Türkiye'deki ilk futbol terörü: 17 Eylül 1967 Kayseri Sivas maçı
1967 yılında oynanan ve büyük bir trajediye sahne olan Sivasspor – Kayserispor maçının ardından yaşananlar, Türk futbolunda tribün şiddetinin zirve noktasıydı.
Şahit olduğumuz olayları değerlendirme biçimimiz, kültürel kodlarımızın yanında olaylara olan mesafemizle de yakından ilişkili sanıyorum.
Dünyanın öbür ucunda yaşananlara karşı gösterdiğimiz yüksek sesli tepkiler, konu ev içimiz olduğunda “cesur fısıltılara” dönüşüyor.
Sonuç olarak burada yaşananlar “her evde olur” diyerek çabucak unutulurken orada yaşananlar ise hafızalarımızın ibret ve kınama bölümünde, “bizim evin aslında ne kadar huzurlu olduğunu” hatırlatma vazifelerini sürdürüyorlar.
Takvim yaprakları 29 Mayıs 1985’i gösterdiğinde Brüksel, Avrupa Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapmanın heyecanını yaşıyordu.
Heysel Stadyumu’nun yolunu tutan taraftarlar Liverpool ve Juventus arasından hangisinin kupaya uzanacağını tartışıyorlardı. 18 yaşındaki Antonio ve babası, ellerinde biletleriyle Z bölümündeki yerlerine oturdular.
Holigan İngiliz taraftarlar her maç öncesinde olduğu gibi yine oldukça ateşli(!) gözüküyordu. Antonio, o gürültüde maçta olacakları hayal ederken ansızın önüne birkaç taş parçası düştü.
Etrafına baktığında iki takım taraftarlarının birbirlerini taşladıklarını fark etti. Tedirginlikle babasına bakan Antonio, onun yüzünde de aynı korkuyu gördü.
Baba – oğul, saniyeler sonra İngiliz taraftarların çitleri kırmasıyla yaşanacak korkunç olayların hiçbirini tahmin edemezdi. Onlar günümüzde dahi hemen her futbolseverin hafızalarında yerini alan Heysel Faciası’nın tanıklarıydı.
O gün orada 39 kişi hayatını kaybetmişti. Heysel Faciası saha içi ve saha dışı sonuçları bakımından futbol tarihinin kırılma anlarından biri olmuştu.
Antonio’nun doğduğu yıl, İtalya’dan kilometrelerce uzakta olan Türkiye’de Kayserispor ile Sivasspor karşı karşıya geliyordu.
İki komşu şehir arasında ekonomik gelişmişlik farkından doğan adı konulmamış rekabet, Türk futbolunun 1965 yılından itibaren başlayan Anadolu yapılanmasıyla yeşil sahada vücut bulmuştu.
17 Eylül 1967 tarihindeki maç öncesi Sivas’tan hareket eden 5000 kadar taraftar Kayseri’de takımlarının muhtemel galibiyetine şahit olup, keyifli bir pazar günü geçirmeyi planlamıştı.
Maç saatine kadar Kayseri’de yaşanan ufak çaplı taşkınlıklar maçın heyecanına verilmişti. Laf atmadan öteye gitmeyen hadiselerde kolluk kuvvetleri 6 Sivaslı’yı göz altına alırken, 6 kişi bunca yolu geldikleri deplasmandan maç izlemeden dönecekleri için hayli öfkelenmişlerdi.
O noktada hiçbiri, bu gözaltıyla belki de hayatlarının kurtulduğunu bilemezdi.
Kayseri’deki stadyumu hınca hınç dolduran 21 bin kişi, koltukları sallayan tezahüratlarıyla takımlarına destek oluyordu. Hakemin ilk düdüğüyle başlayan maçın heyecanı, 20. Dakikada Küçük Oktay’ın attığı golle tavan yapmıştı.
Çılgınlarcasına golü kutlayan Kayserispor taraftarlarının bu sevinci, stadyumdaki Sivassporlular tarafından abartılı bulunmuştu. Kitle psikolojisi işte tam bu noktada devreye girmiş ve Kayserisporluların sevincine misliyle karşılık verme dürtüsü kendisini göstermişti.
Önce birkaç adet taşla başlayan bu karşılıklı tepkiler, dakikalar içinde yerini fiziksel saldırılara bırakmıştı.
Sivassporlular, çoğunlukta olan ev sahibi Kayserispor taraftarları karşısında çareyi stadyumdan çıkmakta bulmuştu. Ancak çıkış kapılarına doğru yöneldiklerinde acı gerçekle karşı karşıya kalacaklardı.
Anadolu’nun futbolla buluşması ve kulüpleştirilmesi yönünde atılımlar yapan devlet, İstanbul’dan Anadolu’ya gelirken futbol kültürü ve stadyum güvenliğini yanında getirmemişti. Zira Kayserispor stadyumundaki kapılar olması gerektiği gibi dışarıya değil, içeriye doğru açılıyordu…
Kapıların bu durumu karşısında bir anda afallayan görevlilerin yaşadıkları tereddüt, can derdinde olan taraftarların dar alanda yığılmasına neden olacak ve 43 kişi o keşmekeşte hayatını kaybedecekti.
Stadyumda yaşanan kabus, kentin her bölgesine sirayet edecekti. Dışarı çıkabilen Sivasspor taraftarları, stadyumun çevresindeki Kayseri plakalı araçları ateşe vermişlerdi.
Kayseri’de gerçekleşen olayları dünyanın en ilkel sosyal medya platformu “dedikodu gazetesinden” öğrenen Sivas halkı, gelen abartılı haberler karşısında galeyana gelmişti.
Sivas’taki toplumsal öfke nöbetine kolluk kuvvetleri müdahale edemezken, hadiseler komşu şehirlerden gelen askeri kuvvetlerle anca bastırılabilmişti.
Buna karşın Kayseri’de süregelen olayları bastırmak ise bu kadar kolay olmayacaktı. Zira maç gününde çıkabilecek olaylar öngörülememiş olacak ki, Vali Üner o pazar gününü şehir dışında geçirmeye karar vermişti.
Emniyet mensupları olaylar başladığında yetersiz kalacaklarını anlamışlardı. Bu yüzden üstlerinden askeri destek talebinde bulunmuşlardı. Ancak bu yetki sadece valiye aitti ve vali o sıralarda şehirde değildi. Bir başka ifadeyle 21 bin kişilik stadyum yalnızca 60 kadar emniyet mensubunun denetimine kalmıştı.
Kayseri’de yaşananlar ulusal basında kısıtlı bir süre yer bulabilmiş olsa da Sivas ve Kayseri yerel basınında günlerce manşetlerden düşmeyecek, nefretin boyutları gittikçe artacaktı.
Bu nefretin boyutlarını anlamak için Sivas’ta yayın yapan Haber Gazetesi’nin 19 Eylül 1967 günü çıkan sayısına göz atmak yeterli olacaktır. “Katil Şehir: Kayseri” sürmanşeti ile çıkan gazetede yer alan şu bölüm, futbolda şiddeti besleyen anlayış ve spor kültürü oturmamış bir toplumun olaylara nasıl tepki vereceğinin anlaşılması bakımından çok çarpıcı:
“Türkiye topraklarında yaşayan insanlar birbirinin kardeşidir, düşmanı değil. Ama Kayserililer bu yabancı düşmandan farksızdı. Bizleri vururken, onların Türklüğünden şüphe ediyoruz. Hiçbir Kayserili çıkıp da ben Türküm diyemez, dese dahi yaptıkları hareket bizim kaybettiklerimizi geri getiremez. Bundan böyle Kayserilileri Türk toprakları içinde yaşayan casus olarak tanıyacağız."
Bu nefret iklimini yumuşatmak adına günler sonra Vali Üner ve dönemin Emniyet Müdür merkeze alınacak, dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan ve Sağlık Bakanı Vedat Ali Özkan başta olmak üzere devlet erkanı çeşitli ziyaretlerle hadisenin etkilerini silmeye çalışacaktı.
Zaten ulusal basının gündeminde sadece birkaç gün yer alan bu olaylar, yerel basının gündeminden de toplumsal hafızadan da çok geçmeden silinip gidecekti.
Zira bir olayın toplumsal hafızada kalıcı olabilmesi, onun toplumda ve hatta dünyada yarattığı sonuçlarla ilişkilidir. Heysel Faciası’nın bu kadar bilinir olmasının başlıca nedeni de aslında budur.
Yaşanan elim olay ve tribün şiddeti, temelde aynı duygulardan beslenmektedir. İki olayda da hayatını kaybeden tüm insanlar bu tribün şiddetinin kurbanlarıdır. Ancak bunlardan biri spor tarihindeki simge olaylardan kabul edilirken diğeri kendi ülkesinde bile unutulmaya yüz tutmuş durumdadır. Peki neden böyle?
Şüphesiz cevaplardan birinin maçların önemi ve oynanan turnuvaların prestijiyle ilgili olduğu söylenebilir. Hatta buna coğrafi olarak dünya gündeminde çok fazla yer alamayışımız da pek ala eklenebilir. Ama bana göre meselede bunlardan biraz daha fazlası var.
1985’te yaşanan Heysel Faciası sonrasında İngiltere Başbakanı Thatcher önderliğindeki hükümet, bir takım siyasi amaçlar da gütmekle birlikte (işçi sınıfının toplumdaki baskın rolünü kırmak bunlardan biri), İngiliz futbolundaki holiganizmle radikal biçimde mücadele etmeye karar verdi.
İngiliz futbolu 5 yıl süreyle Avrupa’dan çekilirken, bu süreçte Heysel Faciası’na neden olan şiddet zihniyetiyle mücadele edildi.
Sonuç olarak İngiliz futbolu kültürü kendine gerçekçi bir biçimde teşhis koyarak, kendini tedavi etmeyi başardı. Zira geldiğimiz noktada bugün, futbol kültürü denildiğinde akla ilk gelen organizasyon İngiltere Premier Lig. Bu büyük dönüşümün dünyadaki simgesi ise Heysel.
1967’deki Kayseri – Sivas olaylarında ise sonuç iki takımın hükmen mağlup edilmesi ve Kayserispor’a verilen 10 maçlık saha kapatma cezasıyla sınırlı kaldı.
Zaten büyük ihtimalle bu “cezalar”, bırakın bir toplumsal sonuç oluşturmayı iki şehir dışında yaşayan futbolseverlerin gündeminde bile yer etmedi.
O günlerden bugüne taşıyabildiğimiz tek kazanım ise stadyum kapılarının artık dışarıya doğru açılıyor oluşundan ibaret. 1967’den 2022’ye sadece futbol sahalarımızda yaşanan şiddet olaylarına baktığımızda ise “gelişen” spor kültürümüzün kapıları hala sıkı sıkıya kilitli gözüküyor.
Günün sonunda ise İngiliz futbolunun Heysel sonrası yaşadığı dönüşümden övgüyle bahsedilirken, kendi geri kalmışlığımızla yüzleşmek ise her zamanki gibi zor geliyor.