gdh'de ara...

The Economist: Avrupa'da ortaya çıkan güç boşluğu ve çatırdayan “Avrupa modeli”

Çin’in yükselişi, “Trumpçılığın” canlanma ihtimali ve Ukrayna savaşı, AB'deki korkuları artırıyor. “Fransa ve Almanya hakimiyetindeki Avrupa modeli” çatırdıyor.

1. resim

İngiltere'nin önde gelen yayın organlarından The Economist'de, Avrupa Birliği içerisinde yaşanan güç boşluğundan ABD ile ilişkilerine, Avrupa kıtasının savunma sorunlarından son dönemde yaşanan ekonomik krizlere kadar çok sayıda başlığın değerlendirildiği bir analiz yayınlandı.

Çin’in yükselişi, Amerika’da Trumpçılığın yeniden canlanma ihtimali ve Ukrayna’da devam eden savaşın arasında Avrupa siyaset yapısının geleceğinin büyük bir belirsizlik içerisinde olduğu belirtilen analizde, Almanya ve Fransa liderliğinde uzun yıllardır devam eden Avrupa modelinin de çatırdamaya başladığına dikkat çekildi.

Analizde ayrıca, Avrupa'nın gerek Pandemi dönemi ile başlayan krizlerle gerekse de Ukrayna savaşı ile ayyuka çıkan kıta savunması başlıklarında sıkıntılarının devam edeceği belirtildi.

İşte The Economist'de yayınlanan analiz:

İngiliz futbolcu Gary Lineker’ın bir ifadesi var;

“Futbol, yirmi iki adamın 90 dakika boyunca bir topun peşinden koştuğu ve sonunda Almanların galip geldiği bir oyundur.”

Avrupa projesinin dinamikleri de on yıllardır, bu ifadeye benzer bir nitelikteydi.

İster altı ister 12 isterse de 27 ülkeden oluşsun, diğer ülkeler yıllardır Fransa ve Almanya’nın sunduğu her tasarı üzerinde müşterek bir anlaşmaya varıyordu.

Ancak gelinen noktada, bu iki üye ülkenin hakimiyetindeki Avrupa modeli çatırdıyor.

Avrupa, uzun süredir çeşitli krizlerle karşı karşıya kalırken, dünyadaki güç persfektifi ise şekillenmeye devam ediyor.

Üç yıllık pandemi süreci ve ardından Ukrayna’da ortaya çıkan savaş, “öncelik ve önem” dengesinin değişmesi de dahil olmak üzere, AB’nin yeniden şekillenmesinde büyük rol oynadı.

Örnek olarak; bir zamanlar göz ardı edilen savunma ve Doğu’ya doğru genişleme gibi politikalar, artık öncelikli konuma geldi.

Çin’in yükselişi ve Amerika’da Trumpçılığın yeniden canlanma ihtimali, AB’nin ekonomik düzenlemelerini, ağırlıklı olarak devletçi Fransız çizgisinde tekrardan gözden geçirmesine neden oldu.

İklimle ilgili zorunluluklar, kolektif düzeyde eyleme geçmenin değerini pekiştirdi. Ayrıca Finlandiya’dan Fransa’ya aşırı sağcı popülistler, haziranda yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi güç kazanmaya devam ediyor.

Yakın döneme kadar Almanya lideri Angela Merkel, Avrupa Kıtası’nın da tartışmasız lideriydi. Almanya Şansölyesi olarak halefi Olaf Scholz ise Merkel’in çıkardığı liderlik gömleğini giyemedi.

Artık kendisi de başta olmak üzere, birçok kişi bu sorumluluğu Emmanuel Macron’un üstlenmesini beklerken Macron, ülkesinde giderek gerginleşen siyasi bir atmosferle karşı karşıya. Hatta bu sebeple 8 Ocak’ta, yeni bir başlangıç umuduyla başbakanını dahi görevden aldı.

Üstelik 2027 seçimlerinde aday olamayacak Macron’un “mağrur” tavırları, AB liderleri arasında çoğu zaman rahatsızlığa neden oluyor.

Yani Almanya ve Fransa ittifakı, Avrupa'da rakipsiz bir otorite gibi görünse de, gerçekler artık çok farklı.

Avrupa'da liderlik koltuğunun boşta olduğu şu günlerde, kimin önem arz ettiği de tamamıyla neyin tehlikede olduğuna bağlı.

Örnek olarak herkesin aklına gelen ilk konu olan, savunma ve güvenlik meselelerini ele alalım.

Rusya’nın Şubat 2022’deki Ukrayna işgali sonrası uzman çevreler, Avrupa'nın reaksiyon vermesi için bir Almanya liderliği bekliyordu. Ancak Almanya, Rus gazına çoktan bağımlı hale gelmiş durumdaydı. Ayrıca silahlı gücü o kadar yetersizdi ki Şansölye Scholz, bu konuda bir “dönüm noktasına” ihtiyaç olduğunu dile getirmekten çekinmedi.

Buna karşı, Polonya ve üç Baltık ülkesinin başını çektiği Orta Avrupa ülkeleri, Rusya’nın sebep olacağı tehlikelere dair yaptıkları uyarılar konusunda haklı çıkmış oldu.

Orta Avrupa ülkeleri, Avrupa’daki iki politika değişikliği üzerindeki etkisini hissettiriyor.

Birincisi, savunma harcamalarına yönelik ilk adım olan, Ukrayna’ya gönderilecek silahların parasının bizzat AB tarafından ödenmesi konusu, ikincisi ise AB’nin gündeminde olmayan bir genişleme politikası.

Nitekim Hırvatistan’ın 2013’teki AB üyeliğinden bu yana, birliğe yeni bir üyelik söz konusu olmamıştı. Şu an ise dokuz aday ülke, üyelik için müzakerelerin çeşitli aşamalarında yer alıyor.

Tabii ki en dikkat çeken ülke, Fransa ve Danimarka’nın ilk çekincelerine rağmen Orta Avrupa tarafından desteklenen Ukrayna.

AB liderleri, 14 Aralık’ta, Ukrayna için resmi katılım müzakerelerini başlatma kararı aldılar. Birlik 36 ülkeye ulaşırsa, birliğin ağırlık merkezi de kesinlikle Doğu’ya doğru kayacak. Diğer bir ifade ile, Orta Avrupalılar artık daha Batı’dan gelen fikirlere karşı çıkmak için yeterli ağırlığa sahip olacak.

Bunların başında, Macron’un öne sürdüğü “stratejik özerklik” kavramı geliyor. Bu şekil değiştiren kavram, Avrupa’nın diğer ülkelerden bağımsız bir şekilde hareket edebilmesini savunuyor.

Polonya ya da Slovakya’daki politikacılar ise NATO’nun ve dolayısıyla Amerika’nın sunduğu güvenlik teminatlarını çok daha ikna edici buluyor. Nitekim, Fransa’nın AB silahlı kuvvetlerine yaptığı, Avrupa menşeli askeri teçhizatın satın alınması yönündeki çağrılar da bu nedenle yeterli karşılığı bulmadı.

Diğer yandan Fransa, 2016’da AB’den ayrılma kararı alıp 2020’de fiilen birlikten ayrılan İngiltere’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyor. İngiltere, eğer birliğe üye olarak kalmaya devam etseydi, büyük bir istekle Fransa'nın fikirlerinin önüne geçebilirdi. Ancak İngiltere'nin yokluğunda bu görev; Danimarka, İrlanda, Hollanda gibi eski Kuzey Avrupalı müttefiklere ve Brüksel’deki komisyona kaldı.

AB’nin en üst düzeyinde daha şaşırtıcı bir eksik de artık Almanya. Olaf Scholz, Avrupa sahnesinde aktif bir rol alamıyor.

Yeşiller Partisi ve serbest piyasa liberallerinden oluşan çetrefilli koalisyon, ülkenin Brüksel’de uzlaşmaya varma kabiliyetine de zarar verdi. Brüksel’deki bir yetkili, Alman koalisyonunun AB içerisindeki tartışmalara kıyasla daha hantal kaldığını ifade ediyor ki bu hantallık da Almanya’ya nüfuz kaybettiriyor.

Diğer dengeler

Bu liderlik boşluğundan belki de en çok faydalanan, AB’nin Brüksel’deki merkezî kurumları oldu.

Alman asıllı Ursula von der Leyen’in idaresindeki AB’nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu, 2019’dan bu yana görülmemiş bir güce kavuştu. Ancak yapı, giderek artan bir şekilde siyasi ve jeopolitik meselelere de yönelmeye başladı.

Bu süreç, Covid-19’da üye ülke hükûmetlerinin komisyondan bloktaki aşı tedarikini denetlemesini talep etmeleriyle başladı.

Pandemi krizinin bir başka neticesi de “Next Generation EU” adıyla deklare edilen kurtarma fonuydu. Fon, 807 milyar Euro tutarında kredi ve ödenek içeriyordu. Fonun idaresinden komisyon sorumlu olduğu için ilgili tutarı da kendi önceliklerine mutabık bir şekilde yönlendirdi.

Komisyonun 2050’ye kadar karbon emisyonlarını net sıfıra indirme planı, buna iyi bir örnek. Brüksel’deki yetkililerin bu hususta, birçok ulusal politikacıdan katbekat hevesli ve hırslı olduğu açık. Nitekim politikacılar, Yeşil Gündem’in satın alma güçlerini zedeleyeceğinden endişelenen seçmene karşı politikayı savunmak zorunda.

Tüm bunlar federal bir Avrupa’nın yükselişinin ve bir Avrupa süper devletinin oluşumunun işareti mi acaba? Macaristan ve Polonya gibi ülkeler böyle düşünebilir ancak komisyon yetkilerinin de bir sınırı olduğu unutulmamalı.

Avrupa’da önümüzdeki günlerde yapılacak seçimlerin ardından tüm dikkatler, Avrupa güvenliğinin esas garantörü olan ve aynı zamanda Ukrayna’nın savaşına en büyük katkıyı sunan Amerika’nın seçimlerine yönelecek.

Buradan bir Trump zaferinin çıkması, Avrupa'daki ülkeleri şüphesiz dehşete düşürecektir.

Okyanus ötesinde kullanılacak oyların, Avrupa’nın geleceği için bu denli önem arz etmesi, kıtadaki iktidar yapısına dair geliştirilmesi gereken yığınla mesele olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Tartışma