Amerikan dış politikasında Monroe Doktrini'ne dönüş: Trump etkisi

 Trump'ın dış politika tahayyülünde "Önce Amerika" bir ülkeyi değil, kocaman bir kıtayı ifade ediyor.

1. resim

Pek çokları için "Önce Amerika" sloganı, ABD'nin kendi iç meselelerine ve ekonomisine odaklanması, Ortadoğu, Orta Asya ve diğer bölgelere olan ilgisini azaltması demek. Bölgesel bazda bu okuma yanlış değil ama eksik; çünkü mesele bu kadar basit değil. Trump'ın dış politika tahayyülünde "Önce Amerika" bir ülkeyi değil, kocaman bir kıtayı ifade ediyor.

Trump, geleneksel diplomasi anlayışından çok uzak bir isim. Bunu ABD Başkanı olarak görev yaptığı ilk dönemde de defalarca gördük. Buna rağmen Trump'ın Kanada Başbakanı Trudeau'dan bahsederken Kanada Valisi ifadesini kullanması, Panama Kanalı'nda soyulduklarını söyleyerek kanalın iadesini gündeme taşıması ve Grönland'ı kontrol altına almanın bir zorunluluk olduğunu belirtmesi, Trump'ın uluslararası toplumu trollediği şekilnde algılandı. Halbuki bu çıkışların temelinde dış politikadaki paradigma değişikliğini gösteren güçlü bir sembolizm var. Nasıl mı?

Belirttiğmiz gibi, Trump geleneksel diplomasi anlayışı ile anlaşılamayacak bir figür. Hatta ABD, küresel süper güç konumunda olmasa söylediklerinin çoğu diplomatik kriz çıkaracak cinsten. Burada unutulmaması gereken Trump'ın bir iş adamı olduğu.

Esasen ilk döneminde Çin'e karşı ticaret savaşlarını başlatırken de Avrupalı devletlerle NATO'nun savunma harcamaları üzerinden karşı karşıya gelirken de yaptığı şey basit bir maliyet hesabıydı. Bugün Kanada, Panama ve Grönland için söyledikleri de farklı bir mantıktan beslenmiyor. Tıpkı Ukrayna'daki savaşı sona erdirme ve Suriye'den çekilme vaatlerindeki gibi iş basit bir maliyet hesabı.

ABD'nin kurulduğu dönemde küresel güç statüsüne ulaşmasını sağlayan şey, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından bekleneni yapmamasıydı. Özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştiren ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar Avrupa'nın meselelerine müdahil olmadığı Monroe Doktrini'ni benimsemişti. Yine geleneksel kabule göre Monroe Doktrini, ABD'nin kendi ülkesine dönüşünü temsil eden bir izolasyon politikası; fakat kazın ayağı öyle değil. Aslında o dönemde Amerikalı karar alıcıların Avrupa'ya söylediği şey şuydu: Ben sizin kıtanıza karışmıyorum. Siz de benim kıtama karışmayın!

Trump'ın yapmaya çalıştığı şey de tam olarak bu. Ona göre, Ukrayna'yı finanse etmek gereksiz bir ekonomik yük. Aynı şekilde Avrupa'nın güvenliğini sağlamanın maliyeti de çok fazla. Benzer biçimde Amerikan askerlerinin Suriye'deki varlığının götürüsü de getirilerini aşıyor. Öyleyse bu işlere çok da bulaşmamak lazım. İnsanın aklına şu soru geliyor: E hani Amerika'yı yeniden büyük yapacaktı?

Gelin Trump'ın Çin ile başlattığı ticaret savaşlarını hatırlayalım. Trump, Çin ve ABD'nin ekonomik verilerini ve ikili ticaret hacmine ilişkin rakamları incelediğinde şu sonuca ulaştı: İktisadi bakımdan Çin'in gerisinde kalacağız. Öyleyse yaptırımlarla Çin'i durdurmalıyız.

Kısacası Trump'ın dünya okuması, ABD'nin Çin ile küresel rekabete girdiği ön kabulüne dayanıyor. Bu yanlış bir okuma da değil. Trump'a göre, bu koşullarda Ukrayna'yı savunmaya çalışmak, NATO liderliği adı altında Avrupa'nın güvenliğinin ekonomik yükünü çekmek ya da Suriye'de bir terör örgütüne devlet kurdurmaya çalışmak gereksiz bir macera. En azından iş adamı kafasıyla düşünüldüğünde böyle.

Neticede Trump, ABD'nin kendi kıtasında tamamen güçlü olması gerektiğini ve Çin'in Amerika kıtasındaki etkisini sınırlandırmak zorunda olduğunu düşünüyor. Panama, Kanada ve Grönland açıklamaları da bundan kaynaklanıyor. Bu sembolizmi Monroe Doktrini'ne dönüş şeklinde özetlemek de mümkün.

Tartışma