Batı’da yükselen aşırı sağ ve Rusya faktörü

💢 Aşırı sağcı grupların yükselişi, Moskova'nın “Bölünmüş Batı” ve “Parçalanmış Avrupa” hedeflerine hizmet ediyor.
💢 Ukrayna Savaşı, Rusya’nın neo-Nazi grupları müdahale gerekçesi olarak kullandığını gösteriyor.

1. resim

Arap halklarının demokratikleşme arzusuyla başlayan; fakat kan, gözyaşı ve iç savaşlarla kabusa dönen Arap Baharı’ndan sonraki dönemde insanca yaşamak ve görece daha müreffeh koşullarda çocuklarını eğitimli nesiller olarak yetiştirmek için göç etmek durumunda kalan insanların yöneldiği Avrupa’nın öne çıkan güvenlik problemlerinin başında aşırı sağın yükselişi ve bu bağlamda göçmen karşıtlığı ile İslamofobi gelmekte.

Aşırı sağcı gruplar, çeşitli ülkelerde özellikle de ekonomik problemlere bağlı olarak göçmenleri hedef almakta ve ötekileştirmekte. Yani istihdam sorunu yaşayan kitleler, fakirleşmelerine paralel olarak patronlar tarafından ucuz işgücü olması nedeniyle sömürülen göçmenleri hedef almakta. Elbette göç veren coğrafya göz önünde bulundurulduğunda, ağırlıklı olarak Müslümanların olduğu görülmekte. Bu nedenle Müslümanlar, Avrupa’da yeni nesil terörizm olarak da nitelendirilebilecek İslamofobik saldırıların hedefi haline gelmekte.

Söz konusu durum, sağ popülist siyasetçilerin toplumun desteğini almak için radikal söylemler kullanmasına yol açmakta. Buna bağlı olarak son yıllarda pek çok Batılı ülkede radikal grupların mecliste temsil imkanı elde ettiği ve hatta dönem dönem çeşitli ülkelerde iktidara geldiği görülmekte.

Bahse konu olan durumu örneklendirmek gerekirse, Almanya’da PEGIDA’nın yükselişinden ve Almanya İçin Alternatif’in siyasette artan etkisinden, İsveç’te İsveç Demokratları’nın iktidar ortağı haline gelmesinden, Fransa’da Ulusal Cephe’nin kitlesini her geçen gün daha da arttırmasından ve İtalya’da Georgia Meloni’nin liderliğindeki İtalya’nın Kardeşleri’nin seçim zaferinden bahsedilebilir. Bu tasnife önceki ABD Başkanı Donald Trump’ı da dahil etmek mümkün. Peki aşırı sağın yükselişi kime ve neye hizmet ediyor?

Öncelikle belirtmek gerekir ki aşırı sağın yükselişi, her şeyden önce milliyetçiliklerin yükselişi anlamını taşımakta. Bu da keskin ulus-devletçi anlayışın belirginleşmesine yol açıyor. Dolayısıyla müşterek değerler üzerinden inşa edilen ve entegrasyonist söylemlerle ön plana çıkan Batı dayanışmasının sağ popülizmin saldırısı ya da bir diğer ifadeyle meydan okuması altında olduğu öne sürülebilir. Nasıl mı?

İlk olarak Batı entegrasyonu denildiğinde, trans-Atlantik ilişkilerden bahsedilmesinde yarar var. Kuşkusuz trans-Atlantik ilişkilerin temel dayanağı, NATO. Bu noktada Trump döneminde NATO içerisinde yaşanan ayrışmayı hatırlatmak önemli. Anımsanacağı gibi Trump, Kıta Avrupası’nın savunulmasında ABD’nin üstlendiği rolün maliyetini tartışmaya açmış ve Avrupalı devletlere savunma harcamalarını arttırma çağrısında bulunmuştu. Bu dönemde ABD Başkanı’nın Avrupa’ya üstten bakan kibirli ifadelerle tenkitlerde bulunması ise kıta ülkelerinin tepkisini çekmişti.

Bilindiği üzere mevzubahis süreç, Avrupa Ordusu; yani PESCO tartışmalarına sebebiyet vermişti. Böylelikle Avrupa’nın çok kutuplu dünyada bir kutup olarak konumlanma arayışında olduğu görülmüştü. Dolayısıyla aşırı sağın ABD’de zemin bulması, Amerikan liderliğindeki Batı ittifakındaki ayrışmanın da temel gerekçesi haline gelmişti. Bu anlamda aşırı sağın Batı birlikteliğine darbe vurduğu söylenebilir.

Tam da bu aşamada Trump’ın ABD Başkanı seçildiği seçimlere Rusya’nın müdahalede bulunduğu yönündeki iddialar anlam kazanıyor. Zira çok kutupluluk arayışlarının en net savunucularından biri olan Moskova yönetiminin bu gayeye ulaşabilmesi için Batı’da bir bölünme yaşanması elzem. Bu yüzden de aşırı sağın ve dolayısıyla sağ popülizmin yükselişinde Rusya’nın etkisinden bahsetmek mümkün. Dahası Trump yanlısı radikal grupların başında gelen Proud Boys’un Rus istihbaratı tarafından desteklendiği iddiaları da göz ardı edilemeyecek mahiyette.

Şüphesiz Kremlin’in çok kutupluluk gayesine katkı sağlayacak ikinci husus, Avrupa içerisinde bölünme yaşanması; yani parçalanmış bir Avrupa. Bu anlamda Kıta Avrupası’nda keskin ulus-devletçi reflekslerin yükselişinin AB entegrasyonuna darbe vurduğu aşikar. Örneğin aşırı sağcı Fransız lider Marine Le Pen, Moskova’yla ilişkilerin geliştirilmesine ilişkin arzusundan NATO’nun askeri kanadından çekilme talebine kadar son derece uç sayılabilecek muhtelif açıklamalarıyla gündeme geliyor.

Benzer bir şekilde İtalya’da Başbakan Meloni’nin koalisyon ortaklarından Lig Partisi lideri Matteo Salvini’nin de Rusya’ya Ukrayna’daki savaştan ötürü uygulanan yaptırımlara karşı çıkan demeçleri hafızalardaki yerini koruyor. Dolayısıyla Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, AB’nin Rusya karşısında yekpare bir duruş sergilemesini zorlaştırıyor. Bu da Rusya’nın parçalanmış bir Avrupa yaratma arzusuna hizmet ediyor. Bu hedefe Rus istihbaratıyla iltisakı olduğu dile getirilen PEGIDA gibi radikal örgütlerin yarattığı istikrarsızlığın katkısı da cabası.

Diğer taraftan aşırı sağ grupların yükselişinin yalnızca “Bölünmüş Batı” ve “Parçalanmış Avrupa” hedeflerine hizmet etmekle sınırlı bir misyonunun bulunduğunu belirtmek oldukça iyimser bir yaklaşım olacaktır. Aynı zamanda söz konusu gruplar, Avrupa’nın istikrarsızlaştırılmasına da katkı sağlıyor. Bu bağlamda Balkanlarda pan-Slavizmin etkisi altında yükselişe geçen Sırp milliyetçiliğinin rolü yadsınamaz. Özellikle de Bosnalı Sırpların lideri Milorad Dodik’in Rus yanlısı tutumu, Moskova’nın Batı’ya çatışmaların ve istikrarsızlığın Güneydoğu Avrupa’ya sıçrayabileceği mesajını vermesine imkan tanıyor. Bu da Avrupa’nın arka bahçesinde çok ciddi sorunlarla uğraşmak durumunda kalacağına işaret ediyor. Yani Kremlin, aşırı sağı Avrupa’ya karşı bir baskı unsuru olarak da kullanmayı sürdürüyor.

Tüm bunlara ek olarak Ukrayna Savaşı, Rusya’nın bahse konu olan grupları bir müdahale gerekçesi olarak kullandığını da ortaya koyuyor. Zira Kremlin yönetimi, “özel operasyon” adı altında gerçekleştirdiği Ukrayna’ya yönelik müdahalesi esnasında Azov Taburu’nu “Neo-Nazi Taburu” olarak tanımlamış ve savaştaki en önemli hedeflerinden birinin “Ukrayna’nın Nazisizleştirilmesi” olduğunu belirtmişti. Üstelik Nazilerle mücadele iddiası, Sovyetler Birliği’ne atıfla Rus dış politikasında tarihsel meşruiyet arayışının giderilmesine de katkı sağlamakta.

Bu noktada Rus İstihbaratı’nın Primakov Doktrini çerçevesinde Rus yakın çevresi olarak tanımlanan post-Sovyet ülkelerde bulunan neo-Nazi gruplara açık ya da örtülü destek verdiği ve daha sonra da söz konusu grupların varlığını gerekçe göstererek askeri müdahalede bulunduğu iddia edilebilir. Bu sebeple de Ukrayna’nın ardından benzer iddiaların Rus yayılmacılığının hedefi haline gelebilecek diğer ülkeler bağlamında gündeme getirilmesinin de şaşırtıcı bir gelişme olmayacağı iddia edilebilir.

Sonuç olarak Batı, özellikle de Arap Baharı’nın ardından göçmen karşıtlığı ve İslamofobi üzerinden aşırı sağın ve neo-Nazi hareketlerin yükselişine tanıklık etmekte ve bu da sağ popülist liderler tarafından etkin bir propaganda malzemesi olarak kullanılmakta. Şüphesiz aşırı sağın yükselişi, Batı değerlerinin ve dayanışmasının yara almasına yol açarak keskin ulus-devletçi reflekslerin belirginleşmesini beraberinde getirmekte. Böylece Batı’daki entegrasyon çabaları sekteye uğramakta. Bu da çok kutuplu dünya hedefi doğrultusunda kendi içerisinde bölünmüş bir Batı ve parçalanmış bir Avrupa arzulayan Rusya’nın dış politikaya ilişkin tahayyülleriyle örtüşmekte. Üstelik Moskova, mevzubahis grupları yakın çevresindeki faaliyetleri için müdahale gerekçesi olarak kullanabildiği gibi, rakiplerini istikrarsızlaştırabilecek bir unsura da dönüştürmekte.

Tartışma