Film Ekimi’nde Venedik ve Cannes 'ilk’ leri: Yandaki Oda ve Gün Doğarken
Ankara gösterimlerini tamamlayan ve 24-27 Ekim’de İzmir’de devam edecek olan FilmEkimi, yılın öne çıkan filmlerini bir araya getirdi. Venedik’te Altın Aslan ödülünü alan Pedro Almodóvar imzalı ’Yandaki Oda’ ve Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olan ’Gün Doğarken’i izleyen gdh dijital kültür-sanat editörü Deniz Ali Tatar, filmlere dair görüşlerini bir araya getirdi.
Yılın festivallerinde en öne çıkan filmleri seçkisinde bir araya getiren Film Ekimi, Ankara gösterimlerini tamamladı. Şimdi ise İzmir’de devam edecek olan FilmEkimi, Cannes ve Venedik gibi yılın önemli festivallerinden önemli filmlerden oluşan seçkisini sunuyor. FilmEkimi Ankara'da yoğun bir ilgiyle takip edildi. Özellikle ’Yandaki Oda'nın gösteriminde tüm koltuklar neredeyse doluydu. Bir çok filmde aynı insanlara denk geldim ve bir çok kişi bir çok filmi art arda izledi. Ankaralı sinefillerin bu coşkusuna hayran oluyorum. Filmden filme koşturmak muhteşem bir serüven oluyor.
Özellikle seçkide izleme şansı olduğum 3 film; hem beni çok şaşırttı, hem de duygularımı çoğu kez sorgulamama neden oldu. İlk izlediğim film, geçtiğimiz hafta vizyona giren ve daha önceki yazımda da kaleme aldığım 'The Apprentice – Trump’ın Hikâyesi' oldu. Cannes Film Festivali’nde ana yarışmada prömiyer yapan film, Donald Trump'ın bir emlak devi olmaya giden yolculuğunun hikayesini konu alıyor. Bu yazıda ise, yine Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olan ’Gün Doğarken’ ve Venedik Film Festivali’nde bu yıl Altın Aslan ödülünü kazanan usta yönetmen Pedro Almodóvar’ın filmi ’Yandaki Oda’ yerlerini alıyor olacak.
Bir dostunu ölüme uğurlamak: Yandaki Oda
Bir dostuna yavaş yavaş ve hüzünle veda etmek… Ama hiç beklemediğin anda onu kaybettiğini anlamak… İmkansız gibi görünen şeylerin aslında şaşırtıcı şekilde olabileceğini görmek… Tıpkı pembe renkte kar tanelerinin yağması gibi… Ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar’ın 2019 yapımı ’Acı ve Zafer’den 5 yıl sonra yaptığı uzun metrajlı filmi ’Yandaki Oda’ yani ’The Room Next Door’, 1 Kasım’da vizyona girmesinden önce FilmEkimi’nde izleyici karşısına çıktı. Usta yönetmenin İngilizce olarak çektiği ilk filmi olma özelliğini taşıyan ’Yandaki Oda’, yıllar sonra bir araya gelen yakın arkadaşlar Ingrid ve Martha’nın hikayesine odaklanıyor.
Başarılı bir yazar olmuş olan Ingrid, imza gününe gelen eski bir arkadaşından öğrendiğiyle şok oluyor. Eskiden çok yakın arkadaşı olan eski savaş muhabiri Martha kanserdir. Martha’nın izini bulan Ingrid, kendini arkadaşının yaşam hikayesi içerisinde buluyor. Kızı ile ilişkisi tamamen parçalanan Martha, hastalığın tüm vücudunu kapladığını kabullenmiş ve art öleceğini de hissetmiştir. Daha çok acı çekmeden hayattan kopup gitmek isteyen Martha, bu süreçte yeniden yakınlaştığı Ingrid’den yardım istiyor. ’Ben ölürken, yanımdaki odamda olur musun?’ sorusunu sorarak, arkadaşının desteğini almak ve hayata huzurla veda etmeyi arzu ediyor…
Hem bir dehşet hem de acı bir olay, bu kadar duygularla dolu anlatılmamıştı... İki yakın arkadaşın sırlarla dolu ölüm yolculuğunda, biz o ince duyguları hissederek filmi izliyoruz aslında. Senaryoda bir anlamda acıların duygusallaştığı duygulara odaklanıyoruz. Yaşanan acı dolu geçmişe yolculuk yaparken de, hem duyguları hem sırları hem de karakteri bu yola götüren o nedenleri keşfediyoruz bir bakıma. İzlerken ruha dokunan, samimi ve bir o karar gerçekten kopmayan bir hikaye var aslında. Ötenazi meselesine gerçekçi bakmıyor belki (ilaç aramak dışında) hatta daha duyguları katarak görüyoruz bu durumu. Ama bu kadar sert bir konuyu daha çok arkadaşlık ve geçmiş acılarını öne çıkararak veren bir senaryoyu sevdim. Martha’nın New England’da tuttuğu eve geldiklerinde Martha’nın ilaçları unutması karşısında Ingrid’in ’İlaçları unutmuş olman belki de bir işarettir’ demesi bile, bir şekilde duygusal harman sunuyor izleyene. Martha ve Ingrid’in hikayesine bir anda dalmak, yıllar sonra bu kadar sıkı fıkı olmaları ilk başka inandırıcı gelmemişti bana açıkçası. Ama daha sonra geçmişte bile bir adamı paylaşmış olmalarını öğrendiğimiz ve yaşadıkları bir çok çılgınlığı anlarmış olmaları bile bu hikayeye derinleşmemizi sağlıyor. Ustalığını yeni filminde de konuşturan Almodóvar, teknik açıdan da iyi bir rejiyle yola çıkmış. Tilda Swinton ve Julianne Moore’un karşılıklı iştah dolu performansları da, filme ayrı bir lezzet katıyor. O kadar uyumlu olmuşlar ki, bu ikiliden daha çok film izlenebilirdi...
Yas çığlığını içinde yaşamak: Gün Doğarken
Zamansız ve aniden gelen bir acı, yasını içinde haykırarak yaşamak ve artık patlayarak dayanamamak… Hayat ne tuhaf diye hayıflandığımız anlarda, bir acının keder yaşatması ve doyasıyla bunu haykıramamak… İzlandalı auteur yönetmen Rúnar Rúnarsson’un son filmi ’Gün Doğarken’ yani ’When The Light Breaks’ tam da bu denli bir acı haykırmasını, sinema yoluyla yansıtıyor.
Kendi başına gelen bir olaydan esinlenerek bir hikaye yazan yönetmen Rúnarsson, yas duygusunu kendi içinde yaşamak üzerine bir empati seansı sunuyor. Sevdiği adamla bir yaz gününde güzel günler yaşayan Una’ya odaklanan filmde, ’hayat sen planlar yaparken başına gelendir’ sözü gelişiyor ve hayat tepetaklak oluyor. Sevgilisini ailesinin yanına memleketine uğurladığını ve bir veda uykusuna uyduğunu zanneden Una, derin bir yasın içerisinde kendini buluyor. Sevdiği adamın tanımadığı arkadaşlarının ve memleketindeki sevgilisinin gelmesiyle acısını kendi içinde yaşamaya başlayan Una, haykırmak istiyor hatta ağlamak istiyor. Filmde Una’nın Klara ile çekişmesi ve kurduğu bağ da bir o kadar enteresan sahnelere izleyeni şahit ediyor.
Bir rüyada olduğunu ne zaman anlarsın? O rüyadan kalktığın anda, herşeyin bittiğini ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve yeni gelişmelerin yaşanacağını bilirsin belki, ama neler yaşayacağını tahmin edemezsin. Bir yası yaşamaktan korkmak ve acını içinde yaşamaktan bile korkmak üzerine çok incelikli bir senaryoya sahip film. Aslında çok samimi ve bir yandan can yakan türden bir his oluşuyor filmi izlerken. Bir hayat bitiyor belki, ama yeni bir doğum başlıyor aslında mesajı da içeriyor. Etkisinden uzun süre çıkamadığınız ve yas duygusunu sorgulayan bir senaryosu var. Bir yandan gülmek, ama ölenin anısını yaşatmak için bile gülerken bile utanmak duygusu önemlidir hep. Bu noktada filminin biraz yalpaladığını hissetmedim değil. Ölen arkadaşlarını unutmak için çılgınca dans eden gençler, sanki çok yakın arkadaşlarını bir anda kaybetmemiş gibi davranmaya başlıyorlar. Bir noktada duygusal sahneler oluyor, ama bir yerde yalpalama durumu yaşandığını ve inandırıcılığın kaybolduğunu hissettiğimi de belirtmem gerek. Bence bu noktada bu yas duygusunu Una ve Klara’da hissedebiliyoruz.
Özellikle finalde Klara’nın gerçekleri anlamasıyla; ayakkabılarını Una’nın ayakkabılarını koyduğu yere koyması ve Una’nın saygı duyarak diş fırçalarken elini kullanması diye ilerleyen sahneler dizisinde filmin yas duygusunu tam anlamıyla anlıyoruz. Una’ya hayat veren Elín Hall’ın duygulu performansı filmde etkisini gösterirken, Katla Njálsdóttir’in performansı da altta kalmıyor. İzlanda’nın görkemli doğa manzaralarının da eşlik ettiği film, hikayesine layık bir şekilde abartısız ve sade şekliyle tam anlamıyla duygusunu hissettiriyor'