gdh'de ara...

Araplar Osmanlı'ya ihanet etmedi

Filistin ve Arap dünyasıyla ilgili yaşanan her olayda Türkiye gündemine taşınan "Araplar Osmanlı'ya ihanet etti" iddiasının nasıl bir yalandan ibaret olduğu tarihsel kaynaklar ve belgelerle çürütüldü.

1. resim

Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in İngilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur.

Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların ihaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:

“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916’da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. 

İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. 

‘Asıl cephe’, önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. 

Arapların ‘ezici çoğunluğu’, İstanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”

- Cengiz Çandar

Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil Işbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, sözkonusu kuruluşun sitesinde şöyle vurgulanıyor:

“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. İngiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. 

Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.” Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.” 

Arap Milliyetçiliğinin öncüsü Müslüman değil;

Arap Milliyetçiliğinin Öncüsü ‘Hıristiyan’ Araplardı

Arap milliyetçiliği, 1860’larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı Imparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun “Hıristiyan” oluşuydu.

Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı.

Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların İslam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu. Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler.

Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilafet’e bağlılık duygusu vardı. Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı olmadığına” dikkat çekerek şöyle diyor:

“Görülüyor ki Arapların milli hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. 

Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil ‘Hıristiyan’ Araplardı.”

- Prof. Kemal Karpat

Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Islam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında aynı konuda başka bazı önemli bilgiler de var.

Güngör, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915 yılında İtilaf Devletleri’ne karşı dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı “Cihad” çağrısının aslında sanılandan – veya gösterilenden – çok daha etkili olduğunu anlatıyor. Çeşitli tarihsel kaynakları dipnot vererek şöyle diyor:

“Cihad Fetvası doğurduğu neticeler itibariyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. İslam dünyasının bu çağrıya hiç aldırış etmediği, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı İngilizler safında çarpıştığı veya onlar hesabına Türklere ihanet ettikleri söylenir. 

Meseleyi biraz derinliğine araştıranlar göreceklerdir ki, bu iddialar bazı gerçeklerin yanlış yorumuna dayanmaktadır. Cihad Fetvası’nın istenen tesiri gösteremeyişinin başlıca sebebi, o çağda İslam dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş davetini gereği gibi duyuracak komünikasyon imkanlarından bile mahrum bulunmasıydı. 

İngiliz propagandasının Cihad Fetvası’ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sayesinde fetvanın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

Nitekim Çanakkale muharebelerinde bize karşı İngiliz saflarında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz İttihatçılar’ın Halife’yi hapsettikleri ve İngilizler’in de onu kurtarmak için İttihatçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmışlardı. 

İmparatorluk dışında en çok Müslüman nüfus barındıran Hindistan’da da bu hususta çok kesif bir propaganda yapıldığı görülmektedir. İngilizler savaş sırasında Hint Müslümanlarını “harbin bir mahiyet-i diniyyeyi haiz olmadığına, Osmanlı padişahına ve İslam’ın saltanatına hiç bir zararı dokunmayacağına” inandırmışlardı. 

Ayrıca Lordlar Kamarası’nda “Hilafet’e ait hiç bir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle olduğu” beyan edilmişti. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin ‘Halife’nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu (dolmuş) olan nazırların (Bakanların) aleyhine’ olduğunu bildirmişti.”

- Prof. Dr. Erol Güngör

Prof. Güngör, I. Dünya Savaşı sonrasında da dünya Müslümanlarının Osmanlı’ya ve Türkiye’ye yönelik süregiden sadakatlerinden şöyle söz ediyor.

“Harbin sonunda Osmanlı topraklarının parçalanması, Istanbul’un ve Halifeliğin Türkler’den alınması veya Halife’nin devlet reisliği sıfatından sıyrılarak papa gibi sırf ruhani bir lider mertebesine indirilmesi fikirleri ortaya çıkınca, Hindli ve Mısırlı Müslümanlar arasında büyük reaksiyonlar görüldü. 
Hind Müslümanları İngiliz hükümetine Hilafet’e dokunulmaması ve Türk devletinin parçalanmaması konusunda çeşitli yerlerde ve birçok defa tehdide kadar varan protestolar yağdırdıktan sonra, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine büyük maddi ve manevi yardımlar yapmışlardır ki, bu yardımların mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir. 

Dikkati çekecek bir başka husus da, Hilafet’i korumak üzere harekete geçenler arasında Sünni olmayan Müslümanların da (Ağa Han gibi) bulunmasıdır.”

- Prof. Dr. Erol Güngör

Prof. Güngör’ün Hintli Müslümanların yaptıkları yardımlar için “mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir” diyerek üzerinde durmadığı yardımlar hakkında kısaca malumat verelim.

Hindistan Müslümanları, Hilafetin korunması için Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye para yollamışlardı. Bu para 500-600 bin liradan (125.000 İngiliz lirası) oluşuyordu. Hilafet makamı için gönderilen bu meblağ, M. Kemal tarafından tabiri caizse “gasp” edilmiştir. M. Kemal bu paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak kendi şahsi bankası olan Iş Bankası’nın kurulması için tahsis etmiştir.

“Vacip” olan Hilafet için yollanan paralar; Allah-u Teala tarafından “haram” kılınan (faizli) bankaya sermaye yapılmış ve korunması istenen Hilafet ise kaldırılmıştır. Şu ihanete bakın!!

Araplar veya diğer ülkelerdeki müslümanlar değil, bizimkiler ihanet etti… Daha doğrusu bizden “sanılanlar”…

Özellikle Hıristıyan Arapların milliyetçilik davası gütmelerinin nedenleri ve gelişimi

Avrupa’nın kültürel etkinliği Suriye’de kendisini başlıca dinî alanda, özellikle Hıristiyan Araplar vasıtasıyla hissettirmiştir. Çünkü 19. yüzyılda büyük güçlerin kendi aralarında kutsal mekânlar ve Hıristiyan azınlıklar üzerindeki etkinliklerini artırmak için giriştikleri dinî rekabet had safhaya çıkmıştır.

Bu mücadelede öne çıkan ve en etkili olanlar Fransız Cizvitleri ve Amerikan Protestan misyonerleridir. Bunlar, özellikle Suriye’de kolej ve çeşitli okullar açarak Arap geçmişini ve Arap mirasını bilen, bunun yanında Avrupa kültüründen de haberdar olan ve bu kültürden etkilenmiş bir Arap nesli yetiştirmeyi hedeflemişlerdir.

Bu okullarda misyonerlerin gözetiminde eğitimini tamamlayan Suriyeli Hıristiyan entelektüeller Mısır ve Suriye’de gazete ve dergi çıkarmak suretiyle bölge halkını etkilemeye başlamışlardır. Daha önce yayımlanan gazeteler İstanbul ve Kahire’de devlet tarafından yayımlanıyor ve genelde resmî haberlere yer veriliyordu.

Ayrıca Fransızca, Rumca ve Ermenice gazeteler yayımlanmasına rağmen, hemen hemen hiç Arapça gazete yoktu. 1860’lardan itibaren bölgede matbaanın yaygınlaşması, Arap yazar ve okuyucuların artması ve nispî özgürlükler sayesinde gazete ve dergiler çıkmaya başlamıştır. Bu dönemi takip eden otuz yıl içinde de matbuat Lübnanlı Hıristiyanların eline geçmiştir.

Tabiatıyla, bu şartlar altında gelişen Arap milliyetçiliği, özellikle Hıristiyan Araplar arasında daha da yaygınlaşmıştır. Milliyetçilik hareketlerinin gelişimi, 1882’de İngiltere’nin Arap dünyasının merkezi olan Mısır’ı işgal etmesiyle, yani Mısır’ın doğrudan Avrupa’nın etkisi altına girmesiyle daha da hızlanmıştır.

Arap milliyetçiliğinin gelişimi bölgeler arasında değişkenlik gösterdiği gibi, Hıristiyan ve Müslüman Araplar arasında da farklı bir seyir göstermiştir. Müslüman Araplar, Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında askerî anlamda tutunamaması neticesinde devleti toparlayabilmek amacıyla yapılan ve hayatın her alanını kapsayan, Batılı tarzdaki reformlara karşı tepki göstermişlerdir.

Zaten buna Müslüman Türkler de tepki göstermişlerdi. Hıristiyan Araplar ise, Avrupalı hamîlerinin de desteğiyle, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını da fırsat bilerek, bağımsız ve müstakil devlet olma gayesini gütmüşlerdir.

Arap milliyetçilik hareketlerinin, özellikle Suriye eyaletinin bugün Lübnan diye bildiğimiz bölgesinde yoğunlaşmasının bazı sebepleri vardı.

Bunlar, bölgedeki misyoner okullarının Batılı tarzda verdiği eğitim, Fransız Ihtilâli’nin siyasî fikirleri, Arap dili ve edebiyatını canlandırma teşebbüsleri, burada matbaaların kurulmasıyla Arap gazetelerinin yayınlanması ve Lübnanlı göçmenlerin Amerika’da bir müddet yaşadıktan sonra geri dönerek orada edindiği tecrübeleri bölgeye taşımak istemeleriydi.

Bu bölgenin diğer Arap bölgelerinden farkı Batı ile daha çok ve sık irtibat halinde olmasının yanında, coğrafî yapısı dolayısıyla Avrupa ile olan ticarî faaliyetlerin de büyük ölçüde buradan yürütülmesiydi.

Lübnan’da, Hıristiyan Araplar arasında Türk aleyhtarı fikirlerin gelişmesinde bunların kendilerini Müslüman Türk idaresinde okyanusta bir ada gibi hissetmelerinin de etkisi büyüktür.

Hıristiyan Arapların bu düşüncelerine karşılık Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi

Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi

Sultan II. Abdülhamid’in (rahmetullahi aleyh) en büyük endişelerinden biri alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulması idi. Dolayısıyla, kendisi Arapları yüksek askerî ve idarî mevkilere getirerek ve nihayet Pan-Islamist politikasıyla Arapları kazanmaya çalışmıştır.

II. Abdülhamid idaresinde, padişahın kontrolü sayesinde Araplar arasında milliyetçilik şuuru çok yavaş bir gelişme göstermiştir. Nitekim 1877-78 meclisinde Arap mebusları (milletvekilleri) birleştiren ve onları diğerlerinden ayıran açık seçik bir ortak çıkar ya da belli bir “Arap görüşü” olmamıştır.

Arap mebuslar kendilerini imparatorluğun temsilcileri olarak algılamış ve doğrudan doğruya seçildikleri bölgeyle ilgilenmişlerdir.

Daha önce de belirtildiği gibi Müslüman Arap entelektüeller, ayrılıp bağımsız bir devlet kurmanın peşinde koşmaktan ziyade, Osmanlı Devletini hem dinî hem de siyasî yönden güçlendirecek reformların yapılmasını hedeflemişlerdir.

Dönemin Müslüman liderleri Arapları Türk idaresinden kurtulma yönünde değil de Batı’nın tecavüzlerinden korunmaları yönünde uyarıyorlardı.

Önde gelen Müslümanlar ve Arap nüfusunun büyük çoğunluğu (Arap yakındoğusunun) Osmanlı idaresine sadıktılar. Onların ‘kalan son güçlü Islam imparatorluğunu’ zayıflatmak gibi bir niyetleri yoktu.

Bunu doğrulayan bir bilgiye ise 1890’da Paris’te Jön Türklerin yaptığı bir toplantıda rastlamaktayız.

Bu toplantıda Mizancı Murad’ın Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorması üzerine Madra Mutran ve Halil Ganem bu iddiaları reddetmişler ve Halil Ganem şunları söylemiştir:

“Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. 

Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Toprakları, mülkleri, sanayiyi ve ticareti yerli halka bırakmışlardır. Araplar, Türklerle ticaretten ve kesintisiz bağımızdan yararlanmışlardır. 

Şimdi bunu değiştirmek ve Türklerin yerine başkasını getirmek doğru olur mu?… Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”

- Halil Ganem

Arap entelektüelleri arasında bir yandan bu tür gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan okuma yazma bilmeyenler, köylüler ve fakirlerin bir çoğu bu gelişmelerden habersiz veya etkilenmeden hayatlarını sürdürmüşlerdir. Yani bu tür akımlar ve gelişmeler ancak belirli çevrelerde etkili olmuş ve tartışılmıştır.

Müslüman Arapların Osmalı’ya bağlılıkları ve yardımları

M. Kemal Atatürk ve Enver Paşa ile Trablus’ta bulunmuş olan Dr. Hüsnü Hüseyin Paşa, 22 Ekim 1911’den 30 Temmuz 1912 tarihleri arasındaki 10 ayda (282 gün) yaşadıklarını not defterine kayıt etmiştir.

Bu notlardan birinde Hüsnü Hüseyin Paşa yöre halkından yapılan yardımdan şöyle bahsetmektedir:

“20 Salı: Şeyyat Kabilesi’ne mensup Ayş ailesi tarafından iki oğlak hediye edildi."

Hüseyin Hüsnü Paşa, yöre halkından savaşçı bir kabilenin kendilerine yardım için geldiklerini ise şöyle kayıt etmiştir:

“12 Perşembe: “… Beracine kabilesi gelecekmiş. Herkesle beraber ben de istikbal olunan tarafa gitdim. Pek muharip (savaşçı) ve kalabalık olan bu kabilenin vürudu ve mevcud Urban tarafından istikbali pek hararetli idi. Zaman zaman ağlamakdan kendimi alamadım. Urban muharebeye kadınlarla beraber girdiklerinden bunlarla da kadınlar gelmişdi. Fakat bunlar davul çalıyorlardı. Davulları bir tekneden ibaret olup kadınlar halka teşkil etdikleri halde davulu naklediyorlar. Diğer kadınlar da ellerindeki kalın sicimlerle davulu ihtizaz etdiriyorlardı.”

- Hüseyin Hüsnü Paşa

Bu bilgilerden sonra şimdi Trablustan Medine’ye geçelim ve Feridun Kandemir’in “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” isimli eserine müracaat edelim:

“Medine’den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları adeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi Mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardım ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Şerifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptıkları veda ziyareti görülecek şeydi. 

İngiliz altınları ile Türk’e diş biler hale getirilmiş bazı ‘sözde Araplar’ bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamışlardı. Bizimle beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çeken, açlığına bile katlanan ‘yerli Araplar’ ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. 

Hele yıllardan beri Harem-i Şerifte vazifeli olarak çeşitli hizmetlerde bulunan harem ağalarının hıçkıra hıçkıra Mehmetçiklerin boyunlarına sarılışlarını benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.”

- “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler

Görüldüğü gibi, olayın görgü şahidi bile asilere “bazı sözde Araplar” dedikten sonra, yerli Arapların Osmanlı askerleri ile beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çektiklerini, açlığına bile katlandıklarını ifade etmektedir.

Atatürkçü yazar Sabahattin Selek ise Arapların Kurtuluş Savaşı’nda bizimle beraber Fransızlara karşı savaştıklarını ve Fransızlarla barışın sağlanmasında önemli etken olduklarını belirtmekle kalmıyor, Fransızlara karşı Türklerle işbirliği yapan kuruluşları ve liderleri de sayıyor:

“Fransız’lara karşı Suriye’de başlamış olan Arap millî hareketi, Türk Güney cephesinin yükünü bir dereceye kadar hafifletmiştir. Türk ve Arap kuvvetleri arasında kalan Fransızlar, hem Güney Anadolu’da, Kilikya’da, hem de kuzey Suriye’de savaşmak zorunda bulunmuşlardır. 

Arap millî kuvvetleri, zaman zaman Türk topraklarına kadar girerek Fransızları tedirgin etmişlerdir. Buna karşılık Türk Kuvayi Milliye’si, akınlarını Kuzey Suriye’ye kadar uzatmışlardır. Türk-Arap işbirliğinin, Arap millî liderlerine büyük umutlar verdiğini yazışmalardan anlıyoruz.

-  Sabahattin Selek

Ankara’ya yaptıkları teklifte, Suriye, Irak ve Türkiye’nin istiklâllerini kurtararak bir konfederasyon kurmalarından veya sonra kararlaştırılacak bir formül üzerinde anlaşmaktan söz etmişlerdir.

Fransızlara karşı savaşan ve Türklerle işbirliği yapan kuruluşlar ve liderler şunlardır:

Halep’te “Halep Teşkilât-ı Milliyesi”, Şam’da “Suriye ve Filistin Müdafaa-i Kuvayi-i Osmaniye Heyet-i Umumiyesi, yine Şam’da “Gönüllü Kahire Fırkası”, “Amman Çerkeş Fırkası”.

Bu teşekkülleri Osmanlı ordusu eski subaylarından olan Suriyeliler yönetmekte idiler. Şam’da Şefik Bey, Halep’te Yarbay Emin Bey, kurmay Yarbay Şakir Nimet Bey gibi…

Fransa, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki menfaatlerini korumağa çalışırken, işin çıkmaz bir maceraya sürüklendiğini bir süre sonra anlamaya başlamıştır. Kilikya ve bir Türk şehri uğruna Suriye Mandası tehlikeye düşebilirdi. Suriye’de rahat kalabilmek maksadiyle, Türklerle anlaşmaktan başka yapacak bir şey yoktu.

Işte bu gelişmeler üzerine 20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması ile Fransızlar ile barış sağlanabilmiştir.

Yardım konusunda Hint müslümanlarını unutmak mümkün müdür?

Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan’ın Ingiliz arşivinde bulduğu Hint Müslümanlarının yardımlarına ilişkin bir belge hakkında anlattıklarını sizinle paylaşmayı bir görev addediyoruz:

“Yıl 1913. Hint Müslümanları Balkan harpleri yapan Osmanlı’ya yardım için büyük bir meydanda yardım kampanyası açarlar. Herkes elinde olanı verir. Bir kadın hiçbir parası olmadığı için çocuğunu getirir ve der ki: 

‘Benim çocuğumu satın alın. Alında parasını Osmanlıya gönderebileyim.’ 

Bir diplomatik belgede Londra’daki arşivde bunu okuyunca gözümden yaşlar boşandı. Görevli ‘hasta mısınız’ diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim. Bir mendil istedim. Gözlerimden akan yaşları sildim. İngiliz arşivlerinden okudum. 

1940’larda bir İngiliz Büyükelçisinin notlarında şu yazıyordu: ‘Aradan geçen zamana rağmen İslam ülkelerinin sefirlerinin hala Türkiye’ye bakışlarını ve onu önder olarak görmelerini anlayamıyorum. Türkler böyle giderse ya İslam aleminin liderliğine ilerler ki bu bizim zararımıza olur ya da şimdi gitmekte oldukları batıya doğru yol alırlar.’"

- Prof. Dr. Azmi Özcan

Bu bapta bu kadar misal kafidir sanırız.

Bazı Araplar arasındaki huzursuzluğun kaynağı

Aslında bazı Araplar arasındaki huzursuzluk; Sultan Abdülhamid’i tahtan indiren ve devleti yönetme cüretinde bulunan mason güdümlü Ittihat ve Terakki cemiyetinden ve tutumlarından kaynaklanıyordu desek pek de yanlış olmaz.

Örneğin, Suriye Valisi İttihatçı Cemal Paşa’nın Şubat 1915’de Süveyş kanalına düzenlediği saldırı başarısız olunca, Suriye’ye döndükten sonra “güya” Arap liderlerin ülkelerini yabancılara sattıkları gerekçesiyle bunlara karşı çok katı bir politika izlemeye başlamış, hatta bazı Arap liderlerini isyana engel olması ümidiyle idam ettirmiştir.

Cemal Paşa hatıralarında idamlar hakkında kendini savunurken de, bu kararları vermekteki amacının Arap isyancıları korkutmak olduğunu ifade etmektedir. Cemal Paşa'nın bu hareketinin Araplar arasında hoş karşılanmadığını tahmin etmek herhalde güç değildir.

Başka bir huzursuzluk kaynağı ise, İttihatçıların yaptıkları reformların vazgeçilmez şartı olan merkezi otoritenin mümkün olan en geniş alana ulaştırılması prensibi ve bunun tamamlayıcı unsuru olan devletin dili Türkçe’nin kamu hayatının “her alanında” kullanılması hedefiydi.

İşte bu reformlar Araplarla gittikçe siyasîleşen bir anlaşmazlığa sebep olmuştur. İttihatçıların Suriye’deki idarî makamlara adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idarî birimlerde “Türkçe kullanımını mecburi” hale getirmeleri “Arapçılık”ı Suriye’de muhaliflerin bir enstrümanı haline getirmiştir.

Balkanlardaki hareketlenmeler ve Araplar arasındaki huzursuzluklar sebebiyle İttihatçıların Pan-İslamizm’den Pan-Turanizm’e geçiş yapmaları ve bunun yanında sıkı bir merkeziyetçi politika izlemeye başlaması sonucu Araplar arasında bir reaksiyon oluşmuştur.

Bu reaksiyonun temel sebebinin genelde “Türkleştirme” politikası olduğu ileri sürülmüştür. Türk milliyetçiliği yolundaki gelişmeler, hem Arap milliyetçiliğine örnek oluşturmuş hem de Araplarda, Türklerin artık kendilerini “bir yana bıraktığı”, “gözden çıkardığı” hissini uyandırmıştır.

Ancak, Türkçe kullanma zorunluluğu İstanbul ile Araplar arasında önemli ve hassas bir konu olarak ortaya çıkmışsa da, Arap siyaseti temelde İmparatorluktaki genel eğilimlere uymaya devam etmiştir.

Araplar sadece “Türkleştirme”ye değil, aynı zamanda; neredeyse her sahada kültürlerinin bombardımanına maruz kaldıkları Fransızlara, diğer bir deyişle “Fransızlaşma”ya da tepki göstermişlerdir ve bundan daha doğal bir şey de olamaz.

Kimse kimseyi kendine benzetmek hakkını haiz değildir. Son olarak Arapların “Fransızlaşma”ya gösterdikleri tepkiye de bir misal verelim ve bu bahsi kapatalım; 1908 yılında Beyrut’ta yayınlanan “La Question Sociale et Scolaire en Syrie” adlı anonim bir broşürde, Arapların Fransızları sevdikleri, ancak bu sevginin kendilerini kaybettirecek kadar ileri gidemeyeceği ifade edilmiştir.

Osmanlı’nın son Vilayeti olan Yemen’deki Araplar da ihanet etmedi

Yemen ile ilgili Prof. Dr. Metin Ayışığı’nın “Osmanlı’nın son Vilayeti: Yemen” isimli makalesini hiçbir yoruma lüzum hissetmeden naklediyoruz…

Osmanlı Devleti, onbinlerce vatan evladına mezar olan Yemen meselesini halletmek için devletin egemenlik hakkı saklı kalmak kaydıyla, orada özel bir yönetim kurulması kararını almıştı.

Uzun süren görüşmelerden sonra 11 Ekim 1911 tarihinde imzalanan antlaşmayla, 400 yıldır akan kan durmuş, aynı zamanda Trablusgarb ve I. Dünya Savaşları ile Kurtuluş Savaşı süresince, hep dost olan güvenilir bir müttefik kazanmıştır.

Ancak, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 16. Maddesine göre, Yemen ve Asir’deki Osmanlı kuvvetlerinin en yakın Itilaf devletleri garnizonlarına teslim olmaları gerekiyordu.

Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey ise, merkezi hükümetten resmen emir almadıkça Itilaf ordularına teslim olmaktan kaçınıyordu. Aynı görüşü paylaşan Imam Yahya da, Istanbul’dan özel bir memurun gönderilmesini şart koşuyordu.

Bunun için Mütareke hükümlerini kendilerine bildirmek üzere yüzbaşı Ömer Subhi Bey gönderildi. Ancak Subhi Bey’in de gelmesi durumu değiştirmemiş, Mahmud Nedim Bey, zaman kazanmak için olsa gerek, bu kere Dahiliye Nezaretinden kesin bir emir gelmedikçe teslim olmayacağını ilgili makamlara bildirdi.

Yemen Imamı Yahya bin Hamideddin de, Yemen’in Itilaf devletleri tarafından işgaline razı olmadığı gibi,Osmanlı birliklerinin kesinlikle teslim olmasını istemiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek hükümet ve gerekse ordu nezdinde, siyaseten ve maddeten çok büyük yardımlarda bulunmuştu.

Bu süre içinde hiç bir yabancı devlet veya Osmanlı Devleti’ne düşman bir devletle münasebete geçmedi. İmam Yahya, yabancılar tarafından yapılan her türlü teklifi reddetti. O, ordunun ve idarecilerin İngilizler’e teslim olmasıyla, memleket için doğacak büyük mahzurlar ve vahim sonuçlara dikkat çekiyordu.

Onlara, teslim olmaları durumunda meydana gelebilecek her türlü sorumluluğu üzerine alarak, durumu vilayet makamı ve ordu kumandanlığı ile tüm yerleşim birimlerine tebliğ etti. O, tek bir neferin bile Yemen’den ayrılmaması taraftarıydı.

Ayrıca Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu antlaşmaya dayanarak, tüm yabancı devletler ve bilhassa Ingiltere hükümetine sert protestolar gönderdi. Yemen’in her türlü müdahale ve yabancı saldırılardan korunması için mahalli gelirlerin tümüyle ordu ve mülki memurlara harcanacağı beyan edip, teminat verdi.

O, teslim olma konusundaki itirazı için, sarf edilen çabalardan yegane maksadının, Osmanlı ordusunun ve Osmanlı idaresinin eskiden olduğu gibi Yemen’de devam edip, Osmanlı kimliğinden ayrılmama olduğunu söylüyordu.

Yemen’in bir başka yüzü de, burada görev yapan askeri ve sivil memurlardı. Neredeyse 40 aydır maaş alamayan bu insanlar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydiler. Imam Yahya dahi , son derece sıkıntı içinde olan bu memur ve ailelerine geçinebilecekleri ölçüde para ve hububat yardımında bulunmuştu.

Bu durumu defalarca dile getirmiş olan Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey, hükümete başvurarak, Yemen’de bulunan komutan ve subaylarla, bunların ailelerinin hak ettikleri maaşların hiç olmazsa bir kısmının ödenmesini talep etti. Üstelik, Yemen’deki tüm idari teşkilat görevlerine fiilen devam ediyordu.

Bu gelişme üzerine, 18 Nisan 1922 tarihinde toplanan Meclis-i Vükela, Hariciye Nezaretinin yazısını da gündemine aldı.

Yapılan görüşme sonucunda, Osmanlı Hükümeti ile İtilaf devletleri arasında kesinlik ve geçerlik kazanmış bir antlaşma mevcut olmamasına ve hukuken Osmanlı Devleti’nin hiçbir parçasının terk edilmiş ve ayrılmış sayılamayacağına göre, her türlü maddi ve manevi bağlarını korumakta olan Yemen’in, Osmanlı Devleti’nden ayrılmış sayılmasının caiz olamayacağı, bu nedenle Yemen’de bulunup da, Mondros Mütarekesi’nden sonra üstlerinin izniyle orada kalan komutan ve subaylarla, askeri memurların maaşlarının derhal ödenmesi için Harbiye Nezaretinden gelen yazı üzerine, gerekli işlemin derhal başlatılması konusunda Maliye Nezaretine talimat verilmesini karar altına aldı.

İmam Yahya’nın, bu konudaki tüm gayret ve uğraşıları, Osmanlı kuvvetlerine verilen teminat ve defalarca yaptığı açıklamalar, hiç bir zaman kabul görmemiştir.

Dört sene içinde, Osmanlı ordusu ve yerli gönüllüler tarafından elde elde edilen büyük zaferler, âdeta yok sayılarak harp malzemesi ve cephanenin büyük kısmının depolandığı Lühec bölgesi kuvvetleri, tüm mühimmatıyla birlikte İngilizler’e teslim olmuştur. Bu gelişme üzerine, derhal tertibat alan İmam yeni kuvvetler toplayarak, cephe almış ve bunda da başarı sağlamıştır.

Durum bu merkez iken, İmamın teslim olma konusundaki tüm uyarılarına rağmen, ordunun bazı komutan, asker ve memurları İngilizler’e teslim olmaya karar vermiştir. İmam Yahya, almış olduğu tedbir ve kararlarla Yemen’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını kabul etmeyerek, devlete olan samimiyet ve bağlılığını ispat etmiştir.

Türkiye ile bağlarını hiç bir zaman koparmamış olan dost ve kardeş Yemen’le olan sıcak ve samimi ilişkilerimiz, tarihten gelen bir süreçle almış olduğumuz güçle sonsuza dek devam edecektir.

Arapların teklifini M. Kemal Atatürk reddetmişti

Önemle ifade edelim ki, Şerif Hüseyin ve birkaç bedevisinin isyan etmesi, tüm Araplara mal edilemez. Şerif Hüseyin’e karşı bizimle beraber omuz omuza mücadele edenler yine Araplardır.

Üstelik Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Osmanlı’ya bağlı kalmak istediğini M. Kemal Atatürk’e bildirmiş ancak M. Kemal bu isteği reddetmiştir. Ne enteresandır ki, bunu da M. Kemal’in 24 Nisan 1336 (1920) tarihli meclis konuşmasından öğreniyoruz.

Meclis tutanağından aynen alıntılıyoruz.

"Suriye'de İngilizler, Fransızların tarzı idaresine, muhakkirane olan idaresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki ehli İslâm pek büyük bir hataya duçar olduklarını takdir ettiler ve onu müteakip bir kısmı kendi dahillerinde müstakil olmak fakat yine bir suretle bir şekilde Camiai Osmaniye dahilinde bulunmak cihetini düşündüler. 

Bittabi makamı muallâyi hilâfete karşı olan merbutiyetleri cümlemiz gibi bütün ehli iman için bir vazifei mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha ileriye gittiler. Bize hiç bir şekil ve surette istiklâlin lüzumu yoktur, biz halifemiz ve padişahımıza merbut olarak Camiai Osmaniye dahilinde bulunacağız, dediler. 

Binnetice Emir Faysal dahi hususî murahhaslarını bizimle temasa getirdi. Resmî temasla bu müracaatın bizce telâkki edilen nikati izah etmek isterim. Her halde Suriyeliler her hangi bir devleti ecnebiye ile münasebetinin kendileri için binnetice esaret olacağına kani oldular. Bundan (dolayı bize teveccüh ettiler.) Bizim bilmukabele gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. 

Dedik ki, artık hududu millimiz dahilinde bulunan menabii insaniyeyi ve menafii umumiyeyi hududumuzun haricinde israf etmek istemeyiz.“ Anadolu’daki hareket, Irak’ta genç kuşak arasında, sosyal ve siyasal değişim alanında olumlu etki yaptı. Genç kuşağın üzerindeki bu etki, dergi ve gazetelerde ilk müjdelerini vermeye başladı. 

İş daha da ileri giderek, Türk kurtuluş savaşına kimi Iraklıların katılmaktan geri kalmadıkları görüldü. İçlerinde savaş meydanlarında kurban gidenler de olmuştur. İslam milletlerinin Türk Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen rolü, maddi ve ma’nevi yardımlarla kalmadı. 

Ayrıca Arap ülkelerinden, Hindistan, Iran ile Afganistan’dan akın eden gönüllü taburları ile yine Kürt gönüllüleri Türk ordusuna katılmak üzere Türkiye’ye geldiler.

- Mustafa Kemal Atatürk

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) : “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir”

Bu çalışmamızda görüldüğü üzere, Şerif Hüseyin ve birkaç bedevisi dışında Müslüman Arapların isyan ettiği yönündeki iddialar doğru değildir.

Zaten Şerif Hüseyin’in isyanı özellikle böyle bir şeye taraftar olmayan Mısırlı entelektüeller arasında huzursuzlukla karışık şaşkınlık oluşturmuştur. Bunun Türklerin itibarını sarsmak için İngilizler tarafından ortaya atılmış bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüşlerdir, dolayısıyla daha önce de belirtildiği gibi, Araplar bizimle beraber Şerif Hüseyin’e karşı savaşmışlardır.

Şerif Hüseyin’in isyan etmesine zemin hazırlayanlar ise Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılardı.

Şöyle ki, Sultan II. Abdülhamid, Şerif Hüseyin’i devamlı bir surette İstanbul’da tutar ve Arabistan’a göndermezdi. Çünkü Onun İngilizler tarafından belli bir maksada imale edildiğini çok iyi biliyordu. Bu gerçekten gafil olan İttihatçılar Şerif Hüseyin’in Hicaz’a gitmesine göz yummuşlar ve bu suretle Onun meşhur isyanına zemin hazırlamışlardır.

Bunlara ilaveten şunları söyleyelim ki, Arap Yarımadası’na oluk gibi akan İngiliz altınlarına rağmen, yalnızca bazı bedeviler Osmanlıya isyan etmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan kat be kat fazla idi. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak… Şerif Hüseyin’in sokaktan topladığı adamlar neviinden değil…

Binaenaleyh, kemalistlerin bizi müslüman kardeşlerimizden soğutmak gayesiyle ortaya attıkları, “Araplar bize isyan etti – bizi arkadan vurdu” iddiasını böylece çürütmüş olduk.

Hucurat Suresi

10 – “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”

Sahabelerin (radıyallahu teala anhüm ecmain) bulunduğu bir mecliste, oradakilere atalarının, dedelerinin kim olduklarının sorulması üzerine sıra Iran asıllı bir sahabe olan Selman-ı Farisi Hazretleri’ne gelince, O:

“Ben Islam’a girdikten sonra soy sop aramam. Ben Islam oğlu Selman’ım ” cevabını verdi.

Bu güzel cevaptan son derece etkilenen Hz Ömer (radıyallahu anh) da şöyle dedi:

“Bütün Kureyş bilir ki babam Hattab, Kureyşin önde gelenlerinden biriydi. Böyle iken ben Islamoğlu olan Selman’ın kardeşi Islamoğlu Ömer’im.”

Yazımızı bir Hadis-i Şerif ile bitirelim:

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir.”

Tartışma