gdh'de ara...

Project Syndicate: ABD ile Çin jeopolitik rekabeti yönetemiyor

Harvard Kennedy School Uluslararası Siyasal İktisat Profesörü Dani Rodrik, himayecilik düzeninde dünya ekonomisini ele aldı.

1. resim

Son 15 yılda ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti. Çin ile ABD arasında gelecekte nasıl bir ilişkiye tanıklık edeceğimiz henüz belirsizliğini koruyor.

Harvard Kennedy School Uluslararası Siyasal İktisat Profesörü Profesörü Dani Rodrik, günümüzde ABD ile Çin’in jeopolitik rekabeti ve etkilerini, himayecilik düzeninde dünya ekonomisinin etklerini inceledi.

İşte Profesör Dani Rodrik'in yayınlanan o yazısı:

Serbest ticaret devri sona ermiş gibi görünüyor. Himayecilik düzeninde dünya ekonomisi nereye gider?” Bugünlerde en sık duyduğum sorulardan biri bu. Ancak tıpkı piyasalar-devlet ve merkantilizm-liberalizm ayrımı gibi serbest ticaret-himayecilik ayrımı da küresel ekonomiyi anlamada pek işe yaramıyor. Bu ayrım sadece yakın tarihi yanlış anlatmakla kalmıyor.

Bugünkü politika geçişlerinin ve sağlıklı bir küresel ekonomi için gereken şartların da yanlış yorumlanması bu.

Her ülke kural getirir

“Serbest ticaret” deyince gözümüzde bir imge canlanıyor: Hükümetler geriye çekilip ekonomik sonuçları belirleme işini piyasalara bırakmış. Ama her piyasa ekonomisinin ürün standartları, işletmelerin rekabet engelleyici davranışlarının kontrolü, tüketici, emek ve çevre ile ilgili tedbirler, son kredi mercii ve finansal istikrar yükümlülüğü gibi kural ve düzenlemelere ihtiyacı var. Bunlar genellikle hükümetler tarafından yasalaştırılıp yürürlüğe konuyor.

Ulusal egemenlik bölgelerinin uluslararası ticaret ve finans üzerinden bağlantı kurması sorunlara yenilerini ekliyor: İşletmeler küresel piyasalarda rekabet ederken hangi ülkelerin yasa ve düzenlemeleri geçerli sayılacak? Kuralların uluslararası antlaşmalar ve bölgesel ya da küresel kuruluşlar aracılığıyla yeniden tasarlanması gerekecek mi?

Hiçbir zaman tam serbest değildi

Böyle bakınca, kabaca 1990’larda başlayıp Covid-19 salgınına kadar süren hiper-globalizasyonun geleneksel anlamda bir serbest ticaret dönemi olmadığı ortaya çıkıyor. Son 30 yılda imzalanan ticaret anlaşmalarının esas meselesi ticaret ve yatırım önündeki sınır ötesi kısıtlamaları kaldırmak değildi. Daha ziyade denetim standartları, sağlık ve güvenlik kuralları, yatırım, bankacılık ve finans, fikri mülkiyet, emek, çevre ve geçmişte iç politikanın alanına giren daha birçok sorunu kapsıyorlardı.

Bu kurallar tarafsız da değildi. Uluslararası bankalar, ilaç şirketleri ve çokuluslu şirketler gibi siyaseten bağlantılı büyük işletmelerin menfaatine öncelik verme eğilimindeydiler. Söz konusu işletmeler dünya piyasalarına daha kolay erişmekle kalmadı. Kârlarını azaltan hükümet düzenlemelerini tersine çevirmeye yönelik özel uluslararası tahkim süreçlerinden de ilk yararlananlar oldular.

Tekeller yararlandı

Benzer şekilde fikri mülkiyete ilişkin daha katı kurallar, ticareti daha da serbestleştirme kisvesi altında kabul ediliverdi. Bunlar ilaç ve teknoloji şirketlerinin tekel statüsünü pekiştirdi. Hükümetlere sermaye akışını “akışına bırakmaları” için baskı yapılırken işgücü ülke sınırlarının arkasında kısılıp kaldı. İklim değişikliği ve halk sağlığı ihmal edildi. Bunun bir sebebi hiper-globalizasyon ajandasında onlara yer kalmamasıydı. Ama bir etken daha vardı: İki alanda da kamu malları yaratmak işletmelerin işine gelmiyordu.

Denge bulma çabası

Son yıllarda hem bu politikalara yönelik tepkiye hem de genel anlamda ekonomik önceliklerin kapsamlı olarak yeniden değerlendirildiğine tanık oluyoruz. Kimilerinin himayecilik ve merkantilizm deyip kötülediği yaklaşım, gerçekte işgücünün yerinden edilmesi, geri kalmış bölgeler, iklim geçişi ve kamu sağlığı gibi önemli ulusal meselelerde dengeyi yeniden bulma çabası. Gerek hiper-globalizasyon döneminin açtığı sosyal ve çevresel yaraları sarmak gerekse daha sağlıklı bir küreselleşme biçimi yaratmak için bu süreç şart.

"Soğuk Savaş dönemindeki jeopolitik rekabet ticaretin ve uzun vadeli yatırımların genişlemesini engellemedi. Şimdiyse durum bambaşka. Amerika’nın yeni baş rakibi Çin dünya ekonomisinde çok büyük yer tutuyor. Batı ile Çin arasında gerçek bir kopuşun sonuçları ciddi olur."

ABD Başkanı Joe Biden’ın sanayi politikaları ve yeşil enerji teşvikleri bu yön değişiminin mevcut en net örnekleri. Bu politikaların, kabul görmüş serbest ticaret kurallarına zıt görüldüğü için Avrupa, Asya ve gelişmekte olan ülkelerde rahatsızlık yarattığı doğru. Fakat bir yandan da hiper-globalizasyona ve neoliberalizme alternatif arayanlar için model oluşturuyorlar. Üstelik bu arayış içindekiler de çoğunlukla aynı ülkelerden.

Tarihten dersler: Bretton Woods

Bu yeni politikaların nasıl bir düzen doğurabileceğini görmek için tarihte çok da geriye gitmek gerekmiyor. 1945 sonrası Bretton Woods sistemini hatırlayalım.

1980’lerin başına kadar ruhen hakim olan bu rejimde hükümetler sanayi, mevzuat ve finans politikaları üzerinde kayda değer özerkliğe sahipti. Birçok hükümet ülke ekonomisinin sağlığına küresel entegrasyondan daha fazla önem veriyordu. Ticaret anlaşmaları dar kapsamlı ve zayıftı. Gelişmiş ekonomilere çok az, gelişmekte olanlara ise daha da az kısıtlama getiriyordu. Kısa vadeli sermaye akışlarına yönelik yurt içi denetim istisna değil norm haline gelmişti.

Bu küresel ekonomi şimdikinden daha kapalı olsa da Bretton Woods devrinin ciddi ekonomik ve toplumsal ilerleme getirdiği görüldü.

Gelişmiş ekonomiler 1970’lerin ikinci yarısına kadar hızlı ekonomik büyüme ve görece sosyoekonomik eşitlik kaydetti. Düşük gelirli ülkeler arasında Doğu Asya Kaplanları gibi etkili kalkınma stratejileri geliştirenler, bugünkü gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha katı ihracat bariyerleriyle karşı karşıya olmalarına rağmen olağanüstü hızla büyüdü.

Çin 1980’lerden sonra dünya ekonomisine katılırken bunu kendi meşrebince yaptı. Teşvikleri, devlet mülkiyetini, para yönetimini, sermaye denetimlerini ve diğer politikaları benimseyip sürdürdü. Bu politikalar hiper-globalizasyondan ziyade Bretton Woods’u hatırlatıyordu.

Ülkelerin kendi politikasını izlemesi için daha fazla serbestlik tanımanın küresel ekonomi için çöküş anlamına geleceğine inananlar bir an için durup Bretton Woods sisteminin mirasını düşünmeli. Bir ülkenin diğerleri için yapabileceği en önemli şey kendi ekonomik sağlığını garanti etmek.

Elbette tarihte benzer bir örnek olması yeni politika ajandalarının da iyi bir küresel ekonomik düzen doğuracağını garanti etmiyor. Bretton Woods sistemi Soğuk Savaş bağlamında işe yaramıştı. O günlerde Batı’nın Sovyetler Birliği ile ekonomik ilişkileri minimum seviyedeydi ve Doğu Bloku’nun küresel ekonomideki yeri çok küçüktü. Neticede jeopolitik rekabet ticaretin ve uzun vadeli yatırımların genişlemesini engellemedi.

Şimdiyse vaziyet bambaşka. Amerika’nın yeni baş rakibi Çin dünya ekonomisinde çok büyük yer tutuyor. Batı ile Çin arasında gerçek bir kopuş bütün dünya için ciddi sonuçlar getirir. Buna gelişmiş ekonomiler de dahil, çünkü onlar da endüstriyel gereçler konusunda büyük ölçüde Çin’e bağımlı. Dolayısıyla dünya ekonomisinin sağlığından endişe duymak için birçok haklı sebep bulmak mümkün.

Ama küresel ekonomi gerçekten konuk sevmez hale gelirse bunun sebebi “serbest ticarete” ihanet değil ABD ile Çin’in, aralarındaki jeopolitik rekabeti kötü yönetmesi olacak. Politika yapıcılar ve uzmanlar esas riske odaklanmaktan şaşmamalı.

Tartışma