gdh'de ara...

Türkiye hala Davutoğlu’nun hatalarının bedelini ödüyor

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, yine her zamanki gibi ulusal çıkarların gerekliliklerini anlamaktan uzak, gerçeklikten kopuk söylemleriyle medyada kendisine yer buluyor.

1. resim

Filistinli direnişçilerin El Aksa Operasyonu’nu başlatmasıyla patlak veren çatışmalarda İsrail ordusunun sivil ayırmaksızın Gazze’yi bombalaması, en çok Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu iştahlandırmış gözüküyor. Zira Davutoğlu, yine her zamanki ulusal çıkarların gerekliliklerini anlamaktan uzak, gerçeklikten kopuk söylemleriyle medyada kendisine yer buluyor. İşin kötüsü Davutoğlu, ölen Filistinliler üzerine kurduğu söylemleriyle siyasi prim elde etmek istese de mesele bundan ibaret değil. Çünkü gerçeklikle bağını koparmış görüşlerini siyaset olsun diye dile getirmiyor, kendisi de inanıyor.

Nitekim Davutoğlu’nun Türk dış politikasını uçurumun kenarına sürüklediği günler hafızalardaki yerini korumasına rağmen Gelecek Partisi Genel Başkanı’nda özeleştiriye dair bir emare görmek mümkün değil. Bunun sebebi ise “hoca” sıfatıyla mütevazi gibi göstermeye çalıştığı devasa kibri.

Türkiye’nin hala Davutoğlu’nun hatalarının bedelini ödediğini düşündüğümüzde ise ister istemez kendimize şu soruyu soruyoruz: “Hoca”nın Türkiye’yi karşı karşıya bıraktığı tüm zorlukların ardından dünyadaki dengeleri anlamaktan uzak maceracı görüşlerini savunmaya hakkı var mı ya da bu fikirlerini dile getirecek yüzü olmalı mı?

Davutoğlu’nun “hocalığı” elbette akademisyenliğine dayanıyor. Akademik çalışmaları açısından zirve olarak ortaya koyduğu eser ise “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu” başlıklı kitap. Hatta bu kitap nedeniyle Davutoğlu, bir dönem “Doktrini olan ilk Dışişleri Bakanı” şeklinde anıldı. “Hoca” bu doktrinini “Komşularla sıfır sorun” şeklinde sloganlaştırma yoluna gittiğinde, yükselen itirazda dikkat çekilen ilk nokta ise herhangi bir aktörle sorunların sıfırlanmasının aynı zamanda kırmızı çizgilerin sıfırlanmasıyla ilişkili olduğu yönündeydi.

Tam da bu yüzden Davutoğlu, görevde olduğu süreçte neredeyse her hafta en az bir kez “Kimse Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkmasın.” açıklamasında bulunmak zorunda kalacak kadar Türkiye’nin sabrının rakipleri tarafından test edildiği bir sürecin mimarı oldu. İdeolojiye hapsolmuş jeopolitik gerçeklerden kopuk dünya okuması, Türkiye’yi ciddi sınamalarla yüzleştirdi.

Dahası “komşularla sıfır sorun” stratejisi, zaman içerisinde sıfır komşu noktasına da geldi. Ebette “hoca”, bunu da literatürdeki anlamını hiç de karşılamayan “değerli yalnızlık” kavramıyla savundu. Yani Davutoğlu, hiç bir zaman hata yapmıyor ama içine düşülen sıkıntılı durumu normalleştirerek açıklayacak afilli kavramları her zaman bulabiliyordu. Zaten bu nedenle de Türkiye’nin özellikle de 15 Temmuz 2016 tarihli hain darbe girişiminden sonra yaşadığı gelişmelere bakıldığında, yerli ve milli kadroların dış politika hamlelerinin temelinde “hocanın” yarattığı hassarın giderilmesi olduğu görülüyor ve Türkiye, hala Davutoğlu’nun hatalarının bedelini ödüyor. Nasıl mı?

Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde yaşanan en önemli gelişme, kuşkusuz Suriye İç Savaşı. Hocanın politikalarının Türkiye’nin göçmen yükünü artırdığı aşikar. Buna Avrupa Birliği (AB) ile imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” da dahil.

Dahası Irak’ta “Sünni Kürt, Şii Türkmenden yeğdir.” şeklinde özetlenen anlayışın açtığı yara yıllardır iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu yaklaşımın Irak’ta ayrılıkçı Kürt hareketlerine ve Suriye’de terör örgütüne alan açtığı da tarihi bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Davutoğlu döneminin maceracılığının bir diğer yansıması ise “Yeni Osmanlıcılık” akımının revaçta olduğu dönemde İngiliz Milletler Topluluğu’nu örnek göstererek Türkiye’nin liderliğinde eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan devletlerin yer aldığı bir birlik kurmayı önermesiydi. Bunun bir akıl tutulması olduğu aşikar. Çünkü Türkiye’nin eski imparatorluk bakiyesi olan coğrafyalarda bir karşılığı varsa, bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist-sömürgeci bir geçmişinin olmamasına borçlu. Fakat Davutoğlu, bir uluslararası ilişkiler profesörü olmasına rağmen Türkiye’nin yumuşak gücünün gerçek kaynağını kavrayamadı. Bunun yansıması olarak Balkanlar’da bile Türkiye’ye yönelik tepkiler arttı. Zira “hoca”, yine hayal dünyasının içine düşerek egemen devletlerin bağımsızlıklarına saygısızlık yapmıştı.

Bu noktada bir anekdotu hatırlatmak lazım. “Hoca”nın Başbakan olarak görev yaptığı dönemde terörle mücadele kapsamında gerçekleştirilen hendek operasyonları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın terörle mücadelede kararlı bir şekilde ortaya koyduğu duruşun başarılı bir neticesiydi. Türk ordusu ise çatışma bölgelerinde sivillerin korunması konusunda dünyada sicili en temiz ordu. Ancak “hoca” o günlerde Diyarbakır Sur’daki operasyonlara atıfla “Sur’u öyle bir inşa edeceğiz ki Toledo gibi yapacağız.” diyerek İspanya’da Franco’nun faşizmini hatırlatan bir açıklama yapmıştı.

Toledo örneğini eğitimsiz bir siyasetçi söylese, belki bir derece anlaşılabilirdi ama “hoca” söyleyince insanın arkasında kötü niyet araması gerekiyor. Kim bilir belki de Davutoğlu, henüz AK Parti’deyken daha Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yıpratacak ve uluslararası toplumun baskısını artıracak hamleleri bile isteye yapıyordu.

Bu noktada Türkiye’den Akdeniz haritasına bakmakta yarar var. Birazcık jeopolitik bilen herkesin güç merkezi olarak Akdeniz’de önemseyeceği üç aktör vardır. Bunlar Mısır, İsrail ve Suriye. Dolayısıyla devletlerin kalıcı dostlarının bulunmadığı ve aslolanın çıkarlar olduğu düşüncesiyle rasyonel herhangi bir karar alıcının temel önceliği bu üç ülkenin biriyle arası bozulduğunda diğer ikisiyle iyi geçinmek olur. Lakin Davutonğlu, uzun yıllar Türkiye’nin aynı anda hem Şam hem Kahire hem de Tel Aviv’de büyükelçisinin bulunmadığı bir durum yarattı. Bu da Türkiye’nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tezleri karşısında Doğu Akdeniz’de yalnızlaşmasına yol açtı. Mavi Vatan’da bu hasarın telafi edilmesi de zaman aldı. Türkiye, haklarını koruma konusunda gerekeni yapmışsa da “hocanın” Türkiye’ye zaman kaybettirdiği çok açık.

Tüm bu nedenlerden ötürü Davutoğlu henüz görevdeyken Cumhurbaşkanı Erdoğan, sık sık Türkiye’nin düşmanlarını azaltıp dostlarını çoğaltması gerektiğini belirten açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar, “hocanın” yanlış yönendirmelerinin ve kararlarının yarattığı rahatsızlığın dışavurumuydu.

“Hoca” sonrasında ise Türkiye, güç merkezleri arasındaki dengeleri gözeten çok yönlü ve çok boyutlu dış politika anlayışıyla çok kutuplu dünyada bir kutup olarak konumlanma yoluna gitti. “Hocanın” bozduğu ilişkiler hızla onarılırken, bölgede yürütülen normalleşme süreçleri de Ankara’yı küresel krizlerde aranan arabulucu haline getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya-Ukrayna Savaşı’ndaki tüm dünya tarafından kabul edilen diplomatik başarısı da bunun göstergesi. Bu, Türk diplomasisinin “değerli yalnızlıktan değerli dostluklara” uzanan yolculuğu olarak da nitelendirilebilir.

Bu başarı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her zaman mazlumun yanında yer alan ama her çatışmaya doğrudan taraf olmaktan imtina eden yaklaşımının ürünü. Erdoğan, bu yaklaşımını “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.” sözleriyle özetliyor. Muhtemelen “hocanın” rahatsızlığı da bundan kaynaklanıyor. Davutoğlu, Filistin sorununun yeteri kadar savunulmadığı kanaatinde. Üstelik tam da Türkiye’nin Gazze’ye insani yardım gönderdiği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gazze’ye yönelik saldırıların durması için diplomatik çabalarını yoğunlaştırdığı ve taraflarla temasta bulunduğu süreçte “hoca”, gerçeklikten kopuk görüşleriyle medyada yer buluyor. Keşke Davutoğlu, siyasete devam edecekse , dış politikayla ilgili görüş vermekten uzak dursa ya da gidip “Neden Türkiye’ye bedel ödetecek hatalar yaptım?” sorusunu sorarak anılarını yazsa. Gerçi hoca, bu soruyu sormadan da anılarını yazsa, “Nasıl bir diplomasi uygulanmamalı?” sualinin yanıtını almak için okunabilir.

Tartışma