Ya post-Amerikan Ortadoğu gerçekten işe yararsa?
Post-Amerikan bir Orta Doğu düzeninin Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında gelişmesi mümkün mü? İsrail’in Sünni Arap devletleriyle filizlenen bir anlaşmaya dönüşen İbrahim Anlaşmaları’ndan ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suudiler, BAE ve İsrail’le uzlaşmasına yönelik gelişmelere Suudi Arabistan ile İran arasındaki yumuşama görüşmeleri de eklendiğinde, son haftalardaki olayların İsrail merkezli yeni bir uzlaşma modeline işaret ettiği görülüyor. Giderek çok kutuplaşan dünyada Ortadoğu’daki bu baş döndürücü tempo niye?
Ya bu eğilimler, Orta Doğu devletleri arasındaki yirmi yıllık savaşlardan bitkin düşen ABD’nin artık güvenlik konusunda güvenilir bir garantör olmadığı korkusundan kaynaklanan bir korumacı politikayı yansıtıyorsa? Elbette kendilerini koruma ve bölgedeki güvenlik ortamını tesis etmek için tehditleri azaltmaya çalışan devletlerin proaktif bir süreç yürütmeleri normal.
Aslında söz konusu eğilim, Ortadoğu’ya özgü bir durum değil. Avrupa’da da daha bağımsız ve egemen bir duruş arayışı olduğu ifade ediliyor. Ayrıca Hint-Pasifik’te sadece bölgesel ekonomik entegrasyonda değil; aynı zamanda benzeri görülmemiş Asya içi güvenlik arayışlarında da artış gözlemleniyor.
Esasen ABD’nin ortaklarının kendi güvenlik yüklerini daha fazla üstlenmeleri, Soğuk Savaş sonrası dünyanın bir özelliği olabilir. Bu da çok kutuplu bir dünya için yeni bir süreç yönetimi olabilir. Bir diğer ifadeyle gelişmeler, ABD’nin Vietnam yenilgisinin akabinde kabul edilen Richard Nixon’un Guam Doktrini’nin yeni bir versiyonu haline gelebilir.
Ancak Washington yönetimindeki geleneksel görüş, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki bölgesel güvenlik garantörü rolünden çekilmesinin Washington yönetiminin küresel çıkarlarına zarar vereceği ve daha fazla güvensizlik ortamı yaratacağı yönünde. Nitekim ABD’nin çekildiği bölgelerdeki güç boşluğunu Çin ve İran gibi yeni aktörler dolduruyor. Bu nedenle de Amerikalılar, mevzubahis paradigma değişiminin bir hata olduğuna inanıyor. Lakin ABD, iki büyük savaştan başarısız olduktan sonra ve çok fazla kan ve para (6.4 trilyon dolar) harcadıktan sonra ne barış ne de istikrarla sonuçlanan bir felaketle yüzleşti. Geçmiş politikalarda ısrar, bu felaketi boş vermeyi gerektiriyor.
ABD’nin Irak’ı işgali, Afganistan’daki savaş ve Libya’da bir “başarısız devlet” yaratan insani-askeri müdahale, bölgeye istikrar getirmek bir yana; istikrarsızlık ortamını daha da derinleştirmişitr. Dahası dört yıl boyunca Donald Trump’ın uyguladığı ve “Önce Amerika” söylemi üzerinden şekillenen politikaya Amerikan kamuoyunun yaklaşımı da eklendiğinde, ABD’nin duruşu bölge devletleri açısından hiç de güven verici değildir.
Bununla birlikte ABD, Orta Doğu’da mütevazi bir seviyeye inen mevcudiyetiyle askeri üslerinin büyük bir kısmını elinde tutmaktadır. Fakat buradaki personelin de Barack Obama döneminden beri azaldığı görülüyor. Kuşkusuz Suriye’deki çekilme süreci, ABD açısından hiç de zorunlu olmayan bir hata.
Bazı kesimler, Rusya’ya daha fazla baskı yapmak ve petrol fiyatlarını düşürmek için ABD’nin dahafazla petrol üretmesi, Yemen’deki savaşı sona erdirmesi ve İsrail’in tanınması için Suudi Arabistan’la pazarlık yapması gerektiğini savunuyor. Ancak çok daha öncelikli meseleler varken; Amerikan çıkarları açısından Orta Doğu bataklığında daha derine dalmak mantıklı mı? Elbette bu soru da tartışılıyor.
ABD’nin geri çekilmesi, yeteneklerden ziyade; niyetle ilgilidir. Fakat insanlar algılarla hareket ediyor ve ABD’nin rolüyle ilgili oluşan endişe, yeni bir bölgeselciliğin doğması noktasında itici güç haline geliyor. Birçok Sünni-Arap devletinin İran endişesi, vekalet savaşlarının yorgunluğu, petrolden uzaklaşarak teknolojiye yönelme çabaları ve ekonomik bakımdan hissettikleri geri kalma korkusu, bu ülkelerin hareket tarzını da etkiliyor.
Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’ın yenilenebilir enerji ve teknolojik şehirler konusunda yaptığı devasa yatırımlar, geçmişin ötesinde bir gelecek tahayyülünü yansıtıyor. Elbette bölgeselciliğin yükselişinde Ukrayna’daki savaşın da etkileri var.
Mart ayında İsrail’in ev sahipliğinde Bahreyn, Mısır, Fas ve BAE’nin katıldığı ve ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in de yer aldığı Negev Zirvesi, İbrahim Anlaşmaları’nın evrimini ekonomik, siyasi ve savunma boyutlarıyla ortaya koyuyor.
Benzer bir şekilde Erdoğan da Suudi Arabistan, BAE ve İsrail’le uzlaşma kampanyası başlattı. Beş tur süren üst düzey görüşmelerden sonra hala sorunlu ve yavaş yavaş da olsa Suudi Arabistan-İran normalleşmesi de ilerliyor.
Gelişen yeni jeopolitik kalıplar, kalınlaşan ekonomik, siyasi ve güvenlik bağları, bölgesel yakınlaşmaları tetikliyor. Yeni Orta Doğu’nun ABD’nin geçmişe göre çok daha azalan bir rol üstleneceğini gösteriyor. Lakin süreçte ABD’nin rolünün tamamen yadsınması da mümkün değil.
ABD’nin Orta Doğu politikasına eleştirel bir perspektifle yaklaşanlar ise Büyük Ortadoğu’da artan Çin ve Rusya nüfuzuna dikkat çekiyor. Elbette bu nüfuzun Amerikan çıkarlarına zarar vereceğinin de altı çiziliyor. Meselenin özüne bakıldığında, ABD’nin uzun zamandır bölgedeki hedefleri arasında petrol akışının güvenceye alınması ve bölgenin bir hegemon güç ya da güçler tarafından tahakküm altına alınmasının engellenmesi yer alıyor. Aslında petrol noktasındaki kaygılar, her zaman biraz abartılı olmuştur. Zira Körfez ülkelerinin de Çin’in de petrol akışını bozmaya yönelik bir teşviki yok.
Hegemonya boyutunda ise Türkiye, Çin, Rusya, İran ve Suudi Arabistan’ın bölgede nüfuz mücadelesi içerisinde oldukları aşikar. Lakin bu devletlerden birinin hakimiyetinden ziyade; bölgede bir güç dengesinin tesis edilmesi daha gerçekçi görünüyor. Bilindiği gibi, dünyanın en büyük petrol tüketicisi olan Çin, Ortadoğu’daki etkisini her geçen gün daha da arttırmaktadır. Bu etki ise hala ekonomik ilişkiler üzerinden yükseliyor. Çin hem Suudi Arabistan’ın hem de İran’ın en önemli petrol ithalatçısı komunda. Bölgesel sorunlara da pragmatik bir şekilde yaklaşarak askeri müdahalecilikten uzak bir tarafsızlıkla yaklaşıyor. Rusya ise küresel anlamda prestij kaybederken ve uluslararası toplumdan izole olurken; Ortadoğu’daki varlığını ne kadar sürdürebilir?
Hiç şüphe yok ki; bölgedeki en mühim sorun, İran’ın bölgedeki yayılmacı politikaları ve nükleer hırslarıdır. Nükleer Anlaşma’nın geleceği tehlikedeyken ve Tahran yönetimi, nükleer silah geliştirmeye yönelik adımlar atarken; Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın dahil olacağı bir bölgesel silahlanma yarışı gündeme gelebilir. Aslında ekonomik sorunlar, İran’ın aşil tendonu konumunda. Fakat İran, intihara da meyilli değil.
Tüm bu değerlendirmeler doğrultusunda ABD’nin Orta Doğu’dan çekilme sürecini mutlak doğru ve yanlış şeklinde okumanın eksik olacağı söylenebilir. Çünkü ikisi de doğru değil. Esasen ABD, bölgede mühim meziyetlere sahip ve belirli bir düzeyde de olsa rolünü sürdürerek müttefiklerine yönelik tehditleri önlemi sürdürecek. Ancak ABD’nin Ortadoğu’da petrole ilişkin çıkarları da tehdit altında değil. Bu yüzden de bölgedeki Amerikan müdahaleciliği gündemden düşecek. Bölge devletleri arasındaki yakınlaşma süreçleri ise tüm devletlerin hedef küçülttüğüne işaret ediyor.
The Hill'de yayımlanan analiz gdh.digital tarafından tercüme edilmiştir.