Batı'nın meşruiyet aracı: Birleşmiş Milletler
Türkiye neden Birleşmiş Milletler’in yapısını sorguluyor? Bu sorunun yanıtını hiç düşündünüz mü?
Bundan sonra yazılarımla sık sık gdh.dijital'de birlikte olacağız. İlk yazımı da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Riyad’daki zirve sonrasında uçakta gazetecilere yaptığı açıklamaların önemli bir paragrafına ayıracağım. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gazetecilerin Birleşmiş Milletler’in yapısıyla ilgili sorusuna verdiği yanıtta şu detay dikkat çekiciydi:
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan bir yapının da güncellenmesi artık elzemdir. Birleşmiş Milletler’deki daimi üyelik ve veto sistemi değiştirilmeli. Dünyanın geleceği, halkların yaşamları veto hakkına sahip 5 ülkenin insafına bırakılamaz.
“Ne var bunda. Cumhurbaşkanı sürekli bunu vurguluyor” diyenler çıkabilir.
Evet açıklamasının tamamındaki cümleleri haklı olarak sürekli gündemde tutuyor. Fakat alıntıladığım bölümdeki ilk cümle son derece kritik: “İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan bir yapının da güncellenmesi artık elzemdir.”
Evet bu yazıda Birleşmiş Milletler’in işlevini sorgulamakta fayda var. Peki, Türkiye neden Birleşmiş Milletler’in yapısını sorguluyor? Bu sorunun yanıtını hiç düşündünüz mü?
Yanıtı verebilmek için ilk önce Birleşmiş Milletler’in yapısını ele almak lazım. Bunun için de 1919 yılına, Paris’te 6 ay sürecek “Barış” Konferansı’na gitmek gerekir.
4 Aralık 1918 günü, Paris Barış Konferansı’na gidecek Amerikan delegasyonunu taşıyan George Washington gemisi, New York Limanı’ndan hareket ederken geminin önemli bir yolcusu vardı: ABD Başkanı Woodrow Wilson.
Wilson, 9 gün süren yolculuktaki bakış açısı çok netti: Savaşı kazanmak ne kadar önemliyse, şimdi barışı kurmak da o kadar önemli. Bu tespit önemliydi. Barış, savaşı kazananlar tarafından kurulacaktı.
Ocak 1919’da başlayan ve yaklaşık 6 ay süren Paris Barış Konferansı’nın perde arkasında ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya liderleri Yüksek Konseyi oluşturdu ve konferans boyunca perde arkasından yeni dönemi dizayn ve diğer ülkeleri, grupları iknaya girişti.
Bu konseye başlangıçta Japonya da dahildi. Ancak daha sonra Japonları gruptan çıkarıp devam ettiler. İşte bu konferansın en önemli sonucu Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıydı. Fikir babası da ABD Başkanı Wilson’du desek yanlış olmaz.
Konferans tutanaklarından ve yaşananlardan anlaşıldığı üzere Milletler Cemiyeti, kazananlar tarafından organize edilmişti. Ancak işin çarpıcı yönü, Avrupa’daki müttefiklerini bu cemiyet için yönlendiren ABD Başkanı, bu cemiyeti kendi ülkesine kabul ettirememişti. Sonuç olarak ABD, cemiyete üye olmadı.
Dünyanın böyle bir yapılanmaya ihtiyacı olduğu kesindi. Lakin sıkıntı, Milletler Cemiyeti’nin Birinci Dünya Savaşı’nın ABD dışındaki kazananlarınca oluşturulması, mağlupların uzunca bir süre cemiyete alınmaması gibi nedenlerden dolayı dünya geneline yayılamadı. Nihayetinde Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki ve savaş sırasındaki süreçten etkilendi ve dağıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın artık sonuna doğru ABD, İngilltere ve Sovyetler Birliği önderliğinde toplanan Yalta Konferansı, yeni dünyanın paylaşımı açısından kritik eşik olarak gösterilir. Bu konferansta günümüzdeki Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması, beş büyük devlete sürekli temsil ve veto yetkisinin verilmesi, ayrıca bizi ilgilendiren boyutuyla Sovyetler Birliği lehine Türk boğazlarının statüsünün değiştirilmesi yönünde kararlar alındı.
Birleşmiş Milletler'in kuruluş sürecinin son adımı da 26 nisan 1945 tarihinde başlayan San Francisco Konferansı’dır. İki ay süren konferans sonucunda Birleşmiş Milletler Anlaşması imzalandı.
Ana organları Genel Kurul, Güvenlik Konseyi (BMGK), Ekonomik ve Sosyal Konsey (EKOSOK), Vesayet Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve BM Sekretaryası olan Birleşmiş Milletlerin kuruluşundan sonraki seyrinde Soğuk Savaş dönemi bir dengeyi görebiliyoruz. Ek olarak, BM döneminde sanayileşmiş ülkelerin birbiriyle savaşmaması önemli bir kazanım olarak görülebilir.
Ancak tek kutuplu dünya döneminde BM iyi sınavlar vermedi. Vietnam’ın, Karabağ’ın, Irak’ın, Afganistan’ın vb. işgal süreçlerini önleyemediği gibi, bazı işgaller BM zemini kullanılarak gerçekleştirildi. Örneğin en çarpıcı örnek, oğul Bush yönetiminin Dışişleri Bakanı Colin Powell’in 5 Şubat 2003 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde dünyanın gözleri önünde açıkça yalan söylemesiydi.
Powell 2021 yılında ölmeden kısa bir süre önce söylediklerinin doğru olmadığını itiraf etmişti ama olan milyonlarca ölü, yaralı, yerinden yurdundan olmuş Iraklıya ve Irak’a olmuştu. Powell, BM tarafından Uluslararası Adalet Divanı’na gönderilmedi, oysa gönderilmeliydi. Aynen aynı kabinede görev yaptığı diğer isimler gibi…
Bunlara İngiltere Başbakanı Tony Blair’i de eklemek mümkün. Blair döneminin Savunma Bakanı Geoff Hoon, savaş suçlarına işaret eden bir itiraf yapmıştı:
Başbakanlık, işgalin yasadışı olacağına dair hukuki tavsiye notunu okuduktan sonra yakmamı kesin dille emretti ama ben emre uymadım
Anlaşılacağı üzere, Blair ve kabinesi de en az Bush yönetimi kadar suçluydu. Fakat BM’nin gücü bu isimlere yetmedi. Karabağ’ın işgalinde de BM, sadece 1993 yılında çok sayıda karar almış, ancak Ermenistan’a gücü(!) yetmemişti. Bunun en önemli nedenlerinin başında BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin veto hakkının bulunması. ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin, Güvenlik Konseyinin geçici üyelerinin ortak alacağı her kararı veto oy hakkı nedeniyle domine edebiliyor. Sonucunda da insani krizlerin yönetimi ve ortak mücadelede konsensus sağlanmasında sorunlar baş gösteriyor.
Kazananların oluşturduğu, kendi usullerince yönettikleri bir yapılanmanın insanlığa bundan sonra ne kadar fayda sağlayacağı kuşkulu. Bu nedenle tek kutuplu dünyanın sonuna doğru ilerlediğimiz (ki ABD ve müttefikleri bunu engellemeye, engelleyemezse de kontrollerinde bir dünya düzenine çalışıyor) bir dönemde yeni dönemin ihtiyaçları ve güç dengelerine göre bir yapılanma zorunlu gibi gözüküyor.
Burada ilginç bir bilgi paylaşmakta fayda var. Zamanında İsrail’in çıkarları söz konusu olunca ABD de BM’nin yapısından şikayet etmiş. 6 Ekim 1973 tarihinde Mısır ve Suriye’nin, İsrail işgali altındaki topraklarını kurtarmak için başlattığı Yom Kippur Savaşı’nda ABD’nin en önemli dış politika aktörü olan Henry Kissinger, Mısır ve Suriye operasyonunu durdurmak için çırpınırken şu ifadeleri kullanmıştı:
Açıkça bir savaş çıkmıştı. Ancak barışın korunmasına ya da yeniden kurulmasına yardımcı olma kararı alan Birleşmiş Milletler organı, pasif bir durumdaydı.
Kissinger sonrasında meseleyi dönemin BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim ile planlayarak kendi istedikleri zeminde BM’ye taşımaya çalışmış. Hatta Kissinger’in BM’de Genel Kurulu'nu değil Güvenlik Konseyi'ni toplama çabası da dikkat çekici.
Genel Kurul’da yenilgi alma ihtimaline karşı Mısır/Suriye-İsrail savaşını Güvenlik Konseyi’nde görüşmek için çabalıyor. Nedeni BM’nin Gazze saldırısı sonrası toplanan BM Genel Kurulu’ndaki insani ateşkes çağrısı yapan kararname oylamasında daha iyi anlaşıldı. Güvenlik Konseyi olsa çok daha avantajlı olacak olan ABD-İngiltere-Fransa ve doğal olarak İsrail, Genel Kurul oturumunda oylama yapılınca 14’te kaldı. Karşısında 120 net tavır alan ülke yer aldı. 40 üye ise çekimser kaldı. Ezici çoğunluk Batı’nın karşısında yer aldı.
Kısacası BM, Milletler Cemiyeti’nin kurulma sürecinden itibaren dünyaya kendi kontrollerinde yeni bir düzen getirmeye çalışan Batı ittifakının aracı haline geldi, getirildi.
Batı ülkelerinin tüm isteklerini karşılarken, karşısında yer alanların haklı taleplerine kulakları tıkamak zorunda kaldı. Yine Güvenlik Konseyi üzerinden Rusya ve Çin’in de avantajları var. Bu da iki karşıt görüş arasında sıkışan bir dünya topluluğu anlamına geliyor.
Zaten sistem de bunun için yapılandırılmıştı. Şimdi ise yeni bir dünya kuruluyor. Bu dünyada başka ülkeler ve ittifaklar da ses çıkarıyor. Doğal olarak geçen yüzyılın siyasi yapılanmalarından BM’nin yapısı artık günümüzü okuyamıyor.