruz.

Birincisi, ABD'nin rakiplerine karşı tek kutupluluğunu korumaya çalıştığı büyük güç rekabetinin yaşandığı bir küresel düzen. İkincisi ise; orta güçlerin daha aktif olduğu ve büyük güçlerin uluslararası düzeni riske atmamak için bu güçlerle ortaklık kurması gerektiği bir düzen.

Nitekim çok sayıda orta gücün, Ukrayna ve Gazze konusunda ABD ile birlikte hareket etmeyi reddetmesi, bu iki modelin örtüşmek zorunda olduğunu ortaya koyuyor.

Tartışma