DEAŞ terörünün dönüşü: Uyuyan hücreler İran için uyandırıldı

3 Ocak 2024’te Kasım Süleymani’nin Kimran’daki mezarında düzenlenen anma töreni sırasında iki farklı bomba patladı ve resmi açıklamalara göre 95 kişi hayatını kaybetti. 

1. resim

3 Ocak, İran siyasi tarihine damga vuracak olayların yaşandığı bir tarih. İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Kudüs Gücü’nün kimilerine göre efsanevi kimilerine göre ise eli kanlı komutanı Kasım Süleymani, 3 Ocak 2020’de ABD’nin Bağdat’ta düzenlediği hava saldırısında öldürülmüştü. 3 Ocak 2024’te ise Süleymani’nin Kimran’daki mezarında ölüm yıldönümü sebebiyle düzenlenen anma töreni esnasında iki farklı bomba patladı ve resmi açıklamalara göre 95 kişi hayatını kaybetti. Yerel medya, saldırıda ölenlerin sayısının 200’ün üzerinde olduğunu belirtiyor.

Saldırıyı terör örgütü Devlet’ül Irak ve’ş Şam’ın (DEAŞ) üstlenmesi ise yeni bir tartışmayı başlatacak gibi gözükmekte. DEAŞ, son yıllarda etkisini kaybetmiş bir terör örgütü. Varlığını daha ziyade sözde Horasan Emirliği (ISKP) üzerinden Güney Asya coğrafyasında sürdürüyor. Ancak son bir hafta içerisinde önce Suriye’de ve daha sonra da İran’da DEAŞ’ın üstlendiği terör saldırıları gerçekleşti. Özellikle de Kimran saldırısı, yıkıcı etkisi hasebiyle DEAŞ’ın uyuyan hücrelerinin uyandırıldığına işret ediyor. Bu noktada sorulması gereken soru ise DEAŞ hücrelerinin neden ve kim tarafından uyandırıldığı.

DEAŞ’ın kim tarafından uyandırıldığını anlayabilmek için kim tarafından kurulduğunu bilmek gerekir. 1 Ocak tarihli yazımda “DEAŞ’ı ABD mi kurdu?” diye sormuş ve bu konuya değinmiştim.

Esasen o yazıyı ortaya çıkaran en önemli gelişme, eski Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin DEAŞ’ın Anbar’da ABD tarafından kurulduğunu bildiklerini belirten açıklamalarıydı.

Belki de İran’daki saldırı, Maliki’nin açıklamalarına verilen bir yanıttı. Zira Maliki, İran’a yakınlığıyla bilinen bir siyasetçi. İran’ın Irak siyasetindeki etkisi ise yadsınamayacak düzeyde. ABD, DEAŞ’ın uyuyan hücrelerini harekete geçirerek İran’a “Vekil unsur olarak kullandığın aktörlere sahip çık.” mesajını vermiş olabilir. Ancak meselse bundan ibaret olmayabilir. Zira DEAŞ’ı proxy aktör olarak kullanan ABD’nin İran özelinde vermeyi önemseyeceği çok daha ciddi mesajlar var.

Öncelikle Beyaz Saray, ABD’nin en önemli dış politika önceliklerinden birinin seyrüsefer özgürlüğü olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de Kızıldeniz’de yaşanan gelişmeler, Washington yönetimi açısından tedirgin edici mahiyette. Kızıldeniz’de ABD’yi endişelendiren Husi Ensarullah Hareketi ise İran destekli milis grupların başında geliyor.

Aslında Gazze’deki savaşın başından itibaren en çok merak edilen konu, her fırsatta İsrail’i haritadan sileceğini iddia eden İran’ın nasıl bir tavır takınacağı. İran, doğrudan kendisini bağlayacak bir eylemsellikten uzak durma konusunda son derece hassas bir yaklaşım içerisinde. Lakin Tahran yönetimi, Suriye ve Irak’ta edindiği tecrübelerin de etkisiyle vekalet savaşına hazır olduğu mesajını vermekten geri durmuyor. Burada da Husiler aracılığıyla İsrail’e giden gemileri hedef alıyor. Küresel deniz ticaretini etkileyen Kızıldeniz’deki istikrarsızılığın derinleşmesi ise Beyaz Saray açısından endişe verici.

Üstelik ABD’nin Ortadoğu politikasının temel hedefini İsrail’in güvenliğini sağlamak oluşturuyor. Zaten bu yüzden de İsrail’in ticari gelirlerini sekteye uğratan saldırılar sonrası Washington yönetimi, farklı inisiyatifler geliştirme yoluna gitti. Kızıldeniz’de ABD liderliğinde oluşturulan donanma gücü bunlardan sadece biri. Ancak nihayetinde Tahran’ın Washington ve Tel Aviv’e verdiği mesaj, Gazze’deki çatışmaların bölgesel bir savaşa dönüşebileceği yönünde. Buna karşılık DEAŞ’ın Kirman’da gerçekleştirdiği terör saldırısı, İran’a güvenlik açıklarının gösterilmesi ve sınırlarının hatırlatılması şeklinde yorumlanabilir.

Bu noktada DEAŞ’ın ABD - İsrail ikilisi tarafından Husilerin artan eylemleri sonrası aktive edildiği öne sürülebilir. Saldırının zamanlaması da manidar. Zira 25 Aralık’ta İsrail’in Suriye’ye düzenlediği hava saldırısında DMO Kudüs Gücü’nün Suriye Komutanı Seyid Razi Musavi öldürülmüştü. Dolayısıyla ABD - İsrail ikilisi ile İran arasındaki gerilimin tırmandığı bir dönemde DEAŞ’ın İran’ı hedef aldığı söylenebilir. Aynı zamanda bu süreçte Irak’ta İran destekli Şii milislerin Amerikan üslerine yönelik saldırılarında da artış yaşanıyor. Bu ortamda ABD’nin Bağdat’taki Haşdi Şabi karargahını vurması da cabası.

Meselenin görünen yüzüne bakıldığında DEAŞ’ın İran’ı sınırlandırmak için ABD - İsrail ikilisi tarafından harekete geçirildiği öne sürülebilir. Peki, gerçekten öyle mi? Konunun görünmeyen yüzüne de değinmek gerekmez mi?

Saldırılar, İsrail - ABD ikilisinin hedef tahtasına İran’ı yazdığını gösterse de jeopolitik olarak DEAŞ teröründen istifade eden aktörlerin başında İran geliyor. DEAŞ ile mücadele iddiası, İran’ın hem Suriye hem de Irak’ta ciddi bir nüfuz elde etmesini sağladı. Yani unutulmaması gerekir ki; DEAŞ, bir yandan ABD’nin Orta Doğu’daki etkisini artırmasına vesile olurken, diğer taraftan da İran’a alan açtı. Bu da zaten sık sık dile getirilen İran ile ABD arasındaki danışıklı dövüş iddialarını bir kez daha gündeme getiriyor. Son saldırılar da İran’ın Gazze konusunda yıpranan imajına katkıda bulunuyor olamaz mı?

Bahse konu olan durumu açmak gerekirse İran, Gazze için doğrudan savaşa dahil olmayacağı yönünde çok sayıda açıklama yaparken, Tahran yönetiminin İsrail’e meydan okumasına imkan veren Hizbullah da İsrail karşısında eylem anlamında son derece silik bir tavır takındı. Hatta Musavi’nin öldürülmesi hadisesinden sonra bile İran, yanıt hakkını saklı tutacağını duyurdu. Bu İran’ın vekil aktör olarak kullandığı Husilerin dahi tepkisini çekti. Nitkeim Ensarullah yetkilileri, cevap hakkını saklı tutmanın aslında yanıt vermemek anlamına geleceğini belirtti.

Son olarak da İranlı komutanların 7 Ekim’deki El Aksa Tufanı operasyonunu Süleymani suikastının yanıtı olduğunu belirten açıklamalarını Hamas yetkililerinin yalanladığı düşünüldüğünde, İran’ın söylem gücünü kullanarak “direniş eksenine” liderlik yapmak istediği ama eylem bakımından İsrail’i karşısına alacak cesareti gösterememenin ezikliği yaşadığı iddia edilebilir. Haliyle bu durumun İran’a prestij kaybettirdiği de ortada.

Böylesi bir atmosferde ABD - İsrail ikilisinin DEAŞ üzerinden İran’ı hedef haline getirmesinin Tahran yönetimine mağdur imajı yüklediği de söylenebilir. Belki de amaç, İran - İsrail - ABD üçgenindeki kazan – kazan temelli ilişkinin sürdürülmesi.

Sonuç olarak eski Irak Başbakanı Maliki’nin deyimiyle DEAŞ’ı kuranlar, terör örgütünü yeniden aktive ediyor. Bunu İran’ı zayıflatmak için mi yaptıkları yoksa İran’a mağdur imajı yükleyerek bir kez daha DEAŞ vesilesiyle alan açmak için mi gerçekleştirdikleri ise belirsiz. Yorum ve takdir okuyucunun.

Tartışma