gdh'de ara...

Ankara-Şam hattında normalleşme arayışları

💢 Ankara, Suriye İç Savaşı'ndan beri Suriye'nin toprak bütünlüğünü kırmızı çizgi olarak görüyor.

💢 Ankara ile Şam arasında terör örgütü PYD'yle mücadele bağlamında işbirliği geliştirilmesi makul gözüküyor.

1. resim

2011 yılının Mart ayında başlayan Suriye İç Savaşı’nda büyük ölçüde son düzlüğe girilmiş gözükmekte. Nitekim Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2023 Şubat’ında bu konuda Dışişleri Bakanları seviyesinde görüşme yapılabileceğini açıklaması da bunu teyit eder mahiyette.

Hatırlanacağı gibi Türkiye, Arap halklarının demokratikleşme arzularını yansıtan Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasının ardından uzun süre boyunca diplomasinin işlemesi için çaba harcamış ve Şam’ı reform yapma noktasında teşvik etmişse de Suriye yönetiminin seçtiği yol, o günün doğrusu olarak Ankara’nın insanı merkeze alan bir yaklaşım sergilemesine sebep olmuştu. Bu yüzden de Türkiye, Suriye’de ılımlı muhalifleri destekleyen bir politika geliştirmişti.

Lakin süreç, Suriye Hükümeti’nin zayıflamasına mukabil oluşan güç boşluklarının DEAŞ ve PKK’nın Suriye kolu olan PYD gibi terör örgütleri tarafından doldurulmasıyla şekillendi. Kuşkusuz bu durumda, ABD’nin terör örgütlerini vekil aktör olarak kullanmasının rolü de yadsınamaz.

Bahse konu olan durum, Türkiye’nin ciddi bir göç problemiyle karşılaşmasını beraberinde getirmiştir. Elbette Ankara’nın uyguladığı misafirperver kamu diplomasisinin ekonomik maliyeti de olmuştur. Ancak daha da önemlisi göçmenlerin arasına sızarak sınırı geçen terör unsurlarının yarattığı güvenlik zafiyeti olmuştur.

Üstelik güvenlik problemleri bununla da sınırlı kalmamış ve Suriye’nin kuzeyinde varlık gösteren terör örgütü PYD’nin ABD tarafından Türkiye’nin güneyden kuşatılması stratejisi çerçevesinde desteklenmesi, Ankara’yı sınır ötesinde askeri operasyonlar düzenlemek suretiyle terör koridorunu parçalayacak proaktif adımlara itmiştir.

Hiç şüphe yok ki; tüm bu gelişmeler, ABD’nin böl-yönet politikaları çerçevesinde Büyük Orta Projesi’nin bir parçası olarak uyguladığı stratejinin yansımasıydı. Okyanus ötesindeki aktörlerin bölgeyi şekillendirmesine karşı bölge devletleri ise somut bir yanıt geliştirerek Astana Süreci’ni aktive etmişti.

Gelinen noktada Suriye’de kalıcı barışa dair umutlar artmış ve görece istikrarlı bir zemin oluşmuşsa, bunda Astana Süreci’nin oynadığı rol yadsınamaz. Dolayısıyla Suriye’de kalıcı barışın teşkil edilmesi için harcanan çabalarda belirleyici rol oynayan üç aktör var: Türkiye, Rusya ve İran.

Esasen Astana Süreci, Türkiye’nin her büyük devlet gibi hareket ettiğini teyit eder nitelikte. Zira Ankara, bölgesel güvenlik noktasında kendi çıkarlarına öncelik vererek Arap Baharı’nın başında karşı karşıya geldiği Moskova ve Tahran’la beraber hareket etmeyi başarmıştır. Bu noktada Türk karar alıcıların uluslararası ilişkilerin temel realitesine uygun hareket ettikleri söylenebilir. O realite de şudur: Devletlerin kalıcı düşmanları ve dostları yoktur; aslolan çıkarlardır.

Halihazırda Ankara-Şam hattında yürütülmekte olan normalleşme süreci de bu şiara uygun bir yaklaşımı barındırmakta. Bölge devletlerinin bir bir Suriye’yle diplomatik ilişkilerini yeniden teşkil etmeye başladığı bir dönemde Ankara’nın farklı bir tavır sergilemesi zaten rasyonel değil. Nitekim istihbarat düzeyinde başlayan temasların önce Savunma Bakanları seviyesine yükseltildiği görülmekte, daha sonra da Dışişleri Bakanları düzeyinde bir görüşmenin yapılması beklenmekte. Üstelik Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, devlet başkanları seviyesinde görüşmeye de kapı aralamış durumda.

Bu noktada bölgesel konjonktürün taraflar arasındaki normalleşmeyi zorunlu kıldığını vurgulamakta fayda var. İki devletin de çıkarları, diyaloğu gerektirmekte. Bu çerçevede meseleye ilk olarak Türkiye’nin çıkarları açısından bakıldığında iki hususun önem arz ettiğini ifade etmek mümkün. Birincisi, Suriyeli göçmenler boyutu. Türkiye, Suriyeli göçmenlere ilişkin imkanları çerçevesinde en iyi koşulları oluşturmaya gayet göstermiştir. Bundan şüphe yok. Hatta medeniyetiyle övünen Batılı devletlerle mukayese edildiğinde, Suriye İç Savaşı’nın yükünü Türkiye’nin omuzladığı da iddia edilebilir. Lakin mevcut durumda Türkiye, ekonomik ve sosyolojik kapasitesinin sınırlarına ulaşmış vaziyette. Dolayısıyla Suriye’deki çatışmalar sona erecekse, göçmenlerin vatanlarına dönmesi konusunda da bir formülün bulunması gerekmekte.

Elbette bu konuda Suriye’de uygulanabilir bir genel affa ihtiyaç var. Yani göçmenlerin insan onuruna yakışır bir hayat yaşayabilecekleri koşulların oluşturulması elzem. Bu bağlamda ise Ankara’nın Şam’la görüşmesinden daha doğal bir şey yok. Esasen Suriye’de istikrarın tesisi için de bir toplumsal uzlaşıya ihtiyaç var. Yani Şam’ın da Ankara’nın bu konudaki yapıcı katkılarına muhtaç olduğu ifade edilebilir.

Türkiye’nin önem verdiği ikinci mesele ise elbette Suriye’nin kuzeyindeki PKK-PYD terör örgütü mevzusu. ABD ve diğer Batılı emperyalist devletlerin böl-yönet politikası çerçevesinde bölgede bir terör devleti kurmak istedikleri açık. Buna karşılık Ankara, Suriye İç Savaşı’nın başından beri en önemli kırmızı çizgisini Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması olarak belirlemiş durumda.

Öyleyse Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PYD terör örgütünün aynı zamanda Türkiye’nin ulusal güvenliğini de tehdit ettiği gerçeğinden hareketle, Ankara ile Şam arasında güvenlik temelli bir işbirliğinin geliştirilmesi son derece makul. Dolayısıyla normalleşme, iki tarafın da terörle mücadelede elini güçlendirecek bir gelişme olacaktır.

Türkiye’nin ehemmiyet arz ettiği; fakat normalleşme noktasında birtakım sorunlara yol açabilecek konulardan biri ise İdlib düğümü. Şam yönetimi, İdlib’i de kontrol altına almak istemekte. Suriye’nin toprak bütünlüğü gereği bunun bir mahsuru yok. Fakat mesele bu kadar basit değil. Zira İdlib, Astana Süreci çerçevesinde belirlenen çatışmasızlık alanlarından biriydi. Dolayısıyla bölgede sayıları milyonu aşan siviller var. Buraya yönelik bir askeri operasyon ise Türkiye’ye yönelik yeni bir göç hareketi demek. Ankara ise doğal olarak yeni bir göç yüküyle yüzleşmek istememekte. Bu nedenle İdlib düğümünün çözülmesinin zaman alacağı öngörülebilir. Ancak bu konunun da çözümü diyaloğu gerektiriyor.

Konunun Suriye boyutuna bakıldığında PYD terör örgütü ve İdlib konusunda ifade edilenlerin aynen geçerli olduğunu vurgulamak gerekmekte. Benzer bir şekilde Suriye’nin toplumsal mutabakat ihtiyacının giderilmesinde Türkiye’nin oynayabileceği rolü üstlenebilecek başka bir aktör de yok. Ancak Şam açısından çok daha önemli bir husus var. Suriye’nin iç savaş vesilesiyle Rusya ve İran’ın nüfuz alanına dönüşmesi. Artık Şam’ın bunu dengelemeye ihtiyacı var. Dahası Suriye’nin Batı’yla diyalog geliştirmeye de ihtiyacı var.

Dolayısıyla Şam açısından Ankara, bir yandan Moskova ve Tahran’ın etkisinin dengelenmesini sağlayabilecek bir aktör olarak; diğer taraftan da Batı’yla kurulacak diyaloğa köprülük edebilecek bir ülke olarak ön plana çıkmakta.

Tüm bu hususlar ise taraflar arasındaki normalleşme sürecini rasyonel hale getirmekte. Neticede uluslararası ilişkilerdeki en temel realite, devletlerin kalıcı dostlarının ve düşmanlarının bulunmadığı aslolanın çıkarlar olduğudur. Tarafların çıkarları ise diyaloğu gerektirmekte.

Tartışma