ABD seçimlerinin ilk kıssadan hisseleri
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçimler yalnızca Beyaz Saray için Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın tercih edilmesiyle sonuçlanmadı. Senato da Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolüne geçerken, bu yazının yazıldığı 6 Kasım sabah 09.30 itibarıyla Temsilciler Meclisi’nin 435 koltuğu için verilen mücadelede de yarışı Cumhuriyetçiler önde götürmekte. Dahası Donald Trump, sonuca etkisi olmasa da ülke genelindeki toplam oyda da önde görünüyor.
Peki ABD’deki 80 medya kuruluşu Kamala Harris’i, yalnızca 10 medya kuruluşu ise Donald Trump’ı desteklerken bu sonuca nasıl gelindi?
1 Kasım Cuma günü TRT Haber’de yaptığım değerlendirmede basında paylaşılan çok sayıda manipülatif anketin aksine, sonuçlarda belirleyici olacak, salıncak eyalet tabir edilen, seçmenlerinin her seçimde oy tercihlerini değiştirebildikleri 7 eyalette ( Nevada, Wisconsin, Michigan, Pensilvanya, Georgia, Arizona, Kuzey Karolayna ) Trump’ın önde olduğunu ifade etmiştim.
Kamala Harris'in paraşütle indiği başkan adaylığı
Gelinen noktayı değerlendirmeye önce Kamala Harris ile başlayalım. Harris, 2020 yılı seçimlerinde de aday olmayı planlamıştı. Ancak henüz 2019 yılının Aralık ayında, bağışçılardan yeterli desteği bulamayacağını anlayınca kendi partisi içerisinde ön seçime dahi girmeden bu sevdadan vazgeçti. Ne var ki, Demokrat Parti’ye hakim olan “Obama Çizgisi”, “siyah bir kadının” başkanlığı konusunda kesin kararını vermişti.
Biden başkan seçildikten sonra yardımcısı olarak Beyaz Saray’a sokulan Kamala Harris, geride kalan 3 buçuk yıl boyunca kayda değer hiçbir varlık göstermedi. Dış politika konusunda ne düşündüğüne dair fikri olan yoktu. 2023 yılına gelindiğinde Kamala Harris’in Demokrat Parti içerisinde yeniden bir yarışa girmesinin mümkün olmadığı ortadaydı. Bu nedenle olsa gerek yeniden başkan adayı olarak belirlendikten sonra oluşturulan baskıyla Biden’ın adaylıktan çekilmesi sağlandı ve Harris böylece parti içi bir sınamaya girmeye mecbur kalmadan başkan adaylığına paraşütle indirildi. Ne kadar demokratik bir tercih değil mi?
Demokrat Parti işçi sınıfı yerine pop müzik kraliçelerinden destek aradı
5 Kasım günü seçim sonucunu belirleyen nedir diye soracak olursanız, burada farkı yaratan asli unsurlardan biri kanaatimce Boeing uçak fabrikası işçilerinin ve liman işçilerinin seçimden 5 ay kadar önce başlattıkları eylem süreciydi. Her iki tarafta ABD tarihinin en büyük grevleri düzenlenmek üzereydi. Ancak seçimden 1 ay önce sağlanan geçici anlaşmalarla bu grevler ertelendi. Lakin bu işçi eylemleri sırasında yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan talepler bir noktaya kesin olarak işaret etmekteydi. ABD işçi sınıfı ve sendikalar, Demokrat Parti’nin geride kalan 4 yıllık yönetiminde hayal kırıklığına uğramışlardı ve yeni bir Demokrat Parti yönetiminden de umutlu değillerdi.
Yani Kamala Harris’in, işçi sınıfı ve sendikalar yerine Hollywood’u, pop müzik kraliçelerini ve manipülatif anket şirketlerini dinlemeyi tercih etmesi mağlubiyetini hazırlayan sebeplerin başında geldi.
Hispanikler, siyahlar ve kadınlar Kamala Harris'i tercih etmedi
Seçim sonuçlarında belirleyici olan ikinci faktör ise popülist siyasetin tırmanışta olduğu ülkelerdeki pek çok siyasetçi için uyarı niteliğinde. Hiçbir toplum sınıfının ya da sosyal grubun oylarının blok halde cepte olmadığı, ekonominin belirleyici olduğu gerçeği.
Düzensiz göçmenlere karşı olan Trump, ülkenin en büyük göçmen grubu Hispaniklerin oylarını aldı. Teksas’ta nüfusunun yüzde 97’si Hispanik olan ve 130 yıldır Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Starr County’de 16 puan farkla Trump kazandı. Yine Kuzey Karolayna’da nüfusunun yüzde 40’ını siyahların oluşturduğu ve Amerikan İç Savaşı’ndan bu yana (1861-1865) Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Anson County’de zafer yine Trump’ın oldu. Keza kadın seçmenlerin oyları da zannedildiği gibi Kamala Harris’e akmadı. Sahayı ve sosyolojiyi okumak yerine temennilerinin peşine takılan Demokratlar, gerçekleri göremediler.
ABD’de 2024 yılı seçimleri her yönüyle uluslararası toplum için dersler içeriyor. Seçimlerin yalnızca sosyal medya ya da popüler kültür figürleri üzerinden kazanılamayacağı bir kez daha tescil edilmiş oldu. Bilmem anlaşılıyor mu?
Devamını Oku
06 Kasım 2024 Çarşamba - 11:01
7 Ekim'in karanlıkta kalan bilmecesi
Hizbullah’a telsiz ve çağrı cihazı üretecek kadar sofistike operasyonlar yürütebilen İsrail istihbaratı, Aksa Tufanı Operasyonunun hazırlıklarını tespit eden Birim 414’ün 21 kadın askerini, Netanyahu’nun ihtirasları uğruna harcadı mı?
İsrail’in Hamas’ı bitirme bahanesiyle Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırı birinci yılını geride bırakırken, meselenin özünde Ortadoğu’da yeni haritalar, yeni sınırlar çizmek olduğu gerçeği kendisini ayan beyan belli ediyor.
İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün öncülüğünde G-7 ülkelerinin desteği ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’un koordinasyonunda yürütülen saldırı süreci Beyrut kapılarına dayandı. Suriye’nin Şam, Hama, Humus kentleri mütemadiyen vurulurken, ABD ve İngiltere İsrail’i Yemen ve Irak’tan gelen füze saldırılarına karşı savunmakla kalmıyor, İsrail yerine buradaki tehditlere saldırılar da düzenliyor.
ABD basınına göre yalnızca Washington yönetiminin İsrail’e akıttığı askeri yardımın miktarı 22-23 milyar doları buldu. Bir yılda temin edilen ayni ve nakdi yardım, 1970’lerde bugünkü şeklini alan ABD-İsrail ilişkileri tarihinde bir rekor.
Hizbullah'a iletişim cihazı tedarik eden Mossad, Aksa Tufanı'nı nasıl göremedi?
Son bir yıldaki sürecin önemli kırılma noktalarından biri 17 Eylül’de Hizbullah ile İran Devrim Muhafızlarının kullandıkları çağrı cihazlarının ve hemen ertesi gün 18 Eylül’de telsizlerin patlatılmasıydı. Washington Post’un ulaştığı bilgilere göre İsrail’in 10 yıldır yürüttüğü operasyonda telsizler ve ardından çağrı cihazları, İsrail gizli servisi Mossad’ın gözetiminde İsrail’de üretildiler.
Macaristan’da kurulan bir paravan şirket vasıtasıyla cihazların pazarlaması, Bulgaristan’da kurulan bir başka paravan şirket aracılığıyla ise nakliye gerçekleştirildi. Tüm bu sürecin yönetiminde ise Norveç pasaportu sahibi muhtemel bir Mossad ajanı yer almakta ki kendisi normal olarak şu anda sırra kadem basmış durumda.
İsrail, bu cihazları yalnızca birer ölüm tuzağına çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda bu cihazları takip amaçlı kullanarak İran-Lübnan arasındaki Hizbullah milisleri ile İran Devrim Muhafızlarının tüm hareketlerini, silah sevkiyat yolları ve depolarını da haritalandırdı. Hasan Nasrallah dahil Hizbullah’ın yönetim şemasındaki isimlerin yüzde 99’unun geride kalan 23 gün ortadan kaldırılması, insan istihbaratının yanısıra sinyal istihbaratı aracılığıyla mümkün oldu.
Şimdi İsrail, bu cihazlar vasıtasıyla tesis ettiği üstünlüğü bir efsaneye dönüştürmeye çalışıyor. Peki o zaman biz de şu soruları soralım:
- Bu denli sofistike ve yıllara yayılan, Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş coğrafyayı kapsayan operasyonu yürüten bir ülke nasıl oldu da burnunun dibinde hazırlanan “Aksa Tufanı Operasyonu”nu görmedi?
- Ya da İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün Ortadoğu haritasını değiştirmek için “Aksa Tufanı Operasyonu” gibi bir gerekçeye mi ihtiyaçları vardı?
- Hatta hem Hamas hem de Hizbullah içerisine sızdırdıkları muhbirleri vasıtasıyla bu operasyon için iki örgütün lider kadrolarını kışkırtmış olabilirler mi?
İsrail Ordusunda Birim 414'e mensup 21 kadın asker harcandı mı?
Fransız gazeteci Sacha Perrin’in Paris Match dergisi için 7 Ekim’in birinci yıldönümü için hazırladığı dosya haber, yukarıdaki soruları meşru kılıyor. Perrin hazırladığı dosya haberde, “Aksa Tufanı Operasyonu”nda Hamas’ın ilk hedefi olan Nahal Oz yerleşimini koruyan İsrail askeri üssündeki, gözetleme ve istihbarattan sorumlu 26 kadın askerin akıbetini sorguluyor.
Perrin’e göre, bu kadın askerlerin 2023 yılının Mayıs ayından bu yana Gazze’deki direniş gruplarının saldırıya hazırlandıklarına dair yaptıkları uyarılar İsrail ordusunun komuta kademesi tarafından dikkate alınmadı.
Nahal Oz’daki Roni Üssü, Gazze’deki direniş gruplarının 7 Ekim sabah saat 06.20’deki roket saldırılarının bitmesinden 3 dakika sonra saldırıya uğradı. Bu üste İsrail ordusunun “Birim 414” adı verilen unsurları bulunuyordu. Mensupları silah taşımayan “Birim 414”’ün görevi, balonlara yerleştirilmiş kameralar ve diğer elektronik sistemlerle güvenlik çiti çevresindeki gelişmeleri gözlemekti. 26 kadın asker, 7 Ekim öncesindeki 5 ay boyunca defalarca güvenlik çiti çevresinde sıra dışı gelişmelere şahit oldular ve bunları rapor ettiler.
Hazırladıkları raporlara göre Gazze sınırlarını aşacak ve daha önce benzeri görülmemiş bir saldırı kaçınılmazdı. Ancak bu raporlara dair muhataplarından ve komutanlarından sağlıklı bir geri dönüş alamadılar. Roni Üssü’nü hedef alan saldırıda 26 kadın askerden 15’i öldürüldü, 6’sı esir düştü, 4’ü kaçmayı başarabildi.
Esir düşenlerden biri de daha sonra Gazze’de hayatını kaybetti. İsrail 7 Ekim günü Nahar Oz ve çevresinde 331 askerini ve 61 polisini yitirdi. Yalnızca Roni Üssü’nde ölenlerin sayısı 45 olarak kayda geçti. Sürecin dikkat çeken yanlarından biri ilk İsrail saldırı helikopterinin Roni Üssü ve Nahar Oz’a, saldırı başladıktan 2 saat 22 dakika sonra ulaşmış olmasıydı.
Üsse 12 defa ateş açan saldırı helikopterinin bu esnada Hamas milisleri ile İsrail askerlerini ayırt edip edemediği, helikopter saldırısında ölen İsrail askeri olup olmadığı bilinmiyor. Saat 09.45’teki helikopter saldırısını takiben 7 İsrail askeri Roni Üssü’nden çıkmayı başararak koşarak uzaklaşmaya çalıştı.
Bu gruptan hayatta kalan tek askerin ifadesine göre, bir keskin nişancı kaçan gruptaki diğer 6 askeri başlarından vurarak öldürdü. İfadelerin ayrıntılarına inildiğinde sadece Hamas’ın değil, başka birilerinin de “Aksa Tufanı Operasyonunun” hazırlıklarını izleyen Roni Üssü’nden kimsenin sağ çıkmasını istemediği sonucuna ulaşabilir.
İsrail ordusunun takviye güçleri ancak 7 Ekim akşam saatlerine kadar Nahar Oz ve Roni Üssü’ndeki askerlere ya da onlardan geriye kalanlara ulaşabiliyor. İsrail’de Netanyahu hükümetine muhalif basın ucundan kıyısından elde ettiği bilgilerle 7 Ekim’in bu karanlık noktasına ışık tutmak için çabasını sürdürüyor.
Ancak 1 yılın ardından elde edilen bulgular, İsrail’in bugün bölgede yürüttüğü saldırıları için “Aksa Tufanı Operasyonu”na ihtiyaç duyduğu ihtimalini güçlendirir nitelikte. Dolayısıyla Roni Üssü’ndeki istihbarat görevinde bulunan ve yaşanacakları öngören 21 kadın askerin Netanyahu’nun hedefleri uğruna harcandığı kanısı güçleniyor.
Devamını Oku
10 Ekim 2024 Perşembe - 12:26
Hammaddeden üretime yerlilik ve millilik dersi
Tarihçiler bir gün İsrail’in Hizbullah’ı nasıl ortadan kaldırdığına dair kitap yazacak olursa, muhtemelen kitap savaş alanında kazanılan başarıdan ziyade, istihbarat-fabrika-lojistik üçgenindeki organizasyonun ustalıkla işletilmesini anlatacak.
İsrail, Hizbullah’a paravan şirketler aracılığıyla temin ettiği çağrı cihazları ve telsizler aracılığıyla tüm dünyaya hammaddeden başlayıp teknoloji geliştirme, üretim, tedarik zincirini kontrol ve lojistik alanlarında yerli ve millilik dersi verdi.
Malum olduğu üzere hasmın verdiği ders kadar değerlisi, maliyeti yüksek olsa da, kolay kolay bulunmaz.
Hizbullah'ın 17-27 Eylül tarihleri arasında 10 günde yaşadığı çöküş yalnızca tarafların askeri kabiliyetleri arasındaki orantısızlıkla izah edilemez. İsrail ordusu ve istihbarat yapısı, bu çöküşü iki ülke arasındaki fiziki sınırı karadan aşarak gerçekleştirmedi.
Teknoloji ve siber boyutta planladığı ticari bir girişimcilik örneğiyle en zor engeli aştı. Konvansiyonel silahlarının kapasitesine güvenen Hizbullah, teknoloji-hammadde- tedarik ve lojistik kabiliyetlerinin yetersizliğine mağlup oldu.
Topyekün harpte 1935'ten 2024'e
Alman Generali Erich Ludendorff 1935 yılında yayımladığı “Der Totale Krieg-Topyekün Harp” adlı eserinde, savaşın artık cephe hatlarından ibaret olmadığını, cephe gerisinin ve ülkelerin gerek endüstriyel üretim gerek gıda güvenliği kapasitelerinin de savaşın sonucu açısından belirleyici olduğuna işaret etmişti.
Bu yaklaşım, 2023-2024 yıllarında Rusya-Ukrayna Savaşı’nda enerji tesislerini hedef alan saldırılar ışığında yeni bir boyut atlamışken, İsrail’in Hizbullah’ın iletişim sistemini kaynağından ele geçirmesiyle de dönüm noktası teşkil etti. 17 Eylül’den itibaren olayların gelişimi, İsrail’in tedarik zincirine müdahale etmek bir yana, Hizbullah’a temin ettiği çağrı cihazları ve telsizleri bizzat ürettiğini, dahası bu cihazları yalnızca patlayıcı ile değil, takip sistemleri ile donattığını gösteriyor.
Ve muhtemeldir ki Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları kendi elleriyle temin ettikleri sinyal istihbaratıyla, Levander ve Habsora yapay zeka sistemlerini kullanan İsrail’e tüm karargahlarının, silah depolarının, lojistik hatlarının haritalarını da teslim etmiş oldu.
İsrail’in Microsoft, Google ve Amazon’dan temin ettiği bulut teknolojisi ile neredeyse sonsuz veri depolama imkanı elde ettiği de dikkate alınırsa, en az 5 ay boyunca kullanılan 5 binden fazla telsiz ve çağrı cihazın temin ettiği verilerin takibinin de sorun olmadığı söylenebilir.
Batı dünyası da "yerli ve milli" oluyor
Hizbullah’ın içerisine düştüğü teknolojik açmaza kafa yorarken “gdh defence” kanalında geçen hafta Sadık Can Gençer imzasıyla yayımlanan bir haber dikkatimi çekti. Habere göre İngiliz hükümeti, savaş uçakları da dahil olmak üzere askeri teknolojide kullanılan galyum arsenit yarı iletkenlerinin yerli üretimini güvence altına almak için, ABD şirketi Coherent’in, İngiltere’nin kuzeyinde işlettiği Newton Aycliffe’deki fabrikasını satın almış.
Bu münferit bir eylem değil. Uluslararası toplum günümüz teknolojisi için vazgeçilmez hale gelen yarı iletkenler ve nadir toprak elementleri alanında bağımlı hale gelmekten kaçınmanın yollarını arıyorlar. Özellikle ABD ve Batı Avrupa ülkeleri yarı iletkenlere erişim ve üretim süreçlerini Uzakdoğu ülkelerinden ayrıştırmanın peşindeler.
Bu ülkeler Covid19 salgını sırasında basit cerrahi maske üretimi kabiliyetleri dahi olmadığı gerçeği ile yüzleşmişlerdi. Birinci Soğuk Savaş’ın bitimiyle yersiz bir şekilde ilan edilen küreselleşmenin zaferiyle ülkeler arasında artacak karşılıklı bağımlılığın işbirliği ve barışı tahkim edeceği rüyası da son bulmuş oldu.
Mineral Güvenliği Ortaklığı'ndan haberiniz var mı?
Nitekim 24 Eylül’de Financial Times gazetesinde yayımlanan bir haber bu yeni mücadele alanının ulaştığı noktaya dair ilginç bilgiler içeriyordu.
“The Mineral Security Partnership – Mineral Güvenliği Ortaklığı” adlı uluslararası organizasyon Tanzanya’da Avustralya madencilik şirketi BHP tarafından işletilen bir nikel madeninin ayakta kalması için finansal destek sağlanmasını kararlaştırmış.
Avrupa Komisyonu da dahil olmak üzere 14 üyesi bulunan MSP’nin amacı Çin Halk Cumhuriyetinin yüzde 90’ını elinde tuttuğu nadir toprak elementleri pazarının güvenliğini sağlamak. Çin Halk Cumhuriyeti şirketleri, elektrikli araçlar için pil üretiminde kullanılan kobalt, nikel, lityum ve diğer minerallerin pazarının da yarıdan fazlasını ellerinde tutuyorlar.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın öncülüğünde hareket eden “Mineral Security Partnership”in üyelerinin kim olduğu da sözkonusu bakanlığın internet sayfasında şu şekilde sıralanmış: ABD, Almanya, Avustralya, Birleşik Krallık, Estonya, Finlandiya, Fransa, Güney Kore, Hindistan, İtalya, İsveç, Japonya, Kanada ve Avrupa Komisyonu. İsrail’e Gazze saldırısı için yeşil ışık yakan ve silah temin eden G-7 ülkelerinin tamamının MSP içerisinde yer alması tabii ki sürpriz sayılmamalı.
ABD Ticaret Bakanlığı: Çin malı otonom araçlar ulusal güvenlik tehdidi
MSP’nin Tanzanya planlarını içeren haberle beraber 24 Eylül günü Financial Times’ta jeopolitik mücadelenin teknoloji ve ticaret alanına yansımasına dair bir ilginç haber daha vardı. ABD Ticaret Bakanlığı, Çin malı yazılım ve donanım kullanan internete bağlanma kapasitesi olan Çin Halk Cumhuriyeti üretimi araçların yasaklanmasını talep etmiş.
Gerekçe ise bu araçların ABD vatandaşları ile ABD’nin alt yapısı hakkında bilgi toplama amaçlı kullanılabilecekleri. Dahası ABD Ticaret Bakanlığı’na göre Çin malı araçların uzaktan manipüle edilerek saldırı ve sabotaj amaçlı kullanılma ihtimalleri var ve ulusal güvenlik riski oluşturuyorlar. Geride bıraktığımız Eylül ayında çağrı cihazları ile başlayan ve otonom elektrikli araçlara uzanan bu tehditler zinciri sayesinde “yerlilik ve millilik” meselesini daha derinlemesine ele almak gerekiyor.
Devamını Oku
30 Eylül 2024 Pazartesi - 09:55
İletişimin silah olduğu gün
Gazze Şeridi’ne yönelik işgal politikasını Batı Şeria’ya taşıyan İsrail’in Lübnan ve Suriye topraklarına yönelik girişeceği saldırının eli kulağında.
30 Temmuz günü Hizbullah’ın iki numaralı ismi Fuad Şükür’ün örgütün iletişim sistemine sızılarak elde edilen bilgiyle Beyrut’taki evinde öldürülmesi ve 25 Ağustos sabah 05’te misilleme saldırısına hazırlanan Hizbullah’ın ateşlenmeye hazır tüm füze, roket ve dronlarının yok edilmesinin ardından hangi hamlenin geleceğini merak ediyorduk.
Bu sorunun cevabı 17 Eylül Salı günü Lübnan yerel saatiyle 15.30’da geldi. Hamleyi yapan yine İsrail oldu.
Yalnızca Lübnan’da değil Suriye’de ve belki de İran’da mesaj alarmı veren çağrı cihazlarını ellerine alan binlerce Hizbullah mensubu ve sivil eş zamanlı patlamalara maruz kaldı. 11 kişi hayatını kaybederken, 500’ü ağır yaklaşık 4 bin kişi yaralandı.
Hizbullah’ın insan kaynağının yaklaşık yüzde 10’u parmaklarını ya da görme yetilerini yitirmelerine yol açan yaralanmalara maruz kaldı.
Öldürücü tedarik zinciri
İlk tespitler İsrail gizli servisinin, daha güvenli olduğu fikriyle çağrı cihazı kullanmaya yönelen Hizbullah’ın siparişinin tedarik zincirine sızdığı yönünde. Patlayıcı eklenmiş lityum pillerini üretim ya da nakliye aşamasında cihazlara yerleştiren İsrail, teslimattan 5 ay sonra hazırladığı planın son aşamasını hayata geçirdi.
Bu vakadan çıkarılması gereken sonuçlardan biri İsrail’in bu yöntemle yalnızca Hizbullah’ın iletişimini takip etmekle ya da cihazları silaha dönüştürmekle kalmadığı olmalı. Büyük bir ihtimalle çağrı cihazlarının sinyallerini takip eden Mossad, uydulardan elde ettiği görüntülerin de yardımıyla Hizbullah-İran silah lojistik bağlantılarının tüm haritalarını elde etti.
İran hangi yollardan Hizbullah’a silah temin ediyor, bu silahlar nerelerde depolanıyor, tüm bu soruların yanıtları İsrail’in eline geçti. Nitekim 25 Ağustos’taki Hizbullah saldırısının roketler ateşlenmeden 15 dakika önce hava saldırılarıyla akamete uğratılmasının bu cihazlardan alınan sinyallerin takibi sayesinde mümkün olduğunu düşünmek için yeterince kanıt var.
8 Eylül’ü 9 Eylül’e bağlayan gece Suriye’nin Misyaf kasabasındaki dağlık bölgeye gizlenmiş füze tesislerine yapılan İsrail baskınında da muhtemeldir ki çağrı cihazlarından elde edilen istihbarat önemli rol oynamış oldu. İran ve Hizbullah’ın, hareket tarzları, lojistik kabiliyetleri, silah kapasiteleri ile ilgili tüm bilgileri kendi elleriyle İsrail’e teslim ettikleri anlaşılıyor.
Günümüzde uydulardan da elde edilen görsel bilgiler eşliğinde tüm bu verileri yapay zeka ortamında bir araya getirerek tehditleri belirlemek artık sıradan bir vaka olmalı.
Burada sorulması gereken en önemli soru ya da sorular ise şunlar olmalı: İsrail yıllarca faydalanabileceği böyle verimli bir istihbarat kaynağını neden ifşa etme gereği duydu? Yerine başka bir şey koyma ihtimali olmadan İsrail bu bilgi kaynağından vazgeçmiş olabilir mi?
Enigma'nın sırrı savaşın kaderini belirledi
İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde Nazi Almanya’sının en önemli silahlarından biri Enigma şifreli haberleşme cihazı idi.
Cihazdaki kodlama sistemini çözmek için İngiltere 1932 yılından itibaren seçkin matematikçileri seferber etmiş ancak cihazın karmaşıklığı ve düzenli olarak şifrelemeyi değiştiren yapısı nedeniyle başarıya ulaşamamıştı. Bu çaba ilk ilkel bilgisayarların ortaya çıkmasına da vesile olmuş ancak özellikle Alman denizaltı saldırılarının organize edilmesinde kullanılan Enigma bir türlü mağlup edilememişti.
Ta ki 1942 yılının 30 Ekim günü Akdeniz’de İngiliz donanması ve hava kuvvetleri Alman denizaltısı U-559’u ele geçirinceye kadar. İngiliz hava ve deniz unsurlarının eş zamanlı saldırısı altında dalma imkanı bulamayan denizaltının mürettebatı, Enigma cihazını da imha etmeye fırsat bulamadı.
İngiliz istihbaratı savaşın sonuna kadar U-559’un ele geçirildiğini dolayısıyla ellerinde bir Enigma cihazı olduğunu Almanlara belli etmemek için büyük çaba harcadı. Almanlar belki şüphelendiler ancak Enigma cihazlarının müttefiklerin eline geçtiğini anlamış olsalar da artık geç kalmışlardı. İngilizler ele geçirdikleri bu “değerin” ifşa olmaması için oyunu çok dikkatli oynadılar.
Enigma tecrübesi ışığından bakıldığında İsrail’in çağrı cihazlarını silaha dönüştürme kararında iki faktörün rol oynamış olması muhtemel.
Birinci ihtimal, Hizbullah her hamlesinin bu kadar kesin bir şekilde önlenmesi nedeniyle iletişim sistemlerindeki açığı bulmak için harekete geçmişti ve çağrı cihazları da pek yakında incelenecek ve durum ortaya çıkacaktı. Nitekim Lübnan güvenlik kaynaklarına göre İsrail bu cihazları, Hizbullah ile kapsamlı bir savaşa girdiğinde patlatmayı planlıyordu ancak artan şüpheler bu hamlenin erkene alınmasına yol açtı.
Diğer ihtimal ise Netanyahu ve hükümetinin Lübnan ile savaşı bir an önce başlatma ihtiyacı. ABD’deki başkanlık seçimi öncesinde Washington’a hakim olan başıboşluktan yararlanmak isteyen Netanyahu’nun savaşı İran’a kadar dayatma planlarını bir an önce yürürlüğe koyması gerekiyor. Aksi halde Gazze’de mutlak zafer kazanamayan Netanyahu ve radikal hükümet ortaklarının koltuklarını korumaları daha uzun süre mümkün olamayacak.
1980’li yıllarda Pakistan’ın nükleer programını akamete uğratmak için İsviçre ve Almanya’daki firmaları bombalamaktan çekinmeyen, Pakistan’dan Libya’ya yollanan uranyum zenginleştirme amaçlı santrifüjlere gemide sabotaj düzenleyen İsrail, tüm dünyaya teknolojide “yerli ve milli” olma dersi veriyor. Ve bu ders yalnızca ürünün ulaştığı son noktada değil, tedarik zincirlerinin tümünü kapsayacak bir boyut içeriyor.
Devamını Oku
18 Eylül 2024 Çarşamba - 08:45
1979 paradigmasına veda: ABD-İsrail neyin karşılığında duracak?
İsrail’in Gazze’ye 11 aydır devam eden saldırısının, 363 kilometre karelik toprak parçası ve kıyılarındaki enerji kaynaklarını ele geçirme hedefiyle sınırlı olmadığını artık anladık. Peki hedefin tamamındaki “büyük resmin” unsurlarını tam olarak ne oluşturuyor? Amerika Birleşik Devletleri-İsrail ikilisinin Filistin halkını kıyımdan geçirmesini başlatan 7 Ekim’deki Hamas saldırısının üzerinde de yakın gelecekte durmak gerekecek.
Acaba kim Hamas’ı, yüzlerce İsrailliyi esir alırlarsa Netanyahu’nun müzakere masasına oturacağına ikna etti? 2021 yılının Mayıs ayındaki Gazze saldırısı ile bugünlerin provasını yaptığı anlaşılan İsrail’in, son 2 ayda Beyrut, Gazze ve İran’daki suikast operasyonlarına dair bilgilere bakarak, Hamas’ın da içerisine sızmış olması ve 7 Ekim operasyonuna kışkırtılmış olması ihtimali bulunabilir mi?
Çünkü 1 yıl geride kalırken gelinen nokta tamamıyla ABD-İsrail çıkarlarına hizmet edecek bir sürece dönüştü. Bu soruların yanıtlarını aramak için önce 1992 yılına Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla Demirperde’nin doğusunun çöküşüne dönelim. Bu gelişmenin ardından ABD ve Batı Avrupa ve Kanada üzerindeki Sovyet nükleer tehdidinin ortadan kalkması, küresel barışın tesis olacağı yanılgısını yarattı.
Oysa kısa süre içerisinde ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu ve Afrika’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirlenmiş sınırlardan memnun olmadıkları anlaşıldı. Yugoslavya’nın un ufak edilmesi ve Irak’ın Kuveyt üzerinden tuzağa düşürülerek Ortadoğu’daki ABD askeri yığınağının artırılmasının yolunun açılması ilk hamlelerdi.
Küresel terörle mücadele adı altında Irak ve Afganistan’ın işgalinin ardından Arap Baharı eliyle yürütülen istikrarsızlaştırma operasyonlarının, bugün Gazze üzerinden İran’ı hedefleyen yeni bir savaş ve işgal sürecine dönüştüğü görülüyor. Bu hedefe ulaşmanın ve Ortadoğu’da kapsamlı bir sınır değişikliğini sağlamanın yolu ise, yine ABD ile İran’ın Birinci Soğuk Savaş sırasında 1979 yılında tesis ettikleri paradigmanın son bulmasından geçiyor.
Humeyni'nin İran'a dönüşü ve Enver Sedat'ın İsrail ile anlaşması Ortadoğu'da bugünkü güç dengelerini belirledi
Ortadoğu 1978 yılında başlayıp 1979 yılında tamamlanan iki ayrı süreç ile bugünkü güç dengelerini şekillendiren gelişmelere şahit oldu. Bunlardan ilki 7 Ocak 1978’de Şah Rıza Pehlevi’nin ailesi ile beraber İran’ı terk etmesi ve 11 Şubat 1979’da Ayetullah Humeyni’nin sürgünden Tahran’a dönerek yönetimi devralmasıydı.
Şah’ın devrilmesi ABD’nin yalnızca dünya enerji piyasası üzerindeki kontrolünü kaybetmesine yol açmadı. İsrail’in güvenliğini temin etmek için güvendiği bir sacayağını da yitirdi. Ki bu sacayağı ABD tarafından dönemin en gelişmiş silah sistemleriyle donatılmışken, ABD’yi “şeytan” olarak niteleyen bir rejimin eline geçti.
Eş zamanlı olarak yaşanan bir diğer gelişme ise yine İsrail’in güvenliği ile yakından ilgiliydi. ABD, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ve İsrail Başbakanı Menahem Begin’i Camp David barış sürecinin işlemesine ikna etti. İlk adım 17 Eylül 1978’de anlaşmanın Ortadoğu-Filistin boyutuna ilişkin imzaların atılmasıyla hayata geçti.
Anlaşmanın bağımsız bir Filistin devleti yerine Batı Şeria ve Gazze’ye özerklik tanıyan maddeleri eleştirilere hedef oldu. Birleşmiş Milletler hem kendisi hem de Filistin Kurtuluş Örgütü bu anlaşmaya dahil edilmediği için imzalanan belgeyi onaylamadı. Ancak bu itirazlar ABD’nin çalışmalarını durdurmadı. 26 Mart 1979’da Mısır ile İsrail arasında barışı sağlayan ikinci anlaşma imzalandı.
Mısır bu imza ile Filistin davasını artık ABD-İsrail ikilisinin merhametine terk ediyordu. Nitekim Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat bu imzanın bedelini 6 Ekim 1981’de, Kahire’deki bir geçit töreninde kendi ordusunun mensuplarının düzenlediği spektaküler bir suikastla ödedi.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman da günümüzde, ABD’nin İsrail-Suudi Arabistan ilişkilerinin normalleştirilmesine ilişkin baskılarına, sonunun Enver Sedat’a benzemesini istemediği gerekçesiyle direniyor. Camp David Anlaşması’nın Mısır açısından en büyük kazancı Sina Yarımadası’nı geri almasıydı.
İsrail'in genişlemesi için Camp David'in yarattığı şartlar ve İran'daki rejim ortadan kalkmalı
1992-1995 yıllarında imzalanan Oslo Anlaşmaları’nı ortadan kaldıran ABD-İsrail ikilisi, şimdi de Ortadoğu’daki mevcut düzen ve dengeyi belirlemiş olan Camp David Anlaşmalarını ortadan kaldırmayı ve gerek Mısır gerekse Filistin için tesis edilmiş paradigmayı yıkmanın arayışındalar.
Bu hamlenin diğer kanadı ise Ayetullah Humeyni ile takipçilerinin 1979’da önce İran’da ardından “Şii Hilali”ni oluşturan ülkelerdeki uzantıları ile inşa ettikleri etkiyi ortadan kaldırmak. “1979 Paradigması”nın imha edilmesi halinde yerine ne konacağına dair elimizdeki tek fikir, İsrail’in sınırı nereye varacağı bilinmeyen topraklarını genişletme hamlesi olacak.
1967 ve 1973’te işgal ettiği topraklar üzerinde savunma savaşı verdiğini iddia eden İsrail bugün saldırıya geçmiş durumda. ABD ise Ortadoğu’daki askeri gücünü azaltmak bir yana artırmak için her fırsatı değerlendirmekte. Irak hükümetinin 1 yıldır dile getirdiği, “DEAŞ tehdidinin ortadan kalkmasına bağlı olarak 2024 yılının Eylül ayında Washington’da yapılacak müzakerelerle çekilme takviminin belirlenmesi” beklentisi ise yokuşa sürülmeye doğru gidiyor. 29 Ağustos günü ABD Merkez Komutanlığı CENTCOM, bir anda Irak’taki DEAŞ tehdidine karşı operasyon düzenlemeye karar verdi.
CENTCOM açıklamasına göre Irak’ın batısındaki operasyonda 15 DEAŞ mensubu öldürülürken 7 ABD askeri yaralandı. Açıklamanın son cümlesi ise yakın gelecekteki konjonktüre dair mesaj veriyordu.
DEAŞ bölge, müttefiklerimiz ve ABD toprakları için tehdit olmayı sürdürüyor. CENTCOM ve koalisyon güçleri Iraklı ortaklarımızla beraber agresif bir şekilde bu teröristlerin peşinden gitmeyi sürdüreceğiz.
2025 yılında ABD-İsrail ikilisinin İran’ı çatışmaya çekmek için ısrarlı çabalarının devam edeceği anlaşılıyor.
Devamını Oku
01 Eylül 2024 Pazar - 08:53
Ukrayna Kursk saldırısıyla neyi hedefledi?
Merkez cephesindeki en güçlü tanksavar savunma düzenleri 13’üncü Ordu kesimi ile 48’inci ve 70’inci orduların 13’üncü Ordu’ya komşu kanatlarında, Voronej Cephesi’nde ise 6’ıncı ve 7’inci Muhafız orduları kesimlerinde yoğunlaştırıldı. Bu kesimlerde kilometre başına 16 top ve ikinci savunma mevzii hesaba katılınca yine kilometre başına 30 top düşüyordu. Bu kesimde tank savar savunması, ayrıca iki tank alayı ve bir tank tugayı ile daha da pekiştirilmişti. 13’üncü ordu kesiminde tanksavar-topçu yoğunluğu kilometre başına 30 topun üzerindeydi…
Sovyet Mareşali Georgiy K. Jukov, 4-5 Temmuz 1943 gecesi Nazi Almanya’sı ordusunun, Kızılordunun önemli bir kısmını imha etme hedefli, “kesin sonuç” almaya yönelik başlattığı Kursk saldırısı öncesinde komuta ettiği ordunun savunma düzenini bu şekilde tarif ediyordu.
Alman ordusu 5 Temmuz sabahı saat 02.20’de 1 milyon 900 bin piyade, 5 bin 600 tank, 31 bin 400 top ve 3 bin 600 uçaktan oluşan Sovyet gücüne, 780 bin piyade, 3 bin 400 tank, 7 bin 00 top ve bin 800 uçakla saldırdı. Kızılordunun, bölge halkıyla Kursk çevresinde teşkil ettiği mayın tarlaları ve savunma hatları, Doğu Cephesi’ndeki Alman ordusunun sonu oldu. Kursk Muharebesinin ardından Sovyet ordusunun kesintisiz şekilde Berlin’e ilerleyişi başlayacaktı.
Acaba 81 yıl sonra tarih dramatik bir şekilde tekerrür etmenin eşiğinde mi?
Ukrayna ordusu, içerisinde bulunduğu tüm insan, silah ve mühimmat kaynağı krizine rağmen 6 Ağustos 2024 günü yerel saatle 08 sıralarında 22’inci Mekanize Tugayı önderliğinde yaklaşık 10 bin askerle Rusya topraklarındaki Kursk’a saldırı başlattı.
İlk 48 saatte Rus ordusu aralarında Ka-52 saldırı helikopterlerinin de bulunduğu çok sayıda aracını kaybetti, yüzlerce askeri esir düştü. Kremlin yönetimi olağanüstü hal ilan etmesine rağmen 300 kilometre karenin üzerindeki toprağın ve çok sayıda kasabanın Ukrayna ordusunun kontrolüne geçmesine engel olamadı.
Bölgeye gönderilen Rus takviye birliklerinin uydu güdümlü roket sistemleriyle vurulması, Ukrayna harekatının Batılı istihbarat servislerinin desteğini aldığına işaret ediyordu. Her ne kadar Beyaz Saray, “Kursk saldırısı hakkında bilgilendirilmedik” dese de Rus ordusunun çatışmaların birinci haftası dolarken sahada kontrolü sağlayamaması, operasyonun Ukrayna ötesinden planlandığı iddiasını doğrular gelişmelere işaret ediyordu.
Ukrayna ordusunun Rusya topraklarının 15 kilometre derinliğinde köprü başı elde edebilmesi bir yandan da akıllara Wagner ordusunun 2023 yılının Haziran ayındaki isyanını getirdi. Wagner askerleri 48 saat gibi bir sürede Moskova’ya 470 kilometre mesafedeki Lipetsk’e kadar ulaşmışlar, üstelik bu yolculuk esnasında bir elektronik istihbarat uçağı ile saldırı helikopterlerini düşürmüşlerdi.
Ukrayna’nın Kursk saldırısıyla kendi topraklarındaki savunma kabiliyetlerinin kırılganlığı gerçeği bir kez daha sınanmış oldu. Peki Ukrayna ordusunun bu saldırısının hedefi tam olarak nedir?
Kursk saldırısı yeni bir müzakere girişimini sabote mi etti?
Sınırlı insan, silah, zırhlı araç ve mühimmat kaynağına sahip Ukrayna ordusunun bu tür bir operasyona girişmesinin, mevcut konjonktür kapsamında cüretkar bir hamle olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak bu harekatın neticesinde stratejik hangi kazanımın elde edileceği meçhuldür. Ukrayna ordusunun şu an için ele geçirdiği toprakları uzun vadede kontrol altında tutması mümkün değildir.
Harekatın belki de tek müspet tarafı Rusya ordusunun Donbas cephesinde elde ettiği taktik başarıları bir süre durduracak olmasıdır. Rusya Donbas cephesindeki kuvvetlerini Kursk’a kaydırmak zorunda kalmış ve bu bölgedeki Rus harekatının durmasıyla Ukraynalı savunmacılar nefes alma fırsatı bulmuşlardır.
Ancak herhalde en önemli sonuç son 2 aydır daha sık gündeme gelen yeni bir barış müzakeresi masası kurulması ihtimalinin yeniden ortadan kalkması ve savaşın uzamasını isteyen ABD-İngiltere ikilisinin ekmeklerine yağ sürülecek olmasıdır.
Kursk saldırısının içerdiği bu amaç, Alman Bild gazetesinin manşetinde niyetleri açık etmiştir. Bild gazetesinin “Alman tankları yeniden Rusya topraklarında” manşetini atarak yaptığı İkinci Dünya Savaşı hatırlatmasına yanıt Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı ve eski Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’den geldi.
Medvedev sosyal medyadan yayımladığı mesajda
“Biz de yanıt olarak yeni Rus tanklarının Berlin’deki Cumhuriyet Meydanı’na ( Platz de Republik ) ulaşması için elimizden geleni yapacağız”
ifadesini kullanarak, Kursk saldırısı ile amaçlanan tahrikin hedefine ulaştığını ilan etti.
Ukrayna’nın Kursk saldırısı nasıl noktalanır bilinmez. Ancak kesin olan bir şey var ki, 2022 yılında Mart ayında “İstanbul Anlaşması”nın çöpe atılması gibi, şu sıralarda Rusya ile Ukrayna’yı müzakere masasına oturtmak için kapalı kapılar arkasında yürütülen bir teşebbüs daha boşa gitmek üzere.
Devamını Oku
11 Ağustos 2024 Pazar - 13:21
ABD, Rusya ve Çin'in filleri... Ama bu defa uçuyorlar
Ukrayna-Rusya Savaşı’nda Rus ordusunun Donbas’taki taktik kazanımları… Gazze merkezli olarak İran’ın vekil örgütleri ile İsrail arasında uçuşan kamikaze dron ve füzelerle ısınan Ortadoğu… ve Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında giderek keskinleşen jeopolitik mücadele…
Sudan’da bir yıldan uzun süredir devam eden iç savaş ve diğer benzeri bölgesel çatışmaların yarattığı hasarın boyutunu hatırlatmaya sıra bile gelmiyor. Tüm bu çatışma manzarasının neden olduğu göç, enerji, gıda ve nihayet enflasyon krizi Birinci Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve tabi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla pembe rüyalar görenleri 30 yılın sonunda uyandırmaya başladı.
Geçtiğimiz günlerde Washington’da düzenlenen NATO hükümet ve devlet başkanları zirvesinin sonuç bildirgesi, Kuzey Atlantik İttifakı’nın (en azından karar vericiler arasındaki sınırlı bir kesimin) rüyadan uyanışının belgesi olarak değerlendirilebilir.
NATO, sahada değişen şartların getirdiği sonuçları kabul ederek farklı bir organizasyon modeline doğru yol alacağının sinyallerini verdi. Avrupa’da uygulanacak bu yeni model, Hint-Pasifik bölgesinde yoğunlaşmak için de kaynakların doğru kullanılması adına atılacak önemli bir adım olacak.
Gelelim şimdi, nasıl oldu da pembe rüyalar son buldu ve katı gerçekler Kuzey Atlantik İttifakı’nı harekete geçirdi?
Filler satranç tahtasında hareketlendi
Milattan önce üçüncü yüzyılda Hannibal İtalya yarımadasında, milattan sonra 15’inci yüzyılda Timur Anadolu seferinde filleriyle savaş alanlarına damgalarını vurmuşlardı. Bugün de jeopolitik mücadelenin tarafları fillerini sahaya sürdüler. Ancak zamanın ruhuna uygun olarak bu filler uçuyor.
Bir tarafta ABD’nin B-52’leri, diğer tarafta Rusya’nın Tu-95ms ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin H-6k stratejik bombardıman uçakları. Bu savaş gereçleri geride bıraktığımız günlerde ilklere imza atarak, mücadelenin çapının büyüdüğü uyarısında bulundular.
Fillerin ilk önemli hamlesi ABD tarafından geldi. 2 Amerikan B-52H uçağı daha önce kat edilmemiş bir rotayı gerçekleştirdi. Louisina’daki Barksdale Hava Üssü’nden kalkan uçaklar 21 Temmuz Pazar günü Romanya’daki Kogalniceanu Hava Üssü’nü ulaştılar. Bu yolculuk, Barents Denizi’nde olduğu gibi zaman zaman Rusya hava kuvvetlerinin önleme faaliyetlerine de hedef oldu ancak rotalarından sapmadılar.
Ukrayna sınırındaki Romanya pek yakında NATO’nun en büyük üssüne ev sahipliği yapmaya başlayacak. Bu gelişmenin arifesinde ilk defa B-52 stratejik bombardıman uçakları bu ülkeye iniş yapmış oldu. Bu hamle aynı zamanda Kuzey Atlantik İttifakı’nın Karadeniz ve Doğu Akdeniz semalarındaki harekat kabiliyetini de artırmayı hedeflediğine işaret ediyor.
Alaska Çin-Rus kapsama alanında
Çin Halk Cumhuriyeti-Rusya Federasyonu cephesinden bu hamleye yanıt gecikmedi. 24 Temmuz 2024 Çarşamba günü Kuzey Amerika Havacılık Savunma Komutanlığı NORAD ilk defa Alaska’nın Hava Savunma Tanımlama ADIZ bölgesinde 2 adet Rus Tu-95ms ve 2 adet Çin H-6k stratejik bombardıman uçağı tespit etti.
Uluslararası hava sahasında yollarına devam eden uçaklar, ABD ve Kanada avcı uçakları tarafından 5 saatlik uçuşları boyunca takibe alındı. Rusya Savunma Bakanlığı konuyla ilgili yaptığı açıklamada, iki ülke ortak devriyesinin Çukçi ve Bering Denizleri ile Pasifik Okyanusu’nun kuzey kısmını kapsadığını duyurdu.
Bombardıman uçaklarına zaman zaman Rus Hava Kuvvetleri’ne ait Su-30sm ve Su-35s avcı bombardıman uçakları da eşlik etti. Nükleer bomba ya da nükleer başlıklı füze taşıma kapasitesine sahip Rus ve Çin savaş uçaklarının bu ilk ortak devriye faaliyeti değil.
Nitekim Alaska kıyılarına kadar uzanan bu ilk uçuş aynı zamanda iki ülke bombardıman uçaklarının, Japonya ve Güney Kore arasındaki bölge üzerinde 23 Temmuz 2019 yılında yaptıkları ilk devriye görevinin 5’inci yıldönümüne denk geldi.
O tarihten bu yana Rusya-Çin askeri ilişkileri her yıl daha ileri bir seviyeye taşındı. Buna mukabil olarak da stratejik bombardıman uçaklarının ortak devriye görevine çıktıkları alanların çapı gün geçtikçe genişleyerek nihayet ABD sınırlarına ve Kuzey Kutup bölgesine dayandı.
Çin savaş gemileri 12 yıl önce Karadeniz'de turizm amacıyla gelmediler
Rusya ve Çin’in “ortak devriye” işbirliği hava kuvvetleriyle de sınırlı değil. İki ülkenin donanmaları da ortak devriye çalışmalarının çapını giderek genişletiyorlar. Japonya anakarasının güneyindeki Osumi Boğazı’ndan Güney Çin Denizi’nin güney sınırlarına kadar olan alanda Çin ve Rus savaş gemilerinin gerçek mühimmat kullanarak düzenledikleri tatbikatlara şahit olunmakta.
Pekin ve Moskova’nın artan işbirliği akla, Çin donanmasının ilk defa 2012 yılında Karadeniz’e savaş gemisi göndermesini getiriyor. Daha sonra benzer bir ziyareti 2015 yılında, Rusya’nın Kırım’ı ilhakının ardından tekrarlanmıştı. Güney Çin Denizi’nden Alaska kıyılarına uzanan işbirliği, Çin Halk Cumhuriyeti’nin eksikliğini çektiği “kıtalararası güç kaydırma kapasitesini”, en azından kısa vadede Rusya’nın desteğiyle aşmaya çalıştığına işaret ediyor.
Menzili artan Rus-Çin deniz-hava ortak devriyelerini takip ederken, Washington’daki son NATO Zirvesi’nde alınan, Almanya topraklarına uzun menzilli füzeler yerleştirme kararına da bu gelişmeler çerçevesinde bakmak lazım. Öyle görünüyor ki çok yakın gelecekte satranç tahtasındaki fil, kale ve at trafiğini takip etmek kolay olmayacak.
Devamını Oku
29 Temmuz 2024 Pazartesi - 12:25
Kadın ve siyah olmak Kamala Harris'e yetecek mi?
ABD Başkanlık seçimleri son yıllarda gerek sonuçları gerek süreçleriyle sürprizlere gebe oluyor. Malumunuz olduğu üzere son sürpriz bombası, Başkan Biden’ın yarıştan çekilerek yerine yardımcısı Kamala Harris’i işaret etmesiyle yaşandı.
Kampanyasını yürütenler Biden'ın çekilme kararını sosyal medyadan öğrendi
27 Haziran’da Trump ile çıktığı televizyon tartışmasında düştüğü durumdan itibaren Biden’ın çekilmesi yönündeki baskılar 21 Temmuz’da sonuç verdi. Demokrat Parti’nin başkan adayının teknik olarak kesinleşeceği 19 Ağustos tarihine 1 aydan az bir süre kala Biden, her yönden gelen baskılar karşısında geri adım atmayı kabul etti.
Ancak ilginç olan husus şu ki, Demokrat Parti’nin teşkilatı da, Biden’ın kampanyasını yürüten kadrolar da bu “adaylıktan vazgeçme” bildirisini, tüm dünya ile beraber sosyal medyadan öğrendi. Biden’ın bu bildiriyi hangi şartlar altında yazdığı ya da Biden’a yazdırıldığı ancak 5 Kasım’da Demokrat Parti’nin muhtemel bir yenilgiye uğramasını takiben yaşanacak karşılıklı suçlamalar süreciyle anlaşılabilecek.
Eğer seçimden zaferle çıkılırsa bu süreç tatlı bir anı olarak birilerinin hafızasında yer tutmakla yetinecek.
Gelelim yerine aday gösterdiği Kamala Harris’e.
Biden 2021 yılının Ocak ayında başkanlık görevini devraldığında, 2 yıl sonra sağlık durumu sebebiyle başkanlığı yardımcısı Kamala Harris’e bırakacağı yönünde söylentiler başlamıştı. Ancak bu gerçekleşmediği gibi, Harris kendisinden beklenenden çok daha sönük ve düşük profilli bir başkan yardımcılığı süreci yürüttü.
Burada akla gelen ilk soru şu olabilir: Acaba Kamala Harris, iddia edildiği gibi ikinci yılda başkanlığı devralsa ve 2023 yılında Demokrat Parti içerisinde aday adayları ile yeni bir yarışa girse, bugünkü şansını yakalayabilir miydi?
Harris Demokrat Parti içerisinde mücadeleye girse aday olabilir miydi?
Kamala Harris’in büyük ihtimalle parti içi bir yarıştan çıkıp bugün elde ettiği adaylık imkanını bulması söz konusu olmayacaktı. 21 Temmuz itibarıyla paraşütle başkan adaylığına inme şansını bulan Kamala Harris, bir önceki teşebbüsünde daha ön seçimlere dahi giremeden devre dışı kalmıştı.
2019 yılının 3 Aralık günü yani ön seçimlerin başlamasından aylar önce Demokrat Parti içerisindeki yarışı kazanamayacağını anlamış, yeterli bağış toplayamadığı gerekçesiyle ön seçim sürecini hiçbir oylama ile sınanmadan terk etmişti. Bu profile sahip bir siyasetçinin, yani parti içi mücadelede yeterliliğini ortaya koymamış bir ismin, bugün siyah ve kadın olduğu için seçimi kazanması bekleniyor.
Nitekim, Biden’ın çekilmesinden önce yapılan kamuoyu yoklamalarında da Harris’in Trump’ı yenecek bir isim olmadığı görülüyordu. Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında gidip gelen “salıncak eyalet” tabir edilen 8 seçim bölgesi içinde Harris’in önde olduğu tek bir eyalet yok.
Bu şartlar altında Kamala Harris’ten beklenebilecek tek şey, özellikle Gazze politikaları konusunda hayal kırıklığına uğrayan ABD standartlarındaki “radikal sol” kesimleri yeniden seçim sandığına çekmeyi başarmak olabilir. Ancak bunun seçimi kazanmak için yeterli olup olmayacağı şüpheli.
Harris’in adaylığının ilanını takip eden 12 saatlik sürede Demokrat Parti tabanının, seçim kampanyası için 48 milyon dolar bağış toplaması ümit verici bir kıpırdanış olarak değerlendirilebilir. Ancak kongreye hala 28 gün var ve Demokrat Parti içerisinde de Kamala Harris’in adaylığından tatmin olmayanlar mevcut.
Siyasette 28 günün çok uzun bir süre olduğu muhakkak. Harris’in bu sürede yapacağı kritik bir hata, ya da kongre tarihine kadar yapılacak kamuoyu yoklamalarında tatmin edici sonuçlar elde edilememesi, Demokrat Parti’nin aday konusunda bir sürpriz adım daha atmasına yol açabilir.
Devamını Oku
22 Temmuz 2024 Pazartesi - 09:03
Hudeyde'den sonra sırada İran'ın petrol tesisleri mi var?
İsrail’in 20 Temmuz Cumartesi günü Yemen’de İran destekli Husilerin kontrolünde bulunan Kızıldeniz kıyısındaki Hudeyde limanını hedef alan saldırısı Ortadoğu’daki gerilimi bir basamak daha yukarıya taşıdı.
Görünürdeki sebep-sonuç ilişkileri sürecine bakacak olursak, İsrail’in Gazze’ye yönelik olarak 7 Ekim 2023’te başlattığı saldırıyı durdurmak için Yemen’deki Husiler de 9 ayda İsrail’e 200’den fazla füze ve kamikaze dron saldırısı düzenledi.
Husiler bununla da yetinmeyerek Kızıldeniz’deki Bab el Mendeb Boğazı’ndan Süveyş Kanalı istikametine yönelik deniz trafiğini durdurdular. Gemilere düzenlenen saldırılar yalnızca Mısır’ın Süveyş Kanalı trafiğinden elde ettiği geliri azaltmakla kalmadı. İsrail’in Eilat Limanı’nı da kullanılamaz hale getirdi.
Yalnızca Eilat limanına giden gemiler değil bizzat limanın kendisi de çeşitli defalar Husiler tarafından doğrudan hedef alındı. Kızıldeniz’deki ABD ve İngiltere donanma unsurları ile Suudi Arabistan ve Ürdün’de konuşlandırılmış olan hava savunma sistemleri, Yemen kaynaklı pek çok füze ve dron saldırısından hem bölgedeki gemileri hem de İsrail topraklarını korumak için devreye girdi.
Yemen dronu Tel Aviv'e nasıl ulaştı?
18 Temmuz’u 19 Temmuz’a bağlayan gece yarısı Yemen topraklarından havalanan İran yapımı Samad-3 tipi bir kamikaze dronun yolculuğu bölgedeki gelişmeleri yeni bir aşamaya taşıdı. Kamikaza dron Eilat kentini de geçerek 270 kilometre kuzeydeki Tel Aviv’e ulaştı ve sabah 03.10 sıralarında kent içerisindeki bir binaya çarparak yol açtığı patlamada 1 kişinin ölümüne, 8 kişinin de yaralanmasına neden oldu.
Saldırıyla ilgili ilginç noktalardan ilki, yolu üzerindeki ABD, İngiliz donanmaları ile karada konuşlu ( Ürdün, Suudi Arabistan ) tüm hava savunma sistemlerini atlatabilmiş olmasıydı. İkinci ilginç nokta ise İsrail’in çok övündüğü hava savunma sistemlerini aşabilmesiydi. İsrail savunma kaynakları dronun tespit edildiğini ancak “insan hatası” sonucu, düşman unsur olarak tanımlanmadığı için vurulmadığını açıkladılar.
Bu saldırının üzerinden 36 saat geçmeden İsrail’in misillemesi geldi. Peki bu karşılıklı saldırılar gerçekten Gazze’de yaşananlar çevresinde mi gelişiyor, yoksa İsrail ile İran’daki yönetimlerin kendi varlıklarını devam ettirebilmek için tasarladıkları “sürdürülebilir düşük yoğunluklu savaşın” bir parçası mı?
"Sürdürülebilir düşük yoğunluklu savaş"ın ilk işareti 2019'daydı
Bu sorunun yanıtı için yine Netanyahu’nun Başbakanlık görevinde bulunduğu 2019 yılına gidelim ve Jerusalem Post ile Maariv’in internet sitelerinde yer alan isimsiz bir makaleye göz atalım.
İmzasız makalenin manşeti
İsrail, Yemen’deki Husilere Saldırı Planlıyor.
İşin ilginç yanı bu imzasız makalenin yazımına ilham veren bilgilerin çıkış noktası da Kuveyt’de yayımlanan el Ceride gazetesi. Bu 3 yayın organına göre İsrail istihbarat servisi Mossad ve İsrail askeri kaynakları, İran’ın kapsamlı silah sevkiyatlarının Husilere ulaştığını belirlemişlerdi ve yakın gelecekte Kızıldeniz sahillerinden yalnızca İsrail’in değil Suudi Arabistan ve Mısır ile Kızıldeniz’deki gemi trafiğinin hedef alınması kaçınılmaz olacaktı.
Körfez ve İsrail basınının ister öngörüsü, ister kehaneti diyelim 5 yıl sonra hayata geçti. 20 Temmuz’da Yemen’e düzenlenen saldırıyla ilgili İsrail’in artan kabiliyetleri açısından da üzerinde durulması gereken noktalar var.
İsrail 1976'dan bu yana denizaşırı hedeflere odaklı gelişim içerisinde
İsrail’in Hudeyde’ye düzenlediği saldırının operasyonel detayları henüz netleşmedi, belki bu detayları günümüzden 10 hatta 20 yıl sonra öğrenebileceğiz.
13-14 Nisan 2024 tarihlerinde İran’dan ve İran yönetimine bağlı Irak, Lübnan ve Yemen’deki grupların İsrail’e düzenledikleri füze ve dron saldırıları esnasında, Kızıldeniz’deki ABD ve İngiliz donanmaları ile yine bölgedeki ABD, İngiltere, Fransa hava kuvvetlerinin dahası Irak, Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye’de konuşlandırılmış ABD hava savunma sistemlerinin İsrail’in savunması için seferber olduğunu görmüştük.
İsrail’in 20 Temmuz’da düzenlediği saldırı için de bu ülkelerden çeşitli düzeylerde destek almadığını düşünmek mümkün değil. Ancak tanker uçakları, istihbarat uçakları ve bombardıman uçakları ile işin operasyonel kısmını İsrail’in tek başına yürütmüş olmasından şüphe etmek için de sebep yok.
İsrail’in varlığını 2023 yılının Ağustos ayında uluslararası kamuoyu ile paylaştığı “yapay zeka sistemleri ile donatılmış” türünün tek örneği olduğu iddia edilen “Oron” tipi istihbarat uçağı büyük bir ihtimalle bu saldırıda kilit rol oynadı.
İsrail savunma kaynakları Oron’un özellikle İran ve bölgedeki müttefikleri ile mücadele etmek için tasarlandığına dikkat çekmişlerdi.
Entebbe'den Hudeyde'ye: Sırada Hark Adası ve İran petrol tesisleri mi var?
İsrail’in denizaşırı operasyon yapma kapasitesine verdiği önem 3 Temmuz 1976’da Uganda’nın Entebbe Havalimanına düzenlenen baskına dayanıyor. Kaçırılan Air France uçağındaki yolcuları kurtarmak için 100 İsrail komandosu 4 bin kilometrelik yolculuk yapmıştı. Bu operasyonun hayata geçirilmesinde Mossad’ın Kenya’daki istasyonu önemli bir rol oynamıştı.
Bunu 7 Haziran 1981’deki “Opera Operasyonu” izledi. İsrail F-16 ve F-15 uçakları bin 600 kilometre kat ederek, (Ürdün hava sahasına girmemek için yolu uzatmışlardı) İran’ın da istihbarat desteğiyle Irak’ın inşa halindeki nükleer reaktörünü vurdular.
1 Ekim 1985’de hedef Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Tunus’taki karargahıydı. İsrail F-15 uçakları 2 bin 60 kilometre kat ederek, havada yakıt ikmali desteğiyle hedeflerine ulaştılar.
20 Temmuz 2024 günü Hudeyde’ki petrol terminaline düzenlenen saldırıda yine F-15 savaş uçakları başroldeydi. Şimdilik F-35’lerin kullanılıp kullanılmadığına dair net bir bilgi yok. Ancak bu saldırının menzilinin de bin 800 kilometre olduğunu not etmek gerekiyor.
Dolayısıyla İsrail’e bin 600 kilometre mesafedeki Tahran’ın, doğrudan bir İsrail hava saldırısının menzili içerisinde olduğu somut bir gerçek. Ancak, İsrail’in Hudeyde limanındaki petrol terminalini hedef almış olmasından yola çıkarak, İran’a düzenleyeceği saldırıda Tahran’ı ya da nükleer tesislerden ziyade benzer daha yumuşak ve etkili sonuç verecek enerji tesislerini hedef alma ihtimali yüksek.
Bu da İran Körfezi’ndeki Hark Adası’ndan başlayarak güneye inen Gore-Cask Petrol Boru hattı boyunca uzanan ve Hürmüz Boğazı’nın güneyindeki Cask Limanına ulaşan rotada inşa edilmiş tüm petrol tesis ve terminallerinin hedef alınabileceği anlamına geliyor. Bu enerji “otoyolu”nun hedef alınması, İran’ın ambargolara rağmen yürüttüğü petrol ticaretinden elde ettiği geliri azaltarak Tahran yönetiminin içerisinde bulunduğu ekonomik krizi derinleştirebileceği gibi, İsrail’in arzu ettiği düşük yoğunluklu savaşı da sürdürülebilir kılacaktır.
Devamını Oku
21 Temmuz 2024 Pazar - 14:07
Kamışlı'da Türkiye'yi hedef alan komploların hesabı görüldü
Bugün yani 26 Haziran Çarşamba günü sabah saatlerinde Anadolu Ajansı, PKK terör örgütünün sözde lider kadrosuna yönelik önemli bir operasyon haberini duyurdu. İnterpol tarafından da “Kırmızı Bülten”le aranan terörist Ali Dinçer Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından düzenlenen operasyonla etkisiz hale getirilmişti.
Terörist Dinçer’in ortadan kaldırılması yalnızca uzun süredir açık duran hesapların kapanması anlamına gelmiyor.
Komploların merkezindeki terör saldırılarının başrolündeydi
Ali Dinçer, PKK terör örgütünün kurucu kadrolarının ardından gelen ikinci kuşağın sivrilen isimlerinden biriydi. PKK terörizminin en kanlı sayfalarının yazıldığı 1990’lı yılların başında Bingöl kırsalında eylemlere girişmiş, 1992-1999 yılları arasında ise Erzurum-Tunceli kırsalındaki katliamlara dahil olurken, yine aynı yıllarda PKK’nın merkez edindiği Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde de sözde elebaşı Abdullah Öcalan ile mesai yapmıştı.
Terör örgütü ile sözde elebaşının 1998 yılında Türkiye’nin baskısıyla Suriye ve Bekaa Vadisi’nden çıkarılmasının ardından terörist Dinçer’in, Türkiye’yi hedef alan komplolardaki rolü de yükseldi. “Dağlıca Baskını” olarak kayda geçen terör saldırısında yaklaşık 200 kişilik PKK’lı grup, 21 Ekim 2007’de Irak’tan beraberlerinde getirdikleri ağır silahlarla sınıra 4 kilometre mesafedeki komando taburuna saldırdılar.
O yıllarda Türkiye’nin insansız hava aracı ve uydu teknolojilerine sahip olmaması bu tür saldırılar karşısında sınırdaki karakolları savunmasız kılıyordu. PKK’nın saldırısında 12 şehit verildi. Ama bundan daha önemlisi 8 asker terör örgütü tarafından kaçırılmıştı.
Bu askerler 3 Kasım günü o yıllarda bugünkü DEM Parti’nin selefi olan Demokratik Toplum Partili milletvekillerinin Kuzey Irak’ta sergiledikleri tiyatro kapsamında Türkiye’ye getirildi. Ulusal ve uluslararası kamuoyunu manipüle etmeyi hedefleyen tiyatroyla, Türkiye Cumhuriyeti devletini terör örgütü ile muhatap etmek, PKK’yı “çatışmanın tarafı” olarak göstermek, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinde sözde bir “savaş” yaşandığı fikrinin dayatılması amaçlanıyordu.
İşte 24 Haziran günü etkisiz hale getirildiği duyurulan Ali Dinçer, Dağlıca’daki eylemin sorumlusuydu. Dinçer’in Türkiye’yi hedef alan yeni komplolardaki rolü bununla da kalmadı. bir yıl sonra 3 Ekim 2008’de terörist Dinçer’in komutasındaki yaklaşık 400 PKK’lı bu defa Hakkari’nin Şemdinli ilçesindeki Aktütün Karakolu’na saldırdılar.
FETÖ'nün değirmenine su taşımakla görevlendirildi
Aktütün saldırısında 17 asker şehit oldu. Ancak vaka bununla kalmadı. Fetullahçı terör örgütünün önde gelen yayın organı Taraf gazetesi 8 Ekim günü, Genelkurmay Başkanlığı’nın Aktütün Karakolu’na yönelik saldırı planından 1 ay öncesinden haberdar olduğunu ancak gereken önlemleri almadığını iddia etti.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bu iddialara verdiği sert yanıta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da destek olması üzerine Taraf gazetesi 17 Ekim 2008 günü “Paşasının Başbakanı” manşetiyle yayınlandı. 16 yıl sonra, 15 Temmuz darbe girişimi dahil yaşanan tüm gelişmelerin merceğinden bakınca Aktütün Karakolu’na yönelik terörist saldırının, FETÖ tarafından sahnelenen bir komplonun parçası olduğu daha net ortaya çıkıyor.
Terörist Dinçer bu saldırının da komutasını üstlenmişti. Dinçer yalnızca PKK’nın değil, FETÖ ve onu kullananların da uşağı olarak hizmet vermekteydi. İşte Milli İstihbarat Teşkilatı’nın operasyonuyla yalnızca PKK’ya değil tüm bu komploların kaynaklarına darbe vurulmuş oldu.
Dinçer’in ortadan kaldırıldığı operasyonla ilgili altı çizilmesi gereken bir diğer husus ise “nokta operasyonun” Suriye’nin Kamışlı ilçesinde düzenlenmiş olmasıdır. Terörist Dinçer’in ortadan kaldırıldığı yer; “Irak’ın kuzeyindeki PKK ile Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG birbirinden farklı yapılardır” söylemini savunanlara, başta ABD-İngiltere-Fransa üçlüsü olmak üzere, verilmiş olan etkili bir mesajdır.
Devamını Oku
26 Haziran 2024 Çarşamba - 09:49
Bir seçimden fazlasını kaybetmek: Fransa ve Beşinci Cumhuriyet
6-9 Haziran tarihlerindeki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı/popülist sağın yerel (ülkeler) ve genel (parlamentodaki dengeler) olarak oy oranını artırmasındaki sebep sonuç ilişkilerini tahlil etme konusundaki umursamazlık ilginç bir seyir izliyor. Almanya’da oy oranı dibe vuran koalisyon hükümeti (Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller-Hür Demokratlar) ıslık çalarak havaya bakmak suretiyle 2025 yılının Ekim ayına kadar dayanmayı umuyor olsa gerek.
Fransa’da ise Cumhurbaşkanı Macron yaz tatilinin de etkisiyle pek çok kişinin evlerinde olmayacağı günlerde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandığa ilgi göstermemiş olan Fransız halkını erken seçime davet etti. Bu makale yazıldığında Fransa Ulusal Meclisi’nin 577 üyesinin belirleneceği seçime 10 gün kalmış durumda.
Kamuoyu yoklamaları 49 milyon kayıtlı seçmenin, genel seçime olan ilgisinin Avrupa Parlamentosu seçimi düzeyinde kalması halinde, aşırı/popülist sağın bu seçimden de birinci parti olarak çıkacağına işaret ediyor. Tahminler 7 Temmuz’da ikinci turu gerçekleştirilecek seçimde 500’den fazla seçim bölgesinde aşırı/popülist sağın adaylarının finale kalacağına işaret ediyor.
Sosyalist Parti mensubu, 2014 yılından bu yana Paris Belediye Başkanlığı görevini yürüten Anne Hidalgo gibi siyasetçiler, tam da başkentin yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapacağı dönemde “bu seçime ihtiyaç var mıydı?” sorusunu gündeme getiriyorlar. Fransa ve Avrupa genelindeki manzara bu yönüyle Rus Çarlığı’nda “Ekim Devrimi”nin hemen öncesinde 20 Ağustos’ta yapılan “Petrograd ( St. Petersburg ) Kent Konseyi Seçimi”nin benzeri gibi.
1917 yılının karmaşa dolu o günlerinde de Çarlık Rusya’sının başat siyasi güçleri, ülke çapında çoğunluğun oylarını olmasını mümkün olmayan Bolşeviklerin arka kapıdan dolanarak iktidarı ele geçirmeye hazır olduklarının farkında değillerdi.
Petrograd’da birinci parti olan Sosyalistler dahi kazandıkları seçim zaferinden gayet eminlerdi ve yalnızca 3 ay sonra “Kızıl Muhafazlar” eliyle yaşanacakların farkında değillerdi. Anne Hidalgo’nun “seçim şimdi gerekli miydi?” sorusuna dönecek olursak, Macron’un misyonu açısından bu seçimin zamanlamasının “mükemmel!” olduğu tespitini de yapabiliriz.
Seçim kararı Macron'un misyonunun gereği mi?
Macron’un siyasi yaşamının yol haritasını inceleyen bilinçli her Türk vatandaşı, yakın geçmişimizde yaşanan bir süreçle, Macron’un takip ettiği yol haritasının ne kadar örtüştüğünü fark edebilir. Bakalım bu yol haritası size kimi hatırlatacak?
2008-2012 yılları arasında ABD’de Rothschild Yatırım Bankacılığında yöneticilik
2012 yılında Sosyalist Parti’den Cumhurbaşkanı olan François Hollande’ın Elize Sarayı’ndaki ekibine katılması
2014 yılında Sosyalist Parti’den Manuel Valls’in hükümetinde bakanlık görevine getirilmesi
2016 yılında hükümetten istifa ederek 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimine aday olması, bu esnada merkez sağda yer alacak Rönesans Hareketi’ni kurması
Rönesans Hareketi’ne beraberinde götürdüğü isimlerle Sosyalist Parti’yi ve merkez sağdaki Cumhuriyetçi-Gaulliste hareketleri aynı anda bölmeyi başarması.
Bu biyografi bana ister istemez, 2001 yılında ABD’deki finans çevrelerinden Türkiye’ye bakan olarak transfer edilip, 2005 yılına kadar ülkemiz siyasetinde spektaküler eylemelere imza atan ancak bugün hayatta olmayan birini hatırlattı.
Ölmüşlerin ardından konuşmama prensibi gereği ismini yazmıyorum. Okuyucularımızın yaşları yetenler hatırlayacaktır, yetmeyenler de lütfen bir internet araştırması ile sonuca ulaşsınlar.
Bu biyografilere bakınca insanın komplo teorisyeni olup, ABD finans çevrelerinde özel olarak yetiştirilen bazı insanların, Avrupa’daki siyasi dengeleri bozmak üzere bir misyonla donatılıp yollandıklarına inanası geliyor. Bu konuyu bir kenara bırakıp, 30 Haziran-7 Temmuz seçimlerinden çıkacak sonuç neticesinde Fransa’da Ulusal Meclise aşırı/popülist sağ hakim olursa neler olur sorusu üzerine biraz fikir jimnastiği yapalım.
Bu Avrupa De Gaulle-Adenauer Avrupası değil
Şu anda Avrupa Birliği’nin kurulmasına sebep olan iki ülkenin siyasetlerinde (Fransa ve Almanya) aşırı/popülist sağın giderek hakim olduğu bir süreç izliyoruz. Şüphesiz aklı başında hiç kimse, Avrupa Birliği’ne şüphe ile yaklaşan bu partilerin vizyonlarının Charles de Gaulle-Conrad Adenauer ikilisinin Avrupa vizyonları ile örtüştüğünü iddia edemez.
Özellikle Fransa perspektifinden baktığımızda, 2008 küresel ekonomik krizinden bu yana, endüstri ve tarım kesimindeki çalışanların hakları sürekli aşınmakta. Aşırı/popülist sağın parlamentoda sağlayacağı ağırlığın, mevzu bahis ezilen kesimler yararına bazı adımlar atması halinde Cumhurbaşkanlığı makamının kapılarının da aşırı/popülist sağa açılacağı aşikardır. Bunun için de Cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı 2027 yılının ilkbaharına kadar beklemek gerekmeyebilir.
Fransa’da gelecek 2 yıl içerisinde değişecek siyasi kompozisyon, 1958 yılında teşkil edilen Beşinci Cumhuriyet’in tedavülden kalkmasına kadar varabilir.
Fransa Beşinci Cumhuriyeti yitirebilir
Beşinci Cumhuriyet İkinci Dünya Savaşı’nın ardından derin bir sosyo-ekonomik krize yuvarlanan Fransa’nın kurtarıcısı olmuştu. 1954 yılında utanç verici askeri yenilgilerle Güneydoğu Asya’daki sömürge topraklarını kaybeden Fransa, 1954’ten itibaren Cezayir’in bağımsızlık talepleri karşısında bölünmüştü.
Fransız siyaseti çareyi İkinci Dünya Savaşı kahramanı General de Gaulle’ü göreve çağırmakta buldu. De Gaulle, Fransız silahlı kuvvetleri içerisindeki, Cezayir’e bağımsızlık verilmesine karşı çıkan “Gizli Ordu ( OAS )” örgütünün suikast girişimlerine rağmen Beşinci Cumhuriyeti’n kuruluşunu ilan ederek, Fransa’yı yeni bir siyaset yörüngesine soktu.
Cezayir’e bağımsızlığı tanındı, Federal Almanya ile işbirliği artırılarak, Avrupa Birliği projesinin güçlendirilmesi için çalışıldı. Bu sırada de Gaulle, ABD’nin NATO eliyle Avrupa’daki müttefiklerini istikrarsızlaştırma operasyonlarına giriştiğini fark edip, NATO karargahını Paris’ten gönderecek kadar vizyon sahibiydi.
Bugün Türk solunun kimi kesimlerinin sitayişle bahsettiği ancak gün yüzüne çıkan bilgi ve belgelerle CIA tarafından desteklendiği anlaşılan 1968 yılının Mayıs ayında Paris’te patlak veren öğrenci olayları de Gaulle’ün son büyük sınavıydı. Paris’teki öğrenci olaylarından iştahla bahseden popüler tarihçilerin, 30 Mayıs günü de Gaulle’ün çağrısıyla Paris’te toplanan 1 milyondan fazla destekçisinden bahsetmemesi herhalde tesadüf olamaz.
Nitekim Mayıs 1968 olaylarının hemen ardından Haziran ayının 23 ve 30’uncu günlerinde düzenlenen seçimlerde Gaullistler ve Cumhuriyetçiler sandalye sayılarını 111 artırarak 354 milletvekilliği kazandılar. Mitterand liderliğindeki sosyalistler 60 sandalye yitirip 57 vekilliğe gerilerken, sokaklara ve öğrenci olaylarına hakim olduğu görüntüsü veren Fransız Komünist Partisi de 39 kayıpla 34 vekilliğe geriliyordu.
Paris’teki öğrenci olayları ile yaratılan imajla parlamento seçim sonuçları arasında tam bir ters orantı vardı. Bu süreçte dikkat çekici bir başka gelişme ise, Moskova’nın bağlantılı olduğu Fransız sendikaları aracılığıyla sürece doğrudan müdahil olmasıydı. Sovyet yönetimi etki ettiği sendikaların öğrenci eylemleriyle ilişkisini tek hamlede kesti. Kremlin Sarayı, de Gaulle’e karşı yürütülen yıkıcı faaliyetlerin kaynağının Fransa’nın ulusal dinamiklerinden kaynaklanmadığını fark etmişti.
İşte sevgili okuyucular Fransa’da 10 gün sonra başlayacak seçim sürecinde kaybedilmesi muhtemelen olan şey, General de Gaulle’ün Beşinci Cumhuriyet ile inşa ettiği Avrupa merkezli, Anglo-Sakson etkilere karşı dirençli siyaset yapısı olacak.
Anketler, önümüzdeki seçim sonuçlarının Cumhuriyetçi-Gaulliste partilerin parlamentoya girememesiyle noktalanabileceğine işaret ediyor. De Gaulle’ün siyasi mirası, Beşinci Cumhuriyet ve temsil ettikleriyle beraber tasfiye edilmek üzere. Fransa’da Napolyon Savaşları sonrasında en uzun istikrarlı dönem 1870 ile 1940 arasındaki 70 yıllık Üçüncü Cumhuriyet dönemiydi.
Beşinci Cumhuriyeti’n de 66 yılını geride bırakmakta olduğunu dikkate alırsak, Fransa’nın bugün raf ömrünü doldurmuş bir siyasi sürecin içerisinde olduğunu da düşünebiliriz. Fransa’daki seçim sonuçları görünenin ötesinde uzun vadeli sonuçlara gebe.
Devamını Oku
20 Haziran 2024 Perşembe - 07:17
Avrupa’yı Avrupalılardan fazla sevenler ve pembe gözlükleri
2024 Avrupa Parlamentosu seçimi, öncesi ve sonrasıyla yalnızca Avrupa Birliği üyesi ülkeler için değil, Avrupa Birliği’ni Avrupalılardan dahi çok seven, sempati duyan kitleler için de tarihi bir süreç oldu. Avrupa Komisyonu üyelerinin belirlenmesi ve genişleme sürecinin yürütülmesinde önemli rol oynayan parlamentonun 720 üyesinin belirlenmesi bugüne kadar gündemi bu denli belirlememişti.
2019 yılından itibaren Covid-19 salgınını takiben büyüyen enerji, gıda, göçmen ve enflasyon krizlerinin Avrupa’da aşırı sağın yükselişini tetiklemesiyle Avrupa siyasetinin rotası değişirken, bu seçime de farklı anlamlar yükledi.
Yaklaşan seçimler öncesinde aşırı sağın parlamentodaki gücünü hatırı sayılır ölçüde artıracağı aşikar iken, AB severler yine de merkez sağ partilerin parlamentoyu kontrol edeceğinden dem vurarak, marjinal bir durumun oluşmayacağını savunmaktaydılar. Nitekim seçim sonuçları dahi onlara iyimserliklerinden bir şey kaybettirmedi. Aşırı sağ/popülist partilerin “sandalye sayılarını” dramatik bir şekilde artırmadıkları argümanıyla teselli telkin ettiler.
Bu fikrin savunucuları muhtemeldir ki, Avrupa Komisyonu başkanlığının ve üyeliklerinin belirlenmesi sürecinde, merkez sağı biraraya getiren “Avrupa Halk Partisi Birliği”nin aşırı sağa vereceği tavizlerin meseleyi nerelere götürebileceğini tahmin etmekten uzaklar. Oysa bu tahmini yapabilmek için tarihten biraz olsun ders almak yeterli.
1928, 1930 ve 1932 Almanya seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Parti’nin, hangi tavizler neticesinde, küresel ekonomik bunalımın açtığı yoldan iktidara yürüdüğünü okuyup öğrenen herkes, aşırı sağın “bir günde” değil ancak süreç içerisinde hakimiyeti ele alma kabiliyetinin boyutlarını fark edebilir.
Aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda artan sandalye sayısının tehlike yaratmadığını düşünenlere şu soruları sormanın şart olduğu kanaatindeyim:
- Fransa, İtalya ve İspanya’da, haritaların neredeyse tamamının merkez ya da aşırı sağ/popülist partilerin renklerine boyanması tehlike çanlarının çalması için yeterli değil mi?
- AfD’nin eski Demokratik Almanya topraklarının tamamında hakim hale gelmesi, Sosyal Demokratların ve Yeşillerin seçim haritasından silinmesi bu ülkedeki Türk toplumu için endişe verici bir durum yaratmıyor mu?
- Fransa’da tarım kesiminin ve kentlerdeki işçi sınıfının beraberce tercihlerini aşırı sağdan yana kullanmaları, neredeyse 40 yıldır Fransa’da ilk kez tek bir partinin yüzde 30’dan fazla oy alabilmesi endişe verici bir durum oluşturmuyor mu?
- 350 milyondan fazla seçmenin ancak yüzde 51’inin sandığa gitmiş olması, Avrupa Birliği’nin gidişatına güven duyulmadığının bir kanıtı değil mi?
- Partiler düzeyinde aşırı sağın oylarını “pek de artırmadığını iddia edenler”, hiçbir gruba bağlı olmadan bağımsız olarak parlamentoya giren 98 milletvekilinden çoğunluğunun kimlik siyaseti yapan, aşırı sağcı/popülist partiler çizgisinde olduklarından haberdar değiller mi, yoksa haberdarlar ancak bu milletvekillerinin de aydınlanma yaşayıp sağduyulu davranacakları iyimserliği içerisindeler mi?
Peki Haziran ayının sonundan itibaren Fransa’da başlayacak seçim sürecinin sonunda aşırı sağın Fransız Ulusal Parlamentosu’nda da çoğunluğu ele geçirmesi halinde Paris’in baştan aşağı değişebilecek politikaları karşısında Brüksel acaba ne yapacak? Ulusal parlamentolar nezdinde tüm dengeleri değiştirebilecek fitili ateşleyen bu seçimin, Ukrayna-Rusya Savaşı’na etkileri ve hatta Avrupa-Atlantik ilişkilerine etkisinin ne olacağına dair Türkiye’de ciddi fikir jimnastiği yapılmasına ihtiyaç var.
Ama bu jimnastiğin Avrupa Birliği’ne yalnızca pembe gözlük takanlar vasıtasıyla yapılması, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın asla çıkmayacağına inanılarak biçimlendirilen yaklaşımlar gibi hatalara gebe olacaktır.
Devamını Oku
11 Haziran 2024 Salı - 05:59
İsrail'in Gazze'ye saldırılarında "Toplu Katliamın" taktik kullanımı
Uluslararası toplum İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyine sıkıştırdığı 2 milyon sivili katletmesini önlemeye çalışırken, 26 Mayıs gecesi, dünya Netanyahu hükümetinin ne denli göz dönmüş olduğunun yeni bir örneğini izledi. İsrail ordusunun güvenli bölge olarak işaret ettiği alanlarda çadırlarının içerisinde uyuyan insanlar füzelerle vuruldu. 30’dan fazla bebek, çocuk ve yetişkin yalnızca şarapnel parçalarının neden olduğu ölümcül yaralarla değil, yanarak yaşamlarını yitirdi.
İsrail Silahlı Kuvvetleri her zaman olduğu gibi bu katliama da kulp takmak için harekete geçti, “Batı Şeria” adlı terör hücresi mensuplarının o sırada vurulan kampta bulunduklarını, hassas mühimmat kullandıklarını ama çevredeki çadırların bilinmeyen bir sebeple alev alıp yangının başladığı gibi ipe sapa gelmez gerekçeler sıraladılar.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı ile Amerikan Kongresi’ndeki, seçim kampanyalarının finansmanlarını Siyonist lobilere borçlu pek çok siyasetçinin bu hikayeyi peşinen satın alacaklarına duydukları güvenle, standart yalanlarını piyasaya sürdüler.
Ancak bu noktada 26 Mayıs gecesi İsrail ordusunun gerçekleştirdiği son katliama belki de başka bir gözle bakmak gerekiyor. Bu vahşet askeri olmaktan çok siyasi ve diplomatik hedefleri olan, içerisinde hata barındırmayan, bile isteye bebeklerin öldürüldüğü, hatta spektaküler olmasına da özen gösterilmiş bir eylem olabilir mi? Böyle bir fikrin akla gelmesi yersiz mi?
Katliamlar askeri değil siyasi ve diplomatik hedefli
7 Ekim’de Hamas ve Gazze’deki diğer direniş gruplarının İsrail işgali altındaki topraklara saldırısıyla başlayan süreçte, ne zaman bir ateşkes ihtimali güçlense İsrail bu girişimi etkisiz kılmak için gelişmeleri ya bir toplu katliamla ya da yarattığı dehşet verici bir cinayet görüntüsü ile akamete uğratıyor.
Bunun ilk örneği 17 Ekim günü, uluslararası toplumun ateşkes yönündeki baskılarının en şiddetli olduğu esnada, ABD Başkanı Biden’ın İsrail ziyaretinin hemen öncesinde, Gazze kentindeki el Ehli Arab Hastanesi’nin vurulmasıyla görüldü.
İsrail, hastaneyi vurmakla kalmadı, hastanenin Hamas tarafından fırlatılan bir roketle vurulduğuna dair yürüttüğü dezenformasyon operasyonuyla kısa bir süre de olsa uluslararası toplumu kandırmayı da başardı. Devam eden gün ve haftalarda İsrail artan ateşkes ihtimallerini benzer savaş suçlarıyla sabote etmeyi sürdürdü.
“26 Mayıs’taki saldırının arkasındaki gerçek sebep neydi?” sorusunu sorup, öncesinde yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğimizde, Netanyahu ve radikal Siyonistlerden oluşan hükümetin bu katliama “taktik” düzeyde ihtiyacı olduğu sonucuna varabiliriz. İşte bu “ihtiyacın” sebepleri:
- Netanyahu ve hükümeti açısından, Lahey Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun İsrail aleyhindeki kararlarına karşı bir meydan okuma ihtiyacı ortaya çıkmıştı.
- Saldırı tam da Brüksel’de Avrupa Birliği, Türkiye ve Körfez ülkelerinin Gazze’deki gelişmeleri dışişleri bakanları düzeyinde ele aldığı gün gerçekleştirildi. Hem Avrupa Birliği’ne hem de Filistin devletini tanıyan ve tanımayı planlayan AB üyesi ülkelere Netanyahu tarafından yanıt verilmiş oldu.
- İsrail içerisinde Netanyahu’nun yargılanmasından yana olan asker ve sivil bürokratlar ile siyasetçilerin sayısı giderek artıyor. Genelkurmay Başkanlığı ile istihbarat servisleri, Gazze saldırısının siyasi hedefi ortaya konmadığı için Netanyahu’ya karşı pozisyonlarını sertleştiriyorlar. Tam bu ortamda geçen hafta yüzü maskeli bir asker sosyal medyada video yayınlayarak, Refah kentine topyekun saldırı düzenlenmezse isyan çıkaracakları tehdidinde bulundu. Bu tehdidin asıl hedefi Netanyahu ile ilişkileri pek de uyumlu bir seyir izlemeyen Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi idi. Son katliam, içeride giderek yükselen çatlak seslerin susturulması açısından da Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında elzem hale gelmişti.
- 28 Mayıs Salı günü esir değişimi ve ateşkes için müzakerelerin yeniden başlayacağı haberleri geliyordu. Arabulucuların, İsrail kamuoyu ve esir ailelerinin nezdinde kabul edilebilir bir ateşkes ve esir takası planı getirmeleri, Netanyahu’nun elini kolunu bağlayabilirdi. Mısır’da başlayacak müzakerelerin sabote edilmesi ve Netanyahu için tehlike yaratacak bir planın gündeme gelmesini önlemenin yolu, bir katliamla tansiyonu yükseltmek hatta Hamas ile arabulucuların masadan çekilmelerini sağlamaktı.
- İki hafta önce ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jack Sullivan, Suudi Arabistan ve İsrail’i ziyaret etti. ABD’nin hedefi Filistin devletinin kurulması şartıyla iki ülke ilişkilerinin normalleşmesini sağlamak. Riyad cephesinde pazarlık olumlu ilerlemiş olsa ki, ABD bugüne kadar Suudi Arabistan’a satmadığı saldırı amaçlı bazı silahları bu ülkeye temin etmeye karar verdi. Eğer müzakereler ilerlerse ABD, sivil nükleer programı için de Suudi Arabistan’a destek vermeyi vaat ediyor. Washington böylece Çin Halk Cumhuriyeti’nin Suudi Arabistan’daki etkisini kırmayı planlıyor. Ancak Riyad yönetiminin süreçle ilgili net bir şartı var. Netanyahu İsrail’de başbakanlık koltuğunda olduğu sürece iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi mümkün değil. Netanyahu koltuğunu korumak için, ABD yönetiminin bu planını 26 Mayıs gecesi işlediği savaş suçuyla sabote etmeyi göze almış olabilir.
- İki hafta önce ABD’den bir başka heyet de İsrail’i ziyaret etti. Bu heyet ABD’de Kasım ayında yapılacak başkanlık seçiminin en güçlü adayı Donald Trump’ın diplomasi ekibi. Ekibin başında Trump’ın birinci başkanlık dönemindeki son Ulusal Güvenlik Danışmanı Robet O’Brien bulunuyordu. Bu ekibin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililerle yaptığı görüşmelere dair basına hiçbir bilgi verilmedi. Muhtemelen, Trump, ABD’deki Siyonist lobinin desteği karşılığında Netanyahu’ya zaman kazandırma vaadinde bulundu.
- ABD’deki Siyonist lobi kuruluşları AIPAC ( Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ) başta olmak üzere 7 Ekim’den bu yana Kasım ayındaki seçimleri etkilemek için 90 milyon dolar bağış topladılar. Netanyahu, Kongre’nin her iki kanadında ve Beyaz Saray’da, politikalarını destekleyecek isimlerin artacağı fikriyle Kasım ayına kadar müzakere etmemeyi ve savaşı sürdürmeyi istiyor olabilir.
İşte bu sebepler ve gelişmeler dizisi, İsrail’in her müzakere ve ateşkes ihtimalinde gerçekleştirdiği yeni bir katliamın, askeri olmaktan ziyade siyasi ve diplomatik taktik amaçlı olduğu fikrini güçlendiriyor.
Devamını Oku
27 Mayıs 2024 Pazartesi - 13:10
Arşidük Fico neden vuruldu?
Robert Fico tabii ki Arşidük değil Slovakya’nın Başbakanı, ancak hedef olduğu suikast girişimi ve ardından yaşananlar insanı 1914 yılının Haziran ayına götürüp, Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Arşidük Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü günü ve ardından yaşananları düşündürmüyor değil.
Ülkemizdeki ilk ve orta dereceli okullarda üstün körü verilen tarih dersleri nedeniyle olaylar arasında sebep sonuç ilişkilerini kurabilmek ancak bireyin yaşamının ilerleyen yıllarında göstereceği kişisel okuma çabasına bağlıdır.
Bu çabayı göstermeyen biri için Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı, anarşist ve dahi milliyetçi fikirlerinin coşkunluğuyla bir anda silaha sarılmış Gavrilo Princip adlı Sırp gencinin Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi’ni vurması ve hemen ertesi gün Avrupa’nın tüm devletlerinin birbirlerine savaş ilan etmesidir.
Bu süreçte Adriyatik ve Balkan devletleri merkezli, egemen Avrupa güçleri arasındaki çıkar savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu çatışmadaki yeri, Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi’nin Saraybosna’da ne aradığı gibi soruların yanıtları bizim okullarımızdaki tarih kitaplarında mevcut değildir. Tıpkı bugün Slovakya Başbakanı Fico’ya silahlı saldırı düzenlenmesine sıradan bir mesele gibi yaklaşmamız örneğinde olduğu gibi.
Siyasetçileri hedef alan suikastler gelecek büyük fırtınanın habercisidir
Bosna-Hersek’in Osmanlı devletinin elinden çıkışı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Berlin Anlaşması’nın sonuçlarından biridir. O süreç Osmanlı devletine Kıbrıs’ı nasıl kaybettirdiyse Bosna-Hersek de aynı şekilde yitirilmiştir.
İngilizlerin ilk fırsat bulduklarında Kıbrıs’ı ilhak etmeleri gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da 1878’de özerklik kazanan Bosna-Hersek’i 1908’de topraklarına katmıştır. Gavrilo Princip ve arkadaşlarının Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Arşidük Franz Ferdinand’ı öldürmeye yönelik planları ise 6 aylık titiz bir çalışmanın, gümrük memurları dahil çok sayıda resmi yetkiliye ödenen rüşvetlerin ürünü olan bir komplodur.
Suikastte kullanılacak bombalar, tabancalar, mühimmat ve gerektiğinde tetikçilerin kullanacağı siyanür haplarının taşınması gizli tünelleri de kapsayan metotlarla gerçekleştirilmiştir. 28 Haziran günü Saraybosna’da düzenlenen suikast, Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”si gibidir.
Veliaht Prens ve eşinin Saraybosna gezisi sabah 10.00’da başlamış, araç konvoylarına ilk bomba 10 dakika sonra atılır. Buna rağmen gezilerine devam eden Arşidük Franz Ferdinand ve eşinin peşindeki 6 kişilik tetikçi ekibi, defalarca kaçırdıkları fırsatların ardından emellerine 11.30’da ulaşabilmişlerdi.
Arşidük’ün öldürülmesine ilk tepkiler de Zagrep ve Saraybosna’daki Sırp toplumunun yaşadığı mahalleleri hedef alan provokasyonlarla başlamıştı. Suikast dahil tüm bu sürecin dönemin Çarlık Rusyası ve Fransa istihbarat servislerinin organizasyonuyla hayata geçirildiği kimi tarihçiler tarafından gündeme getirilmektedir.
Bu suikastın ardından Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesi 1 ayı bulmuş, Rus Çarlığı, Alman İmparatorlu, Fransa ve Belçika’nın birbirlerine savaş ilanlarıysa Ağustos ayının ilk haftasında gerçekleşmişti. Arşidük Franz Ferdinand’ın öldürülmesinin ardından tansiyonu düşürmek için yürütülen diplomatik çabalar baltalanmış, aynı bugün Rusya-Ukrayna Savaşı’nın sürmesini isteyenlerin yaptığı gibi, sabote edilmişti.
Fico saldırının yaklaştığını görmüştü
Şimdi dönelim bugüne. Robert Fico 2006 yılından bu yana ülkesinde başbakanlık görevini çeşitli defalar üstlenmiş, aslında Avrupa Birliği yanlısı bir siyasetçi. Ancak Rusya-Ukrayna Savaşı’nın şiddetlenmesinin ülkesinin çıkarlarına, refahına ve bölgenin geleceğine dair yarattığı tehditleri görerek, Kiev yönetimine silah yardımı yapılmasına karşı çıktı.
Dahası, Fico Slovakya halkının benzer durumdaki ülkelerde olduğu gibi “Avrupa Birliği yanlıları-Rusya yanlıları” kutuplaşmasına sürüklendiğinin farkındaydı. Slovakya Başbakanı 10 Nisan 2024 günü yayınladığı görüntülü mesajda, 3 muhalif medya kuruluşu tarafından hükümet üyelerine karşı yönlendirilen öfkenin, sokaklarda hakaret etmekten, silahlı saldırıya ne zaman dönüşeceğini de sorgulamıştı.
İşte bu mesajdan 35 gün sonra, 15 Mayıs’ta Slovakya’nın tanınmış bir yazarı 71 yaşındaki Juraj Cintula, Handlova’da düzenlenen kabine toplantısından çıkan Başbakan Fico’ya silahlı saldırı düzenledi. Her ne kadar bireysel bir eylem gibi görünse de Cintula’nın saldırısı 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı ve 20’inci yüzyıl başında rastlanan anarşistlere özgü bir tarzı anımsattı.
Bu tür saldırıların fikri hazırlığı dahi kişinin tek başına kurgulayabileceği bir durum değildir. Fico, saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Cintula’nın ülkesindeki Avrupa Birliği yanlısı partilere destek veren popüler bir isim olması ise meselenin burada kalmayacağına işaret ediyor.
Fico'ya düzenlenen saldırı Avrupa'daki aşırı sağın yükselişi süreciyle izah edilebilir mi?
Fico’ya düzenlenen saldırı yalnızca aşırı sağın yükselişi ve yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yarattığı gerilimle izah edilebilecek gibi değil. Bu eylem, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Avrupa’da yarattığı kutuplaşmaların, Avrupa Birliği ve NATO’nun Karadeniz’in kuzeyine ve Kafkaslara nüfuz etme siyasetlerinin, Balkan ülkelerindeki toplumları “Avrupa Birliği yanlısı-Rusya yanlısı” olarak damgalama projelerinin ulaşacağı yeni aşamanın başlangıç evresidir.
Fico’ya ateşlenen silahla ilgili olarak yalnızca Cintula mı sorgulanacak? Ülkelerinde ulusal politikalar talep edenlere karşı “renkli devrimler” organize edenlerin gelinen bu noktada payları yok mu? Bu saldırının sorumluluğu yalnızca bugün Avrupa’da yükselen aşırı sağda mı aranmalı?
Eski Varşova Paktı ülkeleri ile Birinci Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan ve demokratik parlamenter sistemlerinde emekleme aşamasında olan yeni devletleri sırf Rusya’nın nüfuz alanını daraltmak uğruna alelacele Avrupa Birliği bünyesine katanların sorumlulukları sorgulanmamalı mı?
Peki aynı siyasetleri bugün Karadeniz’in kuzeyinde ve Kafkaslar’da sürdürenlere ne demeli? Robert Fico’nun vurulması, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Arşidük Franz Ferdinand vakasındaki gibi Avrupa’da derinleşen jeopolitik çıkar çatışmalarının daha geniş çaplı hibrit çatışmalara evrilmesindeki basamaklardan yalnızca bir tanesidir.
Devamını Oku
19 Mayıs 2024 Pazar - 14:54
Fransa’dan “İşine geldiği gibi demokrasisi” dersleri
21’inci yüzyıl kaotik olduğu kadar kimi yönleriyle de farklı bir aydınlanmanın yaşandığı çağ oluyor. Başkalarının topraklarındaki dini ve etnik azınlıkları kışkırtarak devlet kurdurma uzmanlığı geliştiren, yetmezse terör örgütü kuran ve onların üzerine salan, üzerinde hegemonya kurmak istedikleri ülkeler hakkında insan hakları karneleri tanzim eden Batılı ülkelerin yaldızları dökülüyor, talkımı ele verirken kendilerinin salkımı nasıl yuttukları gelişen iletişim teknolojileri sayesinde ayan beyan ortaya saçılıyor.
Bunun son örneğini Fransa ile Yeni Kaledonya arasındaki gelişmelerde görüyoruz. Fransa, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında sömürgeleştirdiği, topraklarına 18 bin kilometre mesafedeki Pasifik Okyanusu’ndaki bu adanın yakasını bırakmamak için elindeki tüm gücü kullanıyor. Peki Yeni Kaledonya neden bu kadar önemli?
Hint-Pasifik’te AUKUS’tan sonra Fransa’ya ikinci darbe yolda
Kimilerinizin malumu olduğu üzere Afrika’daki sömürgelerinden askeri, ekonomik ve kültürel olarak tasfiye edilen Fransa, nüfuz alanlarını tazeleme ve genişletme konusunda gözünü Hint-Pasifik bölgesine dikmişti. Ancak 2021 yılında bu bölgede, hem de müttefiklerinden beklenmedik bir darbe yedi.
ABD-İngiltere ikilisi, Fransa’nın Avusturalya’dan aldığı denizaltı ihalesini de çöpe yollayacak şekilde bölgede AUKUS İttifakı’nı kurdular. Bu ittifak Avustralya’ya yalnızca ABD tarafından nükleer denizaltı temin edilmesini içermiyordu. Aynı zamanda Çin Halk Cumhuriyeti’nin çevrelenmesini de hedeflemekteydi.
Bu darbenin şokunu atlatmaya çalışan Fransa bugün Karadeniz, Körfez bölgesi ve Kafkaslar’da silah satışı yaparak AUKUS’ta yaşadığı hezimeti unutmaya çalışıyor. Ancak bu defa da Yeni Kaledonya vakası patladı. Nikel başta olmak üzere günümüzde dijital teknolojilerin ve savunma endüstrisinin ihtiyaç duyduğu metaller ve mineraller açısından zengin bir ada olan Yeni Kaledonya, Çin Halk Cumhuriyeti’nin de ilgi alanında.
Adada son yıllarda, 270 binin üzerindeki nüfusun yüzde 40’dan fazlasını oluşturan yerli Kanak halkının bağımsızlık talepleri giderek güçleniyor. Kendi kaderlerini tayin hakkı isteyen Kanakların, ada nüfusunun yüzde 25’lik kısmını oluşturan Avrupa kökenlilere karşı demografik üstünlükleri arttıkça, Paris’in canı bu işe sıkılmakta.
Bağımsızlık yanlıları her ne kadar son yıllarda üst üste yapılan referandumları boykot etseler de gelişmeler, Fransa’nın adadaki hükümranlığının sonuna yaklaşıldığına işaret ediyor.
Bağımsızlığı önleyemiyorsan seçmen kitlesini değiştir
İşte bu nedenle, kendilerinin ihtiyacı olan demokrasi derslerini başkalarına veren, kimin soykırım yapıp yapmadığına karar verme hakkını kendisinde bulan Fransa Ulusal Meclisi, “reform” adı altında bir anayasa değişikliğini masaya sürdü. Fransa Ulusal Meclisi’nde bu hafta kabul edilen değişikliğe göre yalnızca 10 yıldır Yeni Kaledonya Adası’nda yaşayan Fransızlara adanın kaderini belirlemeleri için seçimlerde oy hakkı tanınacak.
Yasa, Macron’un liderliğini yaptığı Cumhuriyetçilerin ve Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcıların işbirliği ile kabul edildi. (Fransa’da her cumhurbaşkanlığı seçiminde gündeme gelen “aşırı sağcı adayın önünü kesme stratejileri”ne de artık gerek kalmamış anlaşılan) Daha önce Senato tarafından da geçmiş olan yasanın parlamentonun iki kanadının bir araya geldiği Kongre’den de onay alması gerekiyor. Ancak yasanın Ulusal Meclis’te kabul edilmesiyle beraber Yeni Kaledonya’da isyan başladı. 14-15 Mayıs’taki şiddet olaylarında biri polis 3’ü protestocu 4 kişi öldü.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron 12 gün süreyle olağanüstü hal ilan etti ve adaya takviye güvenlik güçleri gönderildi. Macron, yasa tasarısını hemen Kongre’ye götürmekten vazgeçerek süreci soğutma yoluna giderken, Yeni Kaledonya’daki bağımsızlık yanlısı partilerin liderleri Paris’e davet edildi. Fransız hükümetinin adada başlayan şiddet olayları ile ilgili aldığı ilk kararlardan birinin Tik Tok’u yasaklamak olduğuna dikkat çekmek isterim. Bu karar Paris yönetiminin, Yeni Kaledonya’da yaşananlarla Çin Halk Cumhuriyeti arasında doğrudan bağlantı bulunduğuna dair kanaatinin bir delili olarak nitelenebilir.
Netice itibarıyla Yeni Kaledonya’nın öz evlatları Kanakların bağımsızlık taleplerinin kan ve şiddetle bastırılmasına dair Berlin’den, Kopenhag’dan ya da Stockholm’den bir açıklama yapıldığını görmemekteyiz. ABD Kongresi’nden senatörler de Fransa’yı Kanak halkı üzerinde uyguladığı şiddet nedeniyle kınamamakta. “İşine geldiği gibi Avrupa demokrasisi” şu anda yer altı zenginliklerini kimseye kaptırmak istemeyen Yeni Kaledonya halkına “efendilerinin kim olduğunu” hatırlatmakla meşgul. Batının çifte standartlı insan hakları anlayışının sergilendiği bu tiyatro oyununun yeni perdelerinde bakalım neler göreceğiz.
Devamını Oku
16 Mayıs 2024 Perşembe - 08:58
Rusya'daki değişimi anlamak: Belusov neyin simgesi?
Putin’in yenilenen devlet başkanlığı döneminde, Kremlin için planlanan güncelleme Andrey Belusov ismi etrafında vücut bulacak. Bu görev değişimini yalnızca Şoygu’ya yöneltilen yolsuzluk suçlamaları ya da Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında değerlendirmek, Rusya’nın gidişatını anlamak açısından yetersiz kalacaktır.
Rusya, şu anda Birinci Soğuk Savaş’ta mağlup olmasına yol açan en önemli engeli aşacak bir sıçramanın eşiğinde. 15 yıl boyunca SSCB Devlet Güvenlik Teşkilatı KGB’yi ( 1967-1982) yönettikten sonra sistemin zirvesine yükselen Yuri Andrapov, ülkesinin ekonomik olarak çöktüğünün ve teknolojik geri kalmışlığının farkındaydı.
Mihail Gorbaçov’u halefi olarak belirlemesinin ve İgor Ligaçev’i onun yanıbaşında konumlandırarak her ikisine Politbüro’da alan açması, Sovyetler Birliği’ni reformlar yoluyla birarada tutma çabasının ilk adımıydı. Lakin Gorbaçov, Ligaçev’in temsil ettiği devlet geleneğini kenara iterek SSCB’nin parçalanmasına gidecek rotayı tercih etti.
SSCB’nin merkezi ekonomik sistemindeki aksaklıklar ve elektronik teknoloji atılımındaki geri kalmışlığı Birinci Soğuk Savaş’taki mağlubiyetinin son safhasındaki baş aktörlerdi. SSCB’den geriye kalan Rusya’nın, Avrupa’da artık bir Napolyon ya da Hitler olmaması sebebiyle Avrupa’ya entegre olma çabaları sonuçsuz kaldığı gibi ABD’nin sonu gelmeyen düşman ihtiyacı nedeniyle Moskova 21’inci yüzyılda yeniden şeytanlaştırıldı.
SSCB sonrası Kremlin'de yeni güncelleme: Belusov 2.1
NATO’nun doğuya doğru ilerleyişini önlemek isteyen Rusya’nın ilk yanıtı devlet güvenlik teşkilatı içerisinden yetişen Vladimir Putin’i 1999-2000 yılında devletin zirvesine yerleştirmek oldu. Aradan geçen yıllarda “silovik sistemi” yani Rusya devlet güvenlik teşkilatlarından yetişen isimlerin, devlet kademelerinde öne çıktığı süreç başladı.
Bu süreç, 2008 yılında Gürcistan’da ve 2014 yılında Ukrayna’da kuvvet kullanma yoluyla NATO’nun Rusya sınırlarına dayanma girişimlerine yanıt verdi. 2022 yılının Şubat ayında NATO ilerleyişini kalıcı olarak durduracak ve “siyasi cephe hattını” stabilize edecek son hamle ise Ukrayna’nın başkenti Kiev önlerinde hezimete uğradı.
SSCB’nin 1968’de Çekoslavakya’ya ve 1978’de Afganistan’a askeri müdahalelerini iyi etüt ettikleri anlaşılan ABD ve İngiltere’den askeri danışmanların direktifleriyle Ukrayna ordusu, 24-25 Şubat günlerinde Kiev’e 10 kilometre mesafedeki Antonov Havalimanı ya da diğer ismiyle Hostomel Havalimanı muharebesinde Rus hava indirme birliklerini püskürtmeyi başarınca Rus savaş planları alt üst oldu.
Dahası Hostomel’e indirilecek zırhlı birlikler ve piyadelerle birleşmeleri planlanan Rus zırhlı birliklerinin de daha önce karşılaşmadıkları türden silahların ( kamikaze dron, SİHA, dron görüntüleriyle yönlendirilen topçu ateşi vs… ) saldırılarına maruz kalmaları Moskova’da ciddi bir bocalamaya yol açtı. Ancak, ABD-İngiltere ikilisinin cephedeki bocalamanın Rusya’yı siyasi ve ekonomik çöküntüye sürükleyeceği yönündeki beklentileri gerçekleşmedi.
Kremlin yönetimi cephede ortaya çıkan manzarayı, Rusya ile özdeşleşmiş “bürokratik hantallık” imajını tarihe gömecek bir hızda, ihtiyacı olan değişimin motoru olarak kullanmaya yöneldi. 2023 yılının ikinci yarısında Rus ordusunun cephede yeni silah teknolojilerini kullanmayı öğrendiğine şahit olmaya başladık.
Rus ordusu bu tarihten itibaren FPV tipi ya da kamikaze dronları Ukrayna ordusu kadar etkili şekilde kullanmayı öğrendi. Coğrafi derinliğini kullanarak savunma endüstrisini yeniden organize etti. Ekonomisi yaptırımlardan etkilenmediği gibi Dünya Bankası’nın tespitlerine göre 2024 yılında en fazla gelişecek ekonomi haline geldi. Bu gidişat, 7 Mayıs 2024 günü Vladimir Putin’in beşinci kez Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı görevi için yemin etmesiyle yeni bir aşamayı girdi.
Andrey Belusov Rusya'nın hedeflediği değişimin ürünü
Bu aşamanın sembol ismi ise Savunma Bakanlığı görevine getirilen Andrey Belusov oldu. En başta da ifade ettiğim gibi bu görev değişikliğini yalnızca Şoygu hakkındaki yolsuzluk suçlamaları ya da Rusya-Ukrayna Savaşı’nın gidişatı parantezinde değerlendirmek yüzeysel bir bakış olacaktır. Nitekim, Putin’in Kremlin’de tesis ettiği sistemin sac ayaklarından biri olan Şoygu çok uzağa da gitmiş değil.
Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Başkanı olarak sistemin içerisindeki varlığını sürdürecek. Ekonomist Belusov’un Savunma Bakanlığı görevine getirilmesi tercihini anlamak için Devlet Başkanı Putin’in 2023 yılının Aralık ayından bu yana kamuoyu önündeki açıklamalarına odaklanmak gerekiyor.
Putin, son 6 aydır Rusya’nın dijital teknolojilere erişiminin, teknolojik ve ekonomik dönüşümünün Ukrayna’daki askeri harekat kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Belusov, savunma endüstri kompleksinin harcamalarını kontrol altına alırken, bu alanın Rusya’daki tüm teknolojik atılım hamlesinin lokomotifi haline dönüştürme hedefiyle hareket edecektir.
Dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir husus da Belusov’un Rusya ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde kilit rol oynayan bir bürokrat olması. Pekin ile Moskova arasında mekik dokuyan Belusov’un geçen Ocak ayında Çin’e yaptığı son ziyaretin ardından, iki ülke ulusal para birimleri ile yapılan ticaretin toplam ticaret içerisindeki payının yüzde 95’e ulaşarak rekor kırdığı açıklanmıştı.
Bu anlamda Belusov’un Savunma Bakanlığı’na getirilmesi Batılı ülkelere yönelik mesaj niteliği de taşıyor. Son 1 ayda Pekin’i ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Almanya Başbakanı Scholz, İngiltere hükümetinin Hint-Pasifik İşlerinden Sorumlu Bakanı Trevelyan’ın temaslarında Çin yönetimine hep aynı mesaj verilmişti: Rusya’ya verdiğiniz teknoloji ve savunma ürünleri desteğini kesin!.
Belusov’un Savunma Bakanlığı’na atanmasıyla, Çin-Rusya işbirliğinin azalması bir yana tüm stratejik alanlarda artan ortaklıklar izleyeceğiz. Kremlin yönetiminde Belusov ile başlayacak dönüşümün, İkinci Soğuk Savaş’ta Rusya’yı ilk Soğuk Savaş’taki hatalarından uzak tutmayı hedeflediği anlaşılıyor.
Devamını Oku
13 Mayıs 2024 Pazartesi - 11:24
Nükleer ve bölgesel savaş kalmadı, mevsimlik gerilim verelim?
Yalnızca 10 gün kadar önce çevremizdeki sıcak çatışma ikliminin etkisiyle Rusya-Ukrayna savaşı kaynaklı nükleer savaş, İsrail-İran kaynaklı olarak da bir bölgesel savaş beklentisi, rating kaygısına kapılmış medya mecralarımız tarafından yoğun şekilde pazarlanmaktaydı.
“Konuşan kafalara” mevzu bulma kaygısı bir nebze anlaşılabilir olsa da, toplumda endişeleri tetikleyen, geleceğe yönelik özellikle ekonomik tabanlı planlamaları akamete uğratabilen bu “savaş” haberciliğine karşı toplumu medya okuryazarlığı bakımından bilgilendirmek şart.
Her ne kadar günümüzün jeopolitik mücadelelerinde, balistik füzelerin yoğun kullanımı, kamikaze dronların sahaya sürülmesi gibi faktörlerle bazı sınırlar aşılsa da yakın tarihi irdelediğimizde bu yaşananlar bölgemiz için yeni değil. Malumunuz olduğu üzere İsrail-İran arasındaki son gerilim, 1 Nisan 2024 günü İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna ait binanın vurulmasıyla tırmandı.
Ve yakın tarihe hakim olmayanlar sanki ilk kez böyle bir vaka yaşanıyormuş gibi savaş çığlıkları atmaya başladılar. Oysa bu ne iki ülke arasındaki ilk çatışmaydı ne de İran’ın Şam’daki diplomatik misyonu ve diplomatları ilk defa hedef alınmıştı. Günümüzden tam 40 yıl önce Şam’daki İran diplomatik misyonu yine hedef alınmıştı, hem de Büyükelçilik görevini yürüten İran devriminin önde gelen isimlerinden Ali Ekber Muhteşimipur’u hedef alan bir Mossad suikatiyle.
İran-İsrail savaş sahası olarak Lübnan
İran devriminin lideri Ayetullah Humeyni’ye Irak ve Fransa’daki sürgün günlerinde eşlik edecek kadar etkili bir isim olan Muhteşemipur, 1970’li yılların başında Lübnan’daki Şii silahlı grupların örgütlenmesinde önemli rol oynamıştı. 1 Nisan 2024 günü Şam’da öldürülen İran Devrim Muhafızları Tuğgenerali Muhammed Rıza Zahidi gibi, Muhteşemipur da 1982 yılında atandığı Şam Büyükelçiliği görevi sırasında bir yandan da Lübnan’daki İran yanlısı milis gruplarını yönetiyordu.
Muhteşemipur’un Suriye’ye büyükelçi olarak atandığı yıl aynı zamanda İsrail’in Filistin Kurtuluş Örgütü’nü yok etmek için Lübnan’ı işgal ettiği yıldı. İsrail ordusu ve onunla beraber hareket eden Lübnanlı Hristiyan milis gruplarına karşı yalnızca Filistin Kurtuluş Örgütü harekete geçmedi.
İran destekli İslami Cihad ve Hizbullah 1983 yılında savaşı durdurma gerekçesiyle Lübnan topraklarına ayak basan ABD ve Fransız ordusuna ağır darbeler indirdi. ABD’nin Beyrut Büyükelçiliği’ne düzenlenen ilk bombalı araçlı saldırıda 63 kişi yaşamını yitirdi. Bu saldırıda ölenlerden 8’i CIA görevlisiydi ki, bu saldırı hala ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı’nın tek seferde en çok elemanını yitirdiği saldırı olarak tarihteki yerini korumaktadır.
Ölenlerden biri de CIA’nın en iyi Ortadoğu analisti Robert Ames’ti. Ardından 23 Ekim 1983’te Beyrut’taki Amerikan ve Fransız askerlerinin kışlalarına bombalı kamyonlarla düzenlenen eş zamanlı saldırılar geldi.
Amerikalılar 241 askeri personellerini, Fransızlar ise 58 paraşütçü komandolarını kaybettiler. Hizbullah ve İslami Cihad bu süreçte İsrail ordusu ve Mossad’a da büyük zarar verdi. İsrail istihbaratının bu eylemlerin Şam’daki İran Büyükelçiliği’nden yönlendirildiğini tespit etmesiyle Büyükelçi Ali Ekber Muhteşemipur da hedef haline geldi.
14 Şubat günü gelen hediye
İsrail Başbakanı İzak Şamir, Mossad’a Muhteşemipur’un öldürüleceği operasyon için yeşil ışık yaktı. Ancak Muhteşemipur çok iyi korunuyordu ve gerek bugünkü silah gerekse elektronik istihbarat teknolojilerinin olmaması İsraillilerin işini zorlaştırmaktaydı.
Mossad bu durumda eski yöntemlere başvurmaya karar verdi. 1956 yılında Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ın başlattığı füze programı için çalışan, Nazi Almanyası’ndan kaçmış bilim insanlarına yönelik olarak iki defa bombalı mektupla suikast düzenlenmiş ve başarılı olunmuştu.
Denenip başarılı olandan şaşmamak gerektiğine karar vererek Muhteşemipur için de Şam Büyükelçiliği’ne gidecek bir paket hazırladılar. İran’ın Şam Büyükelçisi için hazırlanan pakette Londra’daki bir yayınevinde basılmış “İran ve Irak’ın Kutsal Mekanları” isimli bir kitap ve bu kitabın içerisine yerleştirilmiş bomba bulunmaktaydı.
Kitap ironik bir şekilde 14 Şubat 1984 günü İran’ın Şam Büyükelçiliği’ne ulaştı ve kapağı bizzat Büyükelçi tarafından açıldı. Patlamanın şiddetiyle Muhteşemipur sağ elini ve bir gözünü kaybetti ancak hayatta kaldı. Kitabı masanın üzerine bırakarak açması ve yüzüne doğru tutmamış olması hayatta kalmasında önemli rol oynadı. Ancak Şam Büyükelçiliği’ndeki patlama o yıllarda da İran ile İsrail arasında doğrudan bir savaşa vesile olmadı.
Muhteşemipur bu saldırının ardından İran’da İçişleri Bakanlığı görevine de gelerek sistemdeki yükselişini sürdürdü. Mossad’ın yapamadığını 2021 yılında Covid-19 virüsü yaptı ve İran’daki rejimin, bugün pek anımsanmayan bu kayda değer oyuncusu yaşama veda etti. Uzun lafın kısası sevgili okuyucular bölgemizde benzeri tansiyon artışları dönemseldir.
Yakın tarihi iyi etüt edip olayların varabileceği safhaları anlamak, paniğe kapılmadan tedbirli olmak iyidir. Karşımıza çıkan tek yenilik iki aktörün artık birbirlerinin topraklarını doğrudan vurma kapasitesine erişmiş olmalıdır, ki bu da belki de kozlarını artık kendi aralarında paylaşmaları bakımından hayırlı bile addedilebilir.
Devamını Oku
29 Nisan 2024 Pazartesi - 06:22
Kitlesel kıyımın normalleştirilmesinde yeni bir adım: İran'ın 13 Nisan saldırısı
Ortadoğu 13 Nisan 2024 gecesi, çatışmalarla şekillenen son 100 yıllık tarihinde, geleceğin daha kanlı günlerinin habercisi bir eşiği daha geride bıraktı. Tahran yönetimi 1 Nisan günü, Şam’da üst düzey subaylarının yaşamlarına mal olan İsrail saldırısına, bir nevi danışıklı dövüş olduğu aşikar yanıtını 13 Nisan günü verdi.
Günler öncesinden bölgedeki ülkelerin bilgilendirildiği, ABD’ye ayrıca uyarıların yollandığı bu tür bir eylemin benzerine yakın geçmişte rastlanmıştı. 3 Ocak 2020’de İranlı General Kasım Süleymani’nin Bağdat Havalimanı’nda öldürülmesinin ardından, Tahran ve Washington yönetimleri neredeyse randevulaşarak bir misilleme tiyatrosunun başrolü için sahneye çıkmışlardı.
Atılacak füze sayısı ve tipinden, vurulacak ABD üslerine kadar neredeyse tüm mizansen kurgulandığı şekilde cereyan etmiş, General Süleymani’nin intikamı kimsenin burnu kanamadan “alınmıştı”!. Bu defa da İran topraklarından fırlatılan kamikaze dron ve füze sayısı ile kıyaslandığında Ürdün topraklarındaki birkaç sivil ile İsrail’deki bedevi göçerlerden bir kız çocuğunun zarar görmesi, şovun yönetmeleri tarafından gayet kabul edilebilir sonuçlardı.
Ancak 13 Nisan gecesi yaşananlar hakkında acilen ve etraflı şekilde düşünülmesi gereken iki husus var.
Bunlardan ilki Ukrayna-Rusya Savaşı’nın 2022 yılında başlayan ikinci bölümüyle gündeme gelen, kamikaze dron ve balistik füze kullanımının giderek olağan hale ge(tiri)lmesi.
Dünya aklını yitirmiş olabilir mi?
Uluslararası toplum kamikaze dronların ve füzelerin durdurulmasındaki başarı istatistiklerini alkışlıyor.
ABD savunma kaynaklarına göre İran, 13 Nisan saldırısında 170 adet Şahid-136 kamikaze dronu, 45 güdümlü füze ve 110 balistik füze kullandı. Tüm bu silahların yüzde 99’u hedeflerine ulaşamadan imha edildi.
Dahası bunların büyük bölümü İsrail hava sahasına dahi gelemedi. Ukrayna-Rusya savaşını ayrıntılarıyla izleyenler zaten katmanlı ve organize hava savunma sistemi kuran bir ordu karşısında İran yapımı kamikaze dronların şansı olmadığının farkındalar.
Rusya’nın Ukrayna topraklarına yolladığı Şahid-136 kamikaze dronlarının yüzde 90’ı hedeflerine ulaşamadan imha ediliyor. Üstelik Ukrayna ordusu bunları imha etmek için sofistike silahlara da ihtiyaç duymuyor.
Büyük kalibreli sıradan ateşli silahlar dahi, alçaktan uçan bu dronları imha etmek için yeterli oluyor. Ancak burada garip olan, uluslararası toplumun gün geçtikçe bu silahların kullanımını normalleştiriyor olması.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ikinci kısmına kadar geçen 70 yıllık dönemde de dünya, ülkeler arası pek çok anlaşmazlığa şahit oldu. Ancak çatışmaya dönüşen bu anlaşmazlıklarda Hindistan, Pakistan, Çin Halk Cumhuriyeti, Mısır, Ürdün, İsrail gibi ülkeler, sınır bölgelerinde sivillerden ve gözlerden uzak noktalarda topçu düellosuna girişir ve hem çatışma hem de kayıplar sınırlı ölçülerde kalırdı.
Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda zeplinleri Londra ve Paris’i bombalamak için kullanması, İkinci Dünya Savaşı’nda yine Nazi Almanyası’nın Londra’yı V1 ve V2 füzeleriyle terörize etmesi, ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki kentlerini nükleer silahlarla vurması, lanetlenen eylemlerdi.
İran-Irak Savaşı sırasında tarafların Scud füzelerinin kentleri vurmak için kullanmaları acizliğin belirtisi olarak değerlendirilmiş ve kınanmıştı. Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD’nin Bağdat’ı hedef alan gece bombardımanları televizyonlardan canlı yayınlanırken önce bir medeniyet şovu olarak alkışlanmış, akabinde siviller üzerinde yarattığı yıkım yakın çekimden ekranlara yansıdığında, gelişmiş teknolojilerin zannedilen seviyede, siviller için hassasiyet sağlamadığı anlaşılmıştı.
Bugün geldiğimiz noktada ise ülkeler aralarındaki anlaşmazlıkları kuş uçmaz kervan geçmez sınır boylarında orduları arasında çözmekle yetinmek istemiyorlar. Kamikaze dronlar ve balistik füzeler kullanarak hasımlarının sivil yerleşim alanlarını, enerji alt yapılarını vurmak, sivilleri aç ve susuz halde dondurucu soğuklarda bırakmak, barajları patlatıp yıkarak doğal afetlere sebep olmak istiyorlar.
ABD ve İsrail tarafından işlevsizleştirilen çok taraflı uluslararası kurumlar ise bu saldırıları kınamanın peşini bırakmış durumda. İsrail’in Gazze’yi hedef alan saldırılarında 33 bin kişinin öldürülmesi de işte bu normalleştirme operasyonu kapsamında yitip gidiyor.
Ortadoğu'da bilmediğimiz ittifaklar mı var?
13 Nisan saldırısına dair üzerinde durulması gereken bir başka husus ise İran saldırısını karşılamak için harekete geçen güçlerin yapısı. İsrail topraklarının korunmasında yalnızca İsrail hava savunma sistemleri ve uçakları mesai yapmadı.
Bilebildiğimiz kadarıyla ABD’nin yanısıra, İngiltere, Fransa ve Ürdün aktif olarak savunma operasyonunda rol aldı. Gerek yerdeki hava savunma sistemleri gerek adı geçen ülkelerin uçakları gece boyunca füze ve dron avındaydılar.
Muhtemelen ilerleyen günlerde bu dörtlüye farklı boyutlarda katkıda bulunan diğer bölge ülkelerinin de isimlerini ve rollerini öğreneceğiz. Bu noktada şu soruyu sormak lazım. Acaba Tahran yönetimi, füzeleri ve dronları ile yarattığı tehdide karşı organize olan bu kolektif savunma ittifakının farkında mı?
Nükleer enerji programını, nükleer silah edinme yönünde şekillendirmesi halinde bu ittifakın alacağı pozisyona karşı tek başına ayakta kalması mümkün mü? Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ABD Başkanı Wilson’ın Paris’teki müzakerelere gelirken masaya koyduğu şartlardan biri uluslararası ilişkilerde şeffaflığın sağlanmasıydı.
Yani, savaşa giderken yapılan gizli ittifak ve karşı ittifak anlaşmalarına son verilmesini istiyordu. Wilson’un ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında hayata geçen bu beklentisinin, uluslararası çok taraflı kurumların otoritelerinin yok olmasıyla beraber geçerliliğini yitirdiğini düşünebilir miyiz?
Devamını Oku
14 Nisan 2024 Pazar - 16:49
İkinci Soğuk Savaş'ta bir ileri adım daha: AKKA'nın ölümü
SSCB’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgarının önüne kattığı coşku 1989 yılının sonbaharında Berlin Duvarı’nı yerle bir etmişti. Soğuk Savaş’a nokta konmak üzere olunduğunun bir diğer emaresi ise Berlin Duvarı’nın aşılmasının üzerinden 1 yıl geçtikten sonra, 19 Kasım 1990’da Paris’te görüldü.
Varşova Paktı ve NATO üyesi ülkelerin bir süredir yürüttüğü müzakereler neticesinde taraflar Avrupa’da tansiyonu düşürecek ve nükleer savaş riskini azaltacak bir anlaşmaya imza koydular. Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA) her iki tarafın ordularının tank, zırhlı araç, topçu silahı, savaş uçağı ve saldırı helikopteri sayılarını sınırlıyordu. Bazı örnekler vermek gerekirse taraflar birbirlerinin sınır bölgelerinde 20 bin tank, 30 bin zırhlı araç ve 6 bin 800 savaş uçağı bulundurabilecekti.
5 Nisan 2024 tarihi itibarıyla Resmi Gazete’de yayımlanmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin AKKA’dan çekildiğine dair Cumhurbaşkanlığı Kararı günümüz gençlerine pek bir şey ifade etmemiş olabilir. Türkiye’nin 1 Nisan 1992 yılında onayladığı anlaşmanın uygulanmasına, 8 Nisan 2024 günü son verilecek.
AKKA, Avrupa'nın Sovyet tank taarruzu korkusuna son vermişti
Anlaşmanın imzalanması ile beraber Avrupa ülkelerinin Orta Avrupa ovalarından Batı Avrupa’ya yönelecek Varşova orduları tank taarruzu korkusu da son bulmuş oluyordu. Ayrıca büyük bir Sovyet tank taarruzunu durdurmak için nükleer silaha başvurma seçeneği de ortadan kalkmış olacaktı. Türkiye ise her an Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesini hedef alabilecek bir Sovyet işgal denemesi ihtimalinden kurtuluyor, kuvvet indirimine gitmek suretiyle savunma harcamalarını, halkın refahına yönlendirmenin yolunu açıyordu.
AKKA Anlaşması, Birinci Soğuk Savaş’ın sona ermesi bakımından yaklaşık 1 yıl sonra Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nin dağılma kararına atacağı imzadan çok daha fazla önemliydi. Ancak bu anlaşmanın ömrü NATO ittifakının doğuya doğru genişleme çabalarına paralel olarak kısaldı ve Türkiye açısından içerisinde bulunduğumuz Nisan ayında sınırlamalar ortadan kalkmış olacak.
Gorbaçov’un 1986-1990 arasında ilerleyen bloklar arasındaki yumuşama süreci esnasında, NATO’nun doğuya genişlemeyeceğine dair kararı yazılı bir belgeye dayandırmayıp, sözlü olarak almakla yetinmesi AKKA’nın ölümünün de başlıca sebeplerinden biri oldu. NATO, SSCB dağıldıktan yalnızca 2 yıl sonra eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri bünyesine katmaya başladı. NATO’nun genişleme sürecinin Balkanlar ve Kafkaslar istikametine yönelmesi ise Rusya için kırılma anı oldu.
NATO'nun genişleme adımları AKKA için sonun başlangıcıydı
2007 yılının 14 Temmuz günü Rusya AKKA’ya olan yükümlülüklerini askıya aldı. Nitekim hemen ertesi yıl NATO’ya girme çabası içerisinde olan Gürcistan’a yönelik bir saldırı başlattı ve Tiflis kapılarına kadar dayandı. Ardından bu kez Ukrayna’nın NATO üyesi olma girişimleri Rusya’yı yeniden harekete geçirdi. 2014 yılında Donbas’tki Rus ayrılıkçıları harekete geçiren Moskova yönetimi eş zamanlı olarak Kırım’ı da ilhak etti.
2015 yılı ise Rusya’nın AKKA’ya aktif katılımının sonu oldu. Tamamen iplerin koptuğu nokta ise 2022 yılının Şubat ayında Ukrayna-Rusya Savaşının yeniden alevlenmesiyle geldi. Rusya’nın Kiev’i ele geçirmeye yönelik savaş planı başarısız olduğu gibi, NATO üyesi ülkelerin Ukrayna’ya ellerinde tank, zırhlı araç, tanksavar füzesi, topçu silahları namına ne varsa aktarmasıyla beraber, sınırlardaki askeri güçlerin sayısının ve oranının hiçbir önemi kalmadı.
Ancak 2023 yılının Haziran ayında Ukrayna karşı saldırısının sonuçsuz kalması dengeleri tekrar değiştirdi. Bu defa savaş alanında inisiyatifi ele geçerine Rusya 7 Kasım 2023’te AKKA’dan tamamen çekildiğini Devlet Başkanı Putin’in attığı imzayla ilan etti. Bunun ardından NATO da aynı gün bu anlaşmayı resmen askıya aldığını duyurarak yanıt verdi.
Dahası Rusya Devlet Başkanı Putin, AKKA’yı sonlandıran anlaşmaya imza atmakla da kalmadı. Aynı gün, “Kapsamlı Nükleer Testlerin Yasaklanması Anlaşması” da Rusya nezdinde son buldu. Moskova yönetiminin 1996 yılında imzaladığı bu anlaşma ABD yönetimi tarafından hiçbir zaman onaylanmamıştı.
Yeni nesil silah platformları AKKA'nın anlamını azalttı
Meseleye teknik olarak baktığımızda ise kamikaze dronların, su üstü insansız deniz araçlarının, silahlı insansız hava araçlarının ve hipersonik füzelerin hakim olduğu savaş alanında artık AKKA’nın geçerliliği de kalmamıştı. Ukrayna’da şahit olduğumuz manzaralar da, yeni nesil silahların dengeleri tamamen değiştirdiği bu ortamda AKKA’nın kısıtladığı silah sınıflarının muharebelerde geçmişteki gibi belirleyici etkileri olmadığını ispatladı.
Anlaşmanın ortadan kalkmasının siyasi etkileri ise İkinci Soğuk Savaş Çağı’nda çıtanın bir kademe daha yükseldiğine işaret ediyor. Rusya’nın Mayıs ayı sonu ya da Haziran ayında başlayacağı iddia edilen karşı saldırısında Donbas’taki Ukrayna savunma hatlarının çökmesi halinde Almanya ve Baltık ülkeleri Rus zırhlı birlikleri kabusunu yeniden yaşamaya başlayabilirler. AKKA’nın resmen ortadan kalkmasıyla 2025 yılından itibaren NATO ittifakının Avrupalı ortaklarının üzerindeki savunma harcamalarının yükselmesi baskısı daha da artacaktır.
Devamını Oku
05 Nisan 2024 Cuma - 14:22
Daha Fazla Göster