The Nation: ABD’nin kurallara dayalı uluslararası düzeni yeniden düşünmeye neden ihtiyacı var?
Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Güney Afrika gibi ülkelerin ABD’ye omuz silkmesi şaşırtıcı değil.
ABD merkezli yayın organı The Nation’da Eli Clifton ve Amir Handjani tarafından kaleme alınan bir analiz yayınlandı. Söz konusu analizde ABD’nin küresel liderlik vasfını niçin yitirdiği ve uluslararası sistemin geleceği derinlemesine inceleniyor.
Amerikan hegemonyasına çeşitli aktörlerin itiraz ettiğinin dile getirildiği analizde, “Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Güney Afrika gibi ülkelerin ABD’ye omuz silkmesi şaşırtıcı değil.” ifadeleri yer alıyor.
İşte The Nation’da yayınlanan o analiz:
Son on yılda jeopolitik manzara, ABD’nin ayaklarının altından kaydı. ABD’nin dünyanın tartışmasız hegemonu olduğu tek kutuplu dönem; yani Soğuk Savaş sonrasındaki düzen sona erdi.
Otuz yıl sonra, doların küresel döviz rezervlerinin payının istikrarlı bir şekilde düştüğü, geleneksel Amerikan müttefiklerinin ABD’nin düşmanlarıyla ticaret anlaşmaları yaptığı ve yükselen Küresel Güney’in ticaret, kalkınma ve güvenlik için yeni kurallar aradığı görülüyor. ABD’nin mutlak hegemonyası, artık uzak bir anı.
Kuşkusuz, iki partili ABD siyasi sistemi, Afganistan’da kazanılamayacak bir savaşa girerek ve Irak’ta sonu gelmeyen bir savaş başlatarak ve ABD’nin borcunu %520 arttıran sorumsuz maliye politikaları uygulayarak tek kutuplu düzenin sona ermesine pervasızca yardım ve yataklık etti.
2000 yılından bu yana yaşanan sorunlar, 2008’deki mali krizle doruğa ulaştı. ABD’nin Avrupa’daki müttefiklerinin Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırılarını savuşturmaya yoğun bir şekilde dahil olduğu güncel konjonktürde Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Güney Afrika gibi aktörlerin ABD’ye omuz silkmesi şaşırtıcı değil.
Üstelik ABD’nin öncülük ettiği yaptırım rejimine rağmen Hindistan ve Çin gibi ülkeler, Rusya’yla çalışmaya devam ediyor ve Moskova’yı karşısına alacak adımlar atmaktan kaçınıyor. Beklenmedik bir şekilde olmasa da Küresel Güney’deki birçok ülke, yakın geçmişte benzer bir askeri maceracılığa girişen ABD’nin Rusya’yı pervasız bir işgal başlatmakla eleştirmesinin ikiyüzlülüğün zirvesi olduğuna inanıyor.
Rusya ve Çin gibi küresel güçler, etki alanlarını savunmak isteyen alalade ülkeler değil. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ulusal Güvenlik Konseyi eski çalışanı Fiona Hill Mayıs ayında yaptığı bir konuşmada şu uyarıda bulunmuştu:
Geleneksel olarak “orta güçler” veya “salıncak devletler” olarak kabul edilen diğer ülkeler, sözde dünyanın “geri kalanı”, ABD’yi farklı bir seviyeye indirmeye ve böylece küresel ilişkilerde daha fazla etkiye sahip olmaya çalışıyor. Neyin söylendiğine göre değil; çıkarlarına göre karar vermek istiyorlar. Kısacası 2023 itibarıyla ABD, küresel hakimiyetine karşı yankılanan bir “hayır” sesi işitiyor ve hegemonsuz bir dünya için belirgin bir iştah görüyoruz.
Açıkçası ABD’nin bazı acı gerçekleri sindirmesi gerekiyor. Öncelikle Washington, tüm müdahalelerini veya çatışmalara katılımını, “kurallara dayalı düzeni” savunmak şeklinde yanlış bir yöntemle tanımlamaya devam edemez. Örneğin Trump yönetimi, İsrail’in Golan Tepeleri’ni ilhakını tanıyarak uluslararası hukuka karşı geldi. İran’la imzalanan ve BMGK’nin onayladığı nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi.
Obama yönetimi, Libya ve Suriye’ye müdahale etti ve George W. Bush, BM’nin desteği olmaksızın Irak’ı işgal etti. Birçok ülke, ABD’nin hangi çatışmaları “kurallara dayalı düzeni” ihlal eden ve hangilerini ise etmeyen çatışmalar olarak nitelendirdiğini anlamaya çalışırken; “kural senin için ama benim için değil” mantığından rahatsız.
Dolayısıyla Washington, aktörlerin çıkarları Amerika’nın beklentileriyle uyumlu olmadığında, dostlarının ve müttefiklerinin dahi kendi yollarına gideceklerini kabullenmeli. Örneğin Suudi Arabistan ve İran, Çin’in arabuluculuğu vesilesiyle on yıldır devam eden düşmanlığı aştı.
Geçmişte Washington’un güvenlik garantilerine güvenen Basra Körfezi’ndeki birçok Arap ülkesi, ABD’yi dikkate almayarak Rusya’yla petrol ticareti yapıyor. ABD’nin “Hint-Pasifik”te Çin’i dengede tutacağına inandığı Hindistan, savaşın başlamasından bu yana Moskova’dan enerji ve silah ithalatını arttırdı. Brezilya, Arjantin, Güney Afrika ve diğer BRICS ülkeleri de de-dolarizasyon çabalarını destekleyerek ulusal para birimlerinde ticaret yapmak istiyor .
Gerçekten de ABD’nin sınır ötesi yaptırımları yaygın bir şekilde uygulamasıyla, Washington’un “kurallarından” ayrılmaya yönelik arayışlar da hız kazandı. Kuşkusuz küresel petrol rezervlerinin %40’ının ABD’nin yaptırımları altında olması, petrol üreticileri ve alıcıları üzerinde dolar dışı petrol satışlarına geçmeleri için muazzam bir baskı yaratıyor. Nitekim 2001’de dolar, küresel döviz rezervlerinin %73’ünü oluşturuyordu. Bu yıl ise %58. Yani %15'lik bir azalma var. Üstelik mesele, de-dolarizasyon çabalarıyla da bitmiyor.
ABD’nin çeşitli aktörlerle imzaladığı ikili anlaşmalara ve jeopolitik istikrara yönelik taahhütleri, olası Çin saldırısı karşısında Tayvan’ın savunulmasına ilişkin “stratejik belirsizliğin” giderilmesine dönük çağrılar arttıkça, yeni eleştirileri de beraberinde getiriyor. Önceki Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin geçen yaz Tayvan’a yaptığı ziyaret de Çin’i Güney Çin Denizi’nde daha agresif deniz manevraları gerçekleştirmeye yönlendirdi. Dahası bu süreç, ABD’nin 50 yıllık “Şanghay Bildirisi”ne ve 1972’den beri ABD-Çin ilişkilerinin temelini teşkil eden “Tek Çin Politikası”na dair taahhütlerine dair güvenilirliğini de tartışmaya açtı.
Söz konusu provokasyonlar, Çin’le ekonomik ilişkileri sonlandırma çağrılarıyla birleşiyor. Oysa Pekin, Washington’un en büyük tek ticaret ortağı ve her iki taraf da son 50 yılda angajmanı büyük ölçüde destekledi. Zaten bu durum, Pekin’in BMGK daimi üyeliğinin ve DTÖ’ye katılımının önünü açmıştı.
Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasındaki sıfır toplamlı rekabet, askeri rekabete dönüşürken; ABD’nin politikası da ters yüz oluyor. Tahmin edileceği üzere, bu sürecin kontrol altına alınmaması hem ABD hem de Çin için ciddi sonuçlar doğuracak. Elbette dünyanın geri kalanı için de. Dünyayı farklı ticaret ve teknoloji standartlarına sahip bloklara bölmek ve potansiyel bir askeri çatışmaya dönüşebilecek rekabete girmek hiç de rasyonel değil. Açıkçası bundan kaçınılması, tüm tarafların çıkarına.
Görüldüğü üzere dünyanın büyük bir kısmı, Rusya-Ukrayna Savaşı’nı kenardan izlemeyi, ekonomilerini dolardan arındırmayı ve ABD’yi ve onun kurduğu kurumları göz ardı etmeyi seçiyor. Buna rağmen Washington’daki karar alıcılar, işlerin her zamanki gibi yürümesini isteyebilir. BM gibi meşru kuralların kaynakları, burada araçsallaştırılabilir. Fakat bunun da gerek Washington gerekse de BM açısından feci sonuçları olabilir. Yani ABD, beyhude eylemlerde bulunabilir.
Dahası Ukrayna’daki savaşın yanı sıra iklim değişikliği, yapay zeka ve gelişmekte olan diğer teknolojiler de dünya için çeşitli tehditler yaratabilir. Ancak her şeye rağmen ABD, hala küresel bir lider. Bu yüzden de mevcut kurumları kullanarak, yeni kurumlar inşa ederek ve yeni anlaşmalar imzalayarak çok taraflılığa dayalı bir biçimde sistem içerisinde görev paylaşımı yapılabilmesini kabullenebilir. Bir diğer ifadeyle Beyaz Saray, dünyayı uygun bulduğu biçimde “denetlemeyi” bırakıp; kritik sorunların çözümünde aktörleri bir araya getirerek katılımcılığı teşvik etmek suretiyle ayrıcalıklı bir konum elde edebilir.
Neticede “kurallara dayalı uluslararası düzen” geri dönüşü olmayan bir düşüş içinde. ABD’nin kabullenmesi gereken ise bu gerçeği içselleştirerek daha kapsayıcı bir siyasi ve ekonomik düzene geçişe kapı aralamak.