Al Jazeera: İsrail Gazze savaşı ile esas nedenleri ve tarihi silmek istiyor!
İsrail, 7 Ekim saldırısını Filistin'e yönelik soykırım politikalarını uygulamak için bahane olarak kullanıyor. İsrail'in Gazze'deki katliamları, İsrail-Filistin sorununun geleceği için ne anlama geliyor?
Katar merkezli Al Jazeera'de, İsrail'in yaklaşık bir aydır devam eden Gazze saldırılarının arka planının ve hedeflerinin değerlendirildiği bir analiz yayınlandı.
İsrail'in 7 Ekim saldırılarını yeni bir etnik temizlik için bahane olarak kullandığı belirtilen analizde, İsrail'in ayrıca bu saldırıyı ön plana çıkararak sorunun tarihsel bağlamını unutturmak istediği tespiti yapıldı.
İşte Al Jazeera'da yayınlanan analiz:
24 Ekim'de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres tarafından yapılan bir açıklama İsrail'in sert tepkisine neden oldu.
BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Guterres, 7 Ekim'de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırıyı en güçlü ifadelerle kınadığını ancak bunun durup dururken gerçekleşmediğini tüm dünyaya hatırlatmak istediğini söyledi.
İsrail hükümeti ise açıklamayı kınamakta gecikmedi ve İsrailli yetkililer Guterres'in Hamas'ı desteklediğini ve düzenlediği saldırıyı meşrulaştırdığını iddia ederek istifasını talep etti.
İsrail medyası da bu kervana katıldı ve birçok başka şeyin yanı sıra BM başkanının "şaşırtıcı derecede ahlaki bir iflas sergilediğini" ileri sürdü.
Bu tepki yeni bir tür antisemitizm iddiasının gündeme gelebileceğini gösteriyor.
İsrail, 7 Ekim'e kadar antisemitizm tanımının İsrail devletine yönelik eleştirileri ve Siyonizm'in ahlaki temelinin sorgulanmasını da içerecek şekilde genişletilmesi için bastırmıştı. Şimdi, olup bitenleri bağlamına oturtmak ve tarihselleştirmek de antisemitizm suçlamasını tetikleyebilir.
Bu olayların tarihten koparılması İsrail'e ve Batı'daki hükümetlere geçmişte etik, taktik ya da stratejik kaygılarla uzak durdukları politikaları sürdürmelerinde yardımcı olmaktadır.
Dolayısıyla, 7 Ekim saldırısı İsrail tarafından Gazze Şeridi'nde soykırım politikaları izlemek için bir bahane olarak kullanılmaktadır.
Bu aynı zamanda ABD'nin Orta Doğu'daki varlığını yeniden kanıtlamaya çalışması için de bir bahanedir. Ve bazı Avrupa ülkelerinin yeni bir "terörle savaş" uğruna demokratik özgürlükleri ihlal etmeleri ve sınırlamaları için bir bahanedir.
Ancak İsrail-Filistin'de şu anda yaşananların göz ardı edilemeyecek bazı tarihsel bağlamları vardır.
Daha geniş tarihsel bağlam, Batı'daki Evanjelik Hıristiyanlığın "Yahudilerin dönüşü" fikrini bin yıllık dini bir zorunluluk haline getirdiği ve ölülerin dirilişine, Mesih'in dönüşüne ve zamanın sonuna götürecek adımların bir parçası olarak Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını savunduğu 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor.
Teoloji, 19. yüzyılın sonlarına doğru ve I. Dünya Savaşı'na giden yıllarda iki nedenden dolayı politik bir hal aldı.
Birincisi, Britanya'da Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak ve bazı parçalarını Britanya İmparatorluğu'na katmak isteyenlerin işine yaradı. İkincisi, İngiliz aristokrasisi içinde hem Yahudi hem de Hıristiyan olan ve İngiltere'ye istenmeyen bir Yahudi göç dalgası üreten Orta ve Doğu Avrupa'daki antisemitizm sorunu için her derde deva bir ilaç olarak Siyonizm fikriyle büyülenen kişiler arasında yankı buldu.
Bu iki çıkar birleştiğinde, İngiliz hükümetini 1917'de ünlü Balfour Deklarasyonu'nu yayınlamaya itti.
Yahudiliği milliyetçilik olarak yeniden tanımlayan Yahudi düşünürler ve aktivistler, bu tanımın "Yahudi ulusunun yeniden doğuşu" için istenen toprak olarak Filistin'e odaklanarak Yahudi topluluklarını Avrupa'daki varoluşsal tehlikeden koruyacağını umuyordu.
Bu süreçte kültürel ve entelektüel Siyonist proje, yerli bir nüfusun yaşadığı gerçeğini göz ardı ederek tarihi Filistin'i Yahudileştirmeyi amaçlayan yerleşimci sömürgeci bir projeye dönüştü.
Buna karşılık, o dönemde oldukça kırsal olan, modernleşme ve ulusal kimlik inşasının henüz ilk aşamalarında bulunan Filistin toplumu kendi sömürge karşıtı hareketini oluşturdu. Siyonist sömürgeleştirme projesine karşı ilk önemli eylem 1929 El-Burak Ayaklanması ile başladı ve o zamandan beri de durmadı.
Mevcut krizle ilgili bir diğer tarihsel bağlam ise 1948'de Filistin'in etnik temizliğe tabi tutulması ve Filistinlilerin eskiden sahipleri oldukları, 7 Ekim'de saldırıya uğrayan bazı İsrail yerleşimlerinden Gazze Şeridi'ne zorla sürülmesidir. Yerlerinden edilen bu insanlar, evlerini kaybeden ve mülteci durumuna düşen 750.000 Filistinlinin bir parçasıydı.
Bu etnik temizlik dünya tarafından kayda geçirildi ancak kınanmadı. Sonuç olarak İsrail, mümkün olduğunca az sayıda yerli Filistinlinin kalmasıyla tarihi Filistin üzerinde tam kontrol sahibi olma çabasının bir parçası olarak etnik temizliğe başvurmaya devam etti.
Bu, 1967 savaşı sırasında ve sonrasında 300.000 Filistinlinin sınır dışı edilmesini ve o zamandan beri Batı Şeria, Kudüs ve Gazze Şeridi'nden 600.000'den fazla kişinin sınır dışı edilmesini içeriyordu.
Ayrıca Batı Şeria ve Gazze'deki İsrail işgali durumu da söz konusudur. Geçtiğimiz 50 yıl boyunca, işgal güçleri bu topraklardaki Filistinlilere sürekli toplu cezalandırma uyguladı, onları İsrailli yerleşimciler ve güvenlik güçleri tarafından sürekli tacize maruz bıraktı ve yüz binlercesini hapsetti.
Kasım 2022'de mevcut radikal İsrail hükümetinin seçilmesinden bu yana, tüm bu sert politikalar daha önce görülmemiş seviyelere ulaştı. İşgal altındaki Batı Şeria'da öldürülen, yaralanan ve tutuklanan Filistinlilerin sayısı hızla arttı. Bunun da ötesinde, İsrail hükümetinin Kudüs'teki Hristiyan ve Müslüman kutsal mekânlarına yönelik politikaları daha da saldırgan bir hal aldı.
Son olarak, nüfusun neredeyse yarısının çocuk olduğu Gazze'ye yönelik 16 yıldır süren kuşatmanın tarihsel bağlamı da var. BM, 2018 yılında Gazze Şeridi'nin 2020 yılına kadar insan yaşamına uygun olmayan bir yer haline geleceği uyarısında bulunuyordu.
Kuşatmanın, İsrail'in bölgeden tek taraflı olarak çekilmesinin ardından Hamas'ın kazandığı seçimlere tepki olarak uygulandığını hatırlamak önemlidir. Daha da önemlisi, Gazze Şeridi'nin dikenli tellerle çevrildiği ve Oslo Anlaşmalarının ardından işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs ile bağlantısının kesildiği 1990'lı yıllara geri dönmek gerekir.
Gazze'nin izolasyonu, etrafındaki çit ve Batı Şeria'nın günden güne Yahudileştirilmesi, Oslo'nun İsraillilerin gözünde gerçek bir barışa giden yol değil, başka yollarla işgal anlamına geldiğinin açık bir göstergesiydi.
İsrail Gazze gettosuna giriş ve çıkışları kontrol ediyor, giren yiyecekleri bile denetliyor, zaman zaman belirli bir kalori miktarıyla sınırlıyordu. Hamas bu zayıflatıcı kuşatmaya İsrail'deki sivil bölgelere roketler fırlatarak tepki gösterdi.
İsrail hükümeti bu saldırıların sebebinin Hamas'ın ideolojik olarak Yahudileri öldürmek istemesi olduğunu iddia ederek hem Nekbe'nin hem de iki milyon insana uygulanan insanlık dışı ve barbarca kuşatmanın bağlamını ve tarihi Filistin'in diğer bölgelerindeki vatandaşlarına uygulanan baskıyı göz ardı etti.
Hamas birçok açıdan, bu politikaların intikamını alma ya da bunlara yanıt verme sözü veren tek Filistinli gruptu.
Saldırının şiddeti hiçbir şekilde haklı gösterilemez, ancak bu, saldırının açıklanamayacağı ve bağlamsallaştırılamayacağı anlamına da gelmez. Her ne kadar korkunç olsa da, kötü haber şu ki, her iki taraf için de büyük insani maliyete rağmen bu olay oyunun kurallarını değiştiren bir olay değil.
Gelecek için ne anlama geliyor?
İsrail, siyasi DNA'sını etkilemeye ve ideolojik doğasını belirlemeye devam edecek olan yerleşimci-sömürgeci bir hareket tarafından kurulmuş bir devlet olarak kalacaktır.
Bu da kendini Orta Doğu'daki tek demokrasi olarak tanımlamasına rağmen, sadece Yahudi vatandaşları için bir demokrasi olarak kalacağı anlamına geliyor.
İsrail'i 7 Ekim'e kadar meşgul eden, İsrail'in daha teokratik ve ırkçı olmasını isteyen yerleşimcilerin devleti Judea ile statükoyu korumak isteyen İsrail devleti arasındaki iç mücadele yeniden patlak verecektir. Aslında bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlandı.
Gazze'deki durum nasıl şekillenirse şekillensin, İsrail bir apartheid devleti olmaya devam edecektir.
Filistinliler yok olmayacak ve kurtuluş mücadelelerine devam edecekler, birçok sivil oluşum onların yanında yer alacak ve hükümetleri İsrail'i destekleyerek ona istisnai bir dokunulmazlık sağlayacaktır.
Çıkış yolu ise aynıdır. İsrail'de nehirden denize kadar herkese eşit haklar getiren ve Filistinli mültecilerin geri dönüşüne izin veren bir rejim değişikliği. Aksi takdirde kan dökme süreci sona ermeyecektir.