Mehmet Kancı
Mehmet Kancı

mehmet.kanci@gdh.digital

“Kartaca yıkılmalıdır” Keza İran da

Geçen hafta bu köşede sizlere Suriye, Libya ve Irak’ın nükleer programlarının ABD-İsrail işbirliği ile nasıl yok edildiğinden bahsetmiştim. Dahası 1979’da bir devrimle işbaşına gelen İran’daki sözde İslam rejiminin 1980 ve 1981 yıllarında İsrail ile al gülüm ver gülüm tadındaki neşe içerisindeki istihbarat işbirliklerini ve Saddam Hüseyin rejimini zayıflatacak saldırılardaki koordinasyonlarına dair tarihi gerçekleri paylaşmıştım. 

Gün oldu devran döndü, şimdi kazan İran için kaynamakta. 12 Nisan günü Umman’da ABD ile İran arasında, Tahran yönetiminin nükleer programının geleceğine dair bir görüşme gerçekleşti. İranlılar ısrarla “dolaylı” görüştüklerini iddia ederken, ABD tarafına göre bu doğrudan bir görüşmeydi. Her iki tarafı da anlamak mümkün. 

İran yönetimi bunca yıl hakaret ve nefret mesajları saçtıkları ABD ile doğrudan görüştükleri anlaşılırsa ne içerde ne de aslında Ortadoğu’daki diğer partnerleri nezdinde dibi görmüş itibarlarını daha fazla ayakta tutamayacaklar. ABD’ye gelecek olursak, en hafif tabiriyle bir dediği bir dediğini tutmayan ve geride kalan 85 günde neredeyse her tehdidinden geri adım atan Washington’un temsilcilerine itimat etmek mümkün değil. 

Her neyse görüşme ister dolaylı, ister dolaysız ister araya bir perde germek suretiyle gerçekleşmiş olsun, ortaya çıkan sonuç şu: İran geçmişteki örneklerde olduğu gibi meseleyi zamana yaymak, diplomasinin çıkmaz sokaklarına dalmak ve nükleer programın çetrefil ayrıntılarını büyük meselelermiş gibi masaya sürerek zaman kazanma niyetinde. Ancak karşılarında Donald Trump’ın eksantrik kişiliğinin varlığını unutuyor gibiler.

“Aptal insanlarla uğraşmaya alışanlar” ülkesi 
 

Trump bir müzakere insanı değil. “Al ya da git” insanı. Yani zenginleştirilen uranyumun oranı, santrifüj sayısı gibi ayrıntılar Trump’ın ilgileneceği konular arasında değil. Nitekim müzakerelerin gidişatına dair yaptığı açıklamada Tahran yönetimi için kullandığı ifadelerin üzerinde durmak gerek. Öncelikle şu cümle: “İran bizimle anlaşmak istiyor ama nasıl olacağını bilmiyorlar”. Trump aynı cümleyi ticaret anlaşması konusunda Çin Devlet Başkanı Şi için de kullanmıştı. Bu üstten bakan ifade tarzının Pekin’de karşılık bulması mümkün değil ama İranlılar için şu anlama geliyor. “ABD’nin ne istediğinin farkında değilsiniz.” 

Ve devam ediyor Trump:
Cumartesi günü onlarla nasıl bir toplantı yaptığımızı gerçekten bilmiyorlar. Önümüzdeki cumartesi bir toplantı daha planladık. Dedim ki, bu çok uzun bir süre. Bilirsiniz, bu uzun bir süre. Sanırım bu bizi biraz oyalıyor olabilir.ABD Başkanı, İran yönetiminin “ipe un sermeye” odaklı siyasetinin gayet farkında ve bunu uzatmalarına müsaade etmek niyetinde değil. İran’ın nükleer silaha sahip olamayacağını üst üste 3 cümle ile daha vurgulayan Trump’ın şu son cümlesi de kayda değer: 

“Bence bizi oyalıyorlar çünkü bu ülkede aptal insanlarla uğraşmaya çok alışmışlar”

Tahran yönetimindekilerin yerinde olsam bu cümleyi duyduktan sonra 17 Ekim 2024’te başlayıp, son olarak 4 Nisan’da Yemen hava sahasında sahnelenen bir gelişmeye dikkat ederdim. ABD’nin B-2 stratejik bombardıman uçakları bir buçuk yıldır Yemen üzerinde talim yapıyorlar. Yaklaşık 9 bin kilometreyi yakıt ikmali yapmadan geçebilen bu uçakların en önemli özelliği GBU-57 mühimmatıyla toprağın derinliklerine gizlenmiş karargahları, füze depolarını ve nükleer tesisler gibi hedefleri ortadan kaldırabilmelidir. 

Üzerine doğru gelen fırtınadan bir şekilde kaçabileceğine dair sarsılmaz inancını koruyan İran’daki yönetime bir bakıma saygı duymamak mümkün değil. Ama tarih de çekirgenin ancak iki kere sıçrayabildiği örneklerle örülü.

Eşyanın tabiatı icabı İran vurulacak 

Mesela Roma İmparatorluğu’ndan günümüzü gelen şu meşhur söz: Ceterum censeo Carthaginem esse delendam – Bu arada kaaatimce Kartaca yıkılmalıdır”Romalı senatör Marcus Porcius Cato, katıldığı senato oturumlarında hangi konuda konuşursa konuşsun hitabını hep bu sözle noktalarmış.

Senatör Cato’daki bu takıntının sebebi ise Milattan Önce 152 yılında Kartaca’ya yaptığı ziyarete dayanıyor. Roma ve Kartaca, Milattan Önce 218-211 yılları arasında Akdeniz’in hakimiyeti için İkinci Pön Savaşı’na tutuşmuşlardı. Kartacalı General Hannibal filleriyle Roma’nın kapısına dayanmış neredeyse dünya tarihinin akışını değiştirmenin eşiğine gelmişti. 

Ancak Romalı Scipio sahneye çıktı ve savaşı Kartaca’nın topraklarına yani Afrika’ya taşıyarak Roma’nın talihini değiştirdi. Hannibal bu mağlubiyetin ardından sürgüne gitmiş, Romalılara teslim edilmemek için de bugünkü Gebze civarında intihar etmiştir. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle mezar yeri aranmış, ancak bulunamamış olsa da bugün Gebze’deki TÜBİTAK arazisinde adına bir anıt yapılmıştır ve ziyarete açıktır. Konumuza dönecek olursak işte bu savaşın ardından Milattan Önce 152 yılında diplomatik bir görevle Kartaca’ya giden Cato hayretler içerisinde kalır. Çünkü Kartaca 60 yıl önce uğradığı yenilgiyle ilgisi olmayan bir şekilde refah içerisindedir. 

Cato’ya göre sınırları küçülmüş olsa da bu refah seviyesindeki bir Kartaca’nın günün birinde tekrar Roma’ya saldırma ihtimali kaçınılmazdır. Cato’nun beklentisi yalnızca üç yıl sonra karşılık bulur ve Milattan önce 149’da başlayan üçüncü Pön Savaşının 3 yıllık neticesinde Kartaca sadece tarih sahnesinden değil, haritadan tamamen silinecek şekilde yok edilir. Çekirge üçüncü defa sıçrayamamıştır. 

İsrail’in Gazze’deki katliamla Ortadoğu’da başlattığı paradigma değişimi de artık İran’ın modern Kartaca olacağına işaret ediyor. Gelişmeler eşyanın tabiatının gereği, İran’ın vurulmasını kaçınılmaz kılıyor.

Devamını Oku

16 Nisan 2025 Çarşamba - 08:03

önceki yazıları

Eski dost düşman olur mu olmaz mı?

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun aniden Washington’a çağırılması dünyayı bir anda alarma geçirdi. Zelensky vakasından sonra dünya liderlerinin itinayla uzak durduğu Beyaz Saray’a gelmeyi tercih edecek başka birini de bulmak zaten kolay değildi. Ancak herkesin cevabını aradığı soru şuydu: Neden Trump, Netanyahu’yu bizzat görmek istemişti? Görüşmenin ana gündem maddesi neydi? Telefon ya da video konferans ile konuşulamayacak kadar önemli bu konu neydi?

ABD, 15 Mart’tan itibaren Yemen’e saldırı başlatmış, İsrail ise 18 Mart’tan sonra Gazze’de katliam suçlarına yenilerini eklerken, İran’a düzenlenmesi muhtemel bir saldırının planlaması öncelikle akla gelen ihtimaldi. Nitekim, Netanyahu’nun Washington ziyaretinden 1 hafta önce ABD Merkez Kuvvetler CENTCOM Komutanı General Kurilla, İsrail’in yeni Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir ile Kirya’daki üste bir araya gelmişti.

Kirya üssündeki toplantıların genellikle bölgede yeni bir saldırının habercisi olduğu pek çok kişinin malumu. Ayrıca bu görüşme öncesinde ABD’nin askeri nakliye uçaklarının İsrail’e seferleri artmış, yeni hava savunma bataryalarının teslimi de gerçekleşmişti. Trump’ın, İsrail’in Gazze saldırısına desteği de tamdı. Kendisini iktidara taşıyan Siyonist lobisine yaranmak için, Trump 23 Mart’ta Gazze’de 15 sağlık görevlisinin İsrail ordusu tarafından katledilmesini dahi cansiperane şekilde destekledi.

Sağlık görevlileri ve itfaiyeciler bombardımana hedef olan bir bölgeye müdahale etmek için olay yerine ulaştıklarında önce İsrail askerlerinin ateşine maruz kalmış, daha sonra araçlarından indirilen sağlık ve itfaiye görevlileri yakın mesafeden ateş edilerek katledilmişlerdi. Toplu mezarların tespit edilmesiyle ortaya çıkarılan katliamın boyutları İsrail askerlerinin “çalmayı” unuttukları bir akıllı telefonun saldırının ilk anlarına dair içerdiği kayıtlarla da tüm dünyanın gözlerinin önüne serildi.

Trump, bu katliamı dahi “bölgede ambulansların olması, teröristlerin bulunmadığı anlamına gelmez, Hamas terör saldırılarında ambulansları kullanıyordu” sözleriyle savundu.

Trump Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne şov için mi Netanyahu'yu çağırdı?

Konumuza dönecek olursak Trump’ın davetinin sebebi belki de Netanyahu’yu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararına rağmen tutuklanmadan ABD’ye getirerek bir gövde gösterisi yapmaktı. İsrail Başbakanı, 3 Nisan Perşembe günü Macaristan’ı ziyaret ederek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararına meydan okumuştu.

Macaristan hükümeti tarafı olduğu Roma Statüsü’ne rağmen Netanyahu’nun hakkındaki tutuklama kararını işleme koymadığı gibi Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden çekileceğini duyurdu. Netanyahu’nun, mahkemeye üye hangi ülkelerin hava sahasını kullanarak Budapeşte’ye ulaşabildiği de bir başka soruydu. Bu sorunun yanıtı için, Netanyahu’nun Macaristan ziyaretinin hemen öncesinde 30 Mart’ta Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in İsrail ziyaretine bakmak lazım.

Miçotakis ve Netanyahu’nun görüşmeleri esnasında pişmiş kelle gibi sırıtarak verdikleri pozlar, muhtemelen Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin İsrail’den silah alımının yanı sıra, Netanyahu’nun Atina üzerinden Macaristan’a geçişinin sağlandığına dair emareleri de içermekteydi. Netanyahu’nun Macaristan’dan ABD’ye giderken muhtemelen Hırvatistan-İtalya-Fransa hava sahalarını kullanıp buraları da tutuklanmadan aşmasıyla Trump-Netanyahu ikilisi Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni paspasa çevirmiş oldular.

Bu şovun ardından Beyaz Saray’da yapılan görüşmenin medyaya yansıyan kısmının manşeti, Suriye merkezli olarak Türkiye-İsrail ilişkileri ve Trump’ın iki ülke arasında arabuluculuk yapma beyanıydı. Netanyahu, Trump’ın ülkesine uyguladığı yüzde 17’lik gümrük vergisini düşürmek konusunda bir ilerleme sağlayamadı ama her yıl ABD’den karşılıksız 4 milyar dolar alan, tedarik ettiği silah ve mühimmatın hesabının ise sorulmadığı bir ülke için yüzde 17’lik gümrük vergisi sorun olmasa gerek.

İran için kritik tarih 12 Nisan

Washington’da basına yansıtılmayan tek konu İran olduğuna göre, bu ülkenin yürüttüğü nükleer programa dair başvurulacak seçenekler konusunun muhakkak ana gündem maddesi olduğu sonucuna varabiliriz. Trump’ın İran dini lideri Ali Hamaney’e 7 Mart’ta mektup gönderdiğini açıklamasının ardından, Tahran yönetimine nükleer programını durdurması için 2 ay süre tanınmıştı. Bu sürenin bir ayını geride bıraktık.

12 Nisan Cumartesi günü Umman’da İran Dışişleri Bakanı Arakçi ile Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Witkoff başkanlığındaki heyetlerin yapacakları görüşme büyük ihtimalle işin rengini belli edecek. Ülkemizdeki yaygın kanaat, İsrail ve İran’ın varlıklarını sürdürmek için birbirlerine ve ortaklaşa yarattıkları şiddet döngüsüne ihtiyaç duydukları yönünde. Ancak hem ABD’nin Trump’ın başkanlığa gelişi ile, İsrail’in ise 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’ye saldırısı ile başlattığı paradigma değişiklikleri, İran’a bu haliyle artık ihtiyaç kalmadığını gösteriyor.

İran, ABD ve İsrail için işlevini yitirmiş olabilir

İran’ın Abadan’daki, Hazar Denizi’ndeki ve İran Körfezi’ndeki petrol ve doğalgaz kaynaklarına, Ukrayna örneğinde planlandığı gibi, ABD tarafından çökülmesinin zamanı gelmiş olabilir. Suriye’yi kaybeden İran artık İsrail’in yaşaması için kendisinin vazgeçilmez olduğuna dair ABD’ye sunacak kanıt ve hizmet de bulamıyor. İran’ın hizmeti demişken, geçen hafta 4 Nisan günü, İran’daki sözde İslami rejimi ile İsrail arasındaki işbirliğinin çarpıcı bir örneğinin 44’üncü yıldönümüydü.

İran İslam Cumhuriyeti ile İsrail ilişkilerinin en parlak yılı: 1981

1981 yılında, İran-İsrail ilişkilerinde Şah Rıza Pehlevi döneminde dahi rastlanmayan düzeyde parlak işbirliği örnekleri sergilenmekteydi. İran, Irak lideri Saddam Hüseyin’in başlattığı savaş nedeniyle zor günler geçirmekteydi.

İsrail ise gerek Filistin meselesine verdiği destek gerekse doğrudan İsrail topraklarını vuracak silah teknolojileri arayışında olduğu için o yıllarda Saddam Hüseyin’i bir numaralı tehdit olarak algılıyordu. Dahası, Irak, Fransa’nın da desteğiyle bir nükleer reaktör inşa etmekteydi ki Ortadoğu’da kendisi dışında bir ülkenin nükleer teknolojiye ve silaha sahip olması İsrail’in en büyük kabusuydu.

İsrail, Irak’ın başkenti Bağdat’a 17 kilometre mesafede inşa edilen nükleer reaktörün imha edilmesi işini önce İran’a havale etti ve onlara gereken istihbaratı temin etti. İran’ın 30 Eylül 1980’de yaptığı hava saldırısı reaktörün imhasına yetmedi. Bunun üzerine İsrail kendi işini kendi yapmaya karar verdi ve 7 Haziran 1981’deki hava saldırısıyla hem reaktör hem de Irak’ın nükleer programı ortadan kaldırıldı. Ancak bunun hemen öncesinde İsrail’in temin ettiği istihbarat ve muhtemel elektronik harp desteğiyle İran tarafından Irak topraklarına gerçekleştirilen bir başka saldırı daha vardı.

İran-İsrail işbirliğinin parlak örneği: H3 Hava Üssü saldırısı

4 Nisan 1981’de bu defa İsrail’in sağladığı istihbarat ile İran hava kuvvetleri, Irak-Ürdün sınır bölgesindeki H-3 hava üssünü hedef aldı. Saldırıda 8 adet F-4 Fantom uçağı vurucu güç olarak kullanılırken, hem İran hem de Suriye hava sahasında Boeing 707 ve Boeing 747 tanker uçakları en az 4 defa Fantomlara yakıt ikmali yaptı.

Harekat sırasında bir C-130H erken uyarı uçağı ve Boeing 747 uçağı da komuta kontrol merkezi olarak görev yaptı. Tam mühimmat yüklü  Fantom uçakları H-3 üssünü vurabilmek için Urumiye üzerinden Türkiye-Irak sınırını takip edip, Suriye-Irak sınırına geldiklerinde güneye döndüler. İran tanker uçaklarının etkili desteği için Hafız Esad yönetimi de Şam ve Palmira’daki hava üslerini İran’a açtı.

İddia o ki 3 bin 500 kilometrelik bu yolculuk boyunca, Irak radarlarına yakalanmamak için yakıt ikmali imkansız sayılan 50 metre irtifada yapıldı. İran Hava Kuvvetleri, filosundaki iki F-14 Tomcat uçağını gelişmiş radar sistemleri ile Irak sınırında gezdirirken, F-5 uçakları ile Kerkük’teki bir Irak üssüne de şaşırtma saldırısı yaptı.

Irak ordusu saldırıya tam anlamıyla gafil avladı. Dönemin uzmanlarının yaptığı incelemelerde 3 Antonov An-12 nakliye uçağı, bir Tu-16 bombardıman uçağı, 4 MiG-21, 5 Su-20/22s, 9 MiG23 ile Fransız yapımı iki Mirage F1EQ ve dört helikopter tamamen imha edildi. 11 helikopter ile iki Tu-16 bombardıman uçağı ise tamir edilmesi imkansız şekilde hasar gördü.

Fransız Mirage uçakları yalnızca 1 hafta önce Irak’a teslim edilmişlerdi. İran hava saldırısında aralarında Demokratik Alman, Mısır ve Ürdün vatandaşlarının bulunduğu personelden 20’den fazla kişi yaralandı, 2 Iraklı pilot ile 14 teknik personel hayatlarını kaybetti. İran’ın bu saldırısı, havacılık tarihinin en başarılı hava saldırılarından biri olarak kayda geçti.

Belki de etkileri itibarıyla, Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından dahi önemli sonuçlar verdi. Çünkü İsrail bu saldırıdan yalnızca 2 ay sonra H3 hava üssü bölgesinden hiçbir engellemeyle karşılaşmadan uçaklarını geçirerek Irak’ın nükleer tesislerini vurdu. İran’ın o günden bu yana benzer ölçekte bir saldırı gerçekleştiremediği dikkate alınacak olursa, H3 operasyonunun yalnızca İsrail’in istihbarat desteği ile düzenlendiğini söylemek meseleyi hafife almak olacaktır.

Bu saldırıda görev yapan İran pilotlarının tamamı, Şah Rıza Pehlevi döneminde İran-İsrail-ABD ilişkilerinin karmaşık bir şekilde iç içe geçtiği yıllarda yetişmişlerdi. Ancak bu pilotların kaderi Ayetullah Humeyni’nin siyasi rakiplerini tasfiye operasyonu esnasında değişti.

İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Ebulhasan Benisadr 21 Haziran 1981’de görevden alındıktan sonra 28 Temmuz günü, İran Hava Kuvvetlerine ait bir tanker uçağıyla Fransa’ya kaçtı. H3 operasyonunu planlayan ve katılan tüm hava kuvvetleri subayları bu firarın ardından tasfiye edildiler.

Tarihin cilvesine bakın ki, Irak’ın nükleer programını ve hava kuvvetlerini yok etmek için İsrail ile her türlü işbirliğine giren İran’daki rejim bugün kendisini hedef alacak benzer bir süreç için dakikaları sayıyor.

Devamını Oku

08 Nisan 2025 Salı - 08:18

Ortadoğu lunaparkı… Dönme dolapları ve atlı karıncaları

1878 Berlin Anlaşması ile Avrupa’daki Türk varlığını sona erdirdiklerine ikna olan Avrupa devletleri artık planlarının ikinci aşaması için hazırdı. Bundan sonraki hedefler, Doğu Anadolu-Mezopotamya-Filistin istikametindeki Hristiyan azınlıklarının tahriki, Ermeni meselesinin isyanlara dönüşmesi için Taşnak ve Hınçak örgütlerinin Rus tekelinden çıkarılması ve İngiltere eski Dışişleri Bakanı Palmerston’un işaret ettiği Filistin’deki Siyonist garnizon devletinin kuruluşuydu. 

Balkan topraklarına Osmanlı’nın reforma çalışmalarını takip etmeleri için salınan İngiliz bürokratlarının yetki alanları Van’a kadar ulaşmaya başlamış, Çukurova, Sason hatta İstanbul’daki Osmanlı Bankası Taşnak ve Hınçak terör örgütlerinin hedefleri haline gelmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber ön cepheye sürdükleri Ermenileri emelleri için harcayan Avrupalılar ve Amerikalılar, yarım kalan planlarını Kürtler ile devam ettirmenin yollarını aradılar. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, 1921’deki Koçgiri İsyanı’ndan başlayarak İkinci Dünya Savaşı’nın ateşi bölgeye ulaşana kadar en az 29 Kürt İsyanı ile mücadele etmek zorunda kaldı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç bu isyanlara, Londra hükümetinin çıkarları bakımından ara verilmesini gerektirdi. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ise SSCB ile ABD arasında başlayan ideolojik mücadele, Batılı ülkeler nezdinde Kürtlerin kullanım alanlarını ve amaçlarını da değiştirdi. Kürtler öncelikle SSCB ile ABD-İngiltere arasında bölünmüş İran’ın kontrol altına alınması açısından önem arz ediyordu.

Bunu takiben, 1947’den itibaren sahneye çıkan İsrail devletinin güvenliği için, İran ve Irak’ta istikrarsızlık yaratmaları gerekiyordu. SSCB ise İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Kadı Muhammed ve Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan ilk ve tek Kürt devleti olan, ömrü 14 ay sürebilen Mahabad Cumhuriyeti’nden Basra Körfezi’ne inmek ve İran petrollerini ele geçirmek için yararlanmak istedi.

Bu süreçte yaşananlar Kürtlerin bir süper güç tarafından “satılışlarının” ilk örneğiydi. ABD’nin nükleer silah kozunu masaya sürmesi SSCB’nin Mahabad Cumhuriyeti’ni ve İran’ın kuzeyini terk etmesi için yeterli olmuştu. Kadı Muhammed’in yaşamı dar ağacında son bulurken, Molla Mustafa Barzani Sovyetler Birliği’ne sığınarak canını kurtardı.

Amerika Birleşik Devletleri henüz sürecin başında bölge üzerine çalışmaları bulunan akademisyen William Linn Westermann’ın hazırladığı bir rapor ile eğildi. Westermann sıradan bir akademisyen değildi. 1919 yılında, dünyanın yeniden şekillendirildiği 1919 yılındaki Paris Konferansı’na katılmıştı. Bu konferansta Kürt temsilcilerin taleplerini yakından takip etmişti.

Nitekim 1 Temmuz 1946 tarihli raporunda, Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluşu için 1945 yılının Nisan ayında San Francisco’da düzenlenen toplantıya “Kürt Birliği” adına gönderilen mektuba ve yine bu toplantıda yayımlanan “Kürt Sorunu” başlıklı memoranduma dikkat çeker. Westermann raporunda, Washington yönetiminin dikkatine şu soruları sunar:  “Kürtler kimdir? Neden isyan etmektedirler? Ne istiyorlar? Bağımsız bir devlet kurma argümanları gerçekçi midir? Bunu başarsalar bile, bu devleti hayatta tutacaklarına inanabilir miyiz?”

Westermann raporunun sonunda, SSCB’nin ayrılıkçı Kürt hareketlerine destek vererek Çarlık döneminden kalma tehlikeli bir oyun oynadığı uyarısını da yapmaktan geri kalmaz. ABD yönetimi ise SSCB’nin İran’dan tasfiye edilmesinin ardından İran ve Irak’ın Kürt bölgelerinde Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA aracılığıyla operasyonlara başlar.

CIA’nın gezici sinemalarının ilk hedefi anti-komünist propaganda faaliyetleri yapmaktı. Ancak, Batı dünyasının liderliğini İngiltere’nin elinden almakta olan ABD, her geçen gün Ortadoğu’daki Kürtlerin “kullanışlı bir enstrüman” olabileceğine dair emareleri de fark etmekteydi. Kürt siyasi hareketi atlıkarıncada, at değiştirmek üzereydi. 

ABD-İngiltere ikilis 1950’lerde Ortadoğu’da kendisine yakın ülkelerden, İsrail’in güvenliğine de destek olacak bir pakt teşkil etmek gayretindeydi. Bu pakt kurulmadan hemen önce, 1952 yılında ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından hazırlanan bir rapor, Kürt meselesinin Türkiye için yaratabileceği risklere işaret ediyordu.

Rapor Büyükelçilik görevlisi E. N. Waggoner’in 3 hafta süren Güneydoğu Anadolu gezisi neticesinde oluşturularak 882.41/12-852 kayıt numaralı rapor ile 1952’nin Aralık ayında Büyükelçiliğin Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Livingston Satterwhite imzasıyla Washington’a gönderildi. 20 daktilo sayfası uzunluğundaki raporda “Türk hükümeti sürekli olarak Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmadığını söylüyorsa da, ülke sınırları içerisinde yaşayan yaklaşık 1-1,3 milyon Kürtçe konuşan insan Türk hükümeti için problem yaratacak nitelikte” ifadesi yer alıyordu.

1958 yılında Irak’taki darbeyle yalnızca monarşi yıkılmıyor aynı zamanda Batı’nın bölgede oluşturduğu güvenlik kuşağının en hassas parçası yitiriliyordu. Irak’taki darbe Molla Mustafa Barzani’ye de Sovyetler Birliği’nden ülkesine dönme imkanı tanıdı. Aradan geçen 11 yılda Barzani, Kızılordu’da general rütbesi almış, aşiretinin üyeleri Sovyetler Birliği’nde evlilikler yaparak bağları derinleştirmişti.

Yine de Kremlin’in General Kasım ve Molla Mustafa Barzani arasında denge sağlama çabası başarılı olamadı. 1958 yılında İsrail istihbarat servisi Mossad’ın da Irak’ın kuzeyine sızmasıyla beraber, lunaparktaki dönme dolap hareketlendi. Kürt siyasi ve silahlı hareketi yeniden pusula değiştiriyordu. İsrail, İran Şahı Rıza Pehlevi ve ABD, 1972 yılında Irak yönetimi ile SSCB ile imzalanan dostluk anlaşmasına tepki olarak Barzani için kesenin ağzını açmışlardı.

Dönemin ABD Başkanı Ulusal Güvenlik danışmanı ( Bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakanı) Kissinger için bu bulunmaz bir fırsattı. Kissinger’ın CIA’yı kullanarak Barzani’ye destek için başlattığı trafik o denli hızlı yürüyordu ki Washington-Tahran-Hac Umran rotasındaki gelişmelerden Tahran’daki ABD Büyükelçisi dahi haberdar olamıyordu.

Irak istikrarsızlaştırılıyor ve İsrail için tehdit olmaktan çıkıyordu. Ancak bu macera 1975 yılına kadar sürdü. İran’daki Şahlık rejimi ile Irak arasında 1975 yılında imzalanan Cezayir Anlaşması ile Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi’ni yardımlar kesildi. Şah Rıza Pehlevi istediğini almış ve Barzani’ye akan silah ve mühimmat kanalları kapatılmıştı.

Barzani, 28 yıl sonra bu defa İran-Türkiye rotası üzerinden ABD’ye kaçmak zorunda kaldı ve müttefiklerine kırgın olarak 1979 yılında bu ülkede yaşama veda etti. Kürt siyasi hareketi böylece ikinci kez satılmış oluyordu.

Molla Mustafa Barzani’nin dramı ve Kissinger’ın gizli operasyonları 1976 yılında ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’nin yayımladığı “Pike Raporu”nun konusu olacaktı. ABD’nin 1965-1975 yılları arasında küresel ölçekte yürüttüğü tüm gizli operasyonları kapsayan bu rapora göre, aslında operasyonun en başından itibaren ABD Başkanı Nixon ile İran Şahı’nın Kürtlerin devlet kurmaması ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmemesi konusunda hem fikirlerdi.

Yani Kürtler en baştan itibaren, “kazanmamaları istenen” bir savaşa sokulmuşlardı. Yegane amaç başta Irak olmak üzere bölgenin sosyo ekonomik istikrarsızlaştırılmasıydı. Kissinger daha sonra Pike Komitesi danışmalarından birine neden Kürtlere yardımı kestiklerinin açıklamasını yaparken şu ifadeyi kullanacaktı: Gizli operasyonlar ve faaliyetler misyonerlikle karıştırılmamalıdır. Pike Raporu, Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketinin en başından itibaren, SSCB yayılmacılığı ve Saddam Hüseyin’e karşı piyon olarak kullanıldığını belgeliyordu.

Kürt siyasi hareketi 1970’li yılların ortasında “imal” edilen “Apocu Hareket” aracılığıyla Türkiye’deki terör dalgasını beslemek, çatışmaları ideolojik boyuttan etnik iç savaşa sürüklemek için de devreye sokuldu. 1980’li yıllardan itibaren Apocu Hareketten-PKK’ya dönüşen “Marksist” görünümlü bu yapıya; Suriye, Irak, Lübnan topraklarında hareket imkanı tanınırken, Avrupa ülkeleri de finans kaynağı haline getirildi.

Birinci Soğuk Savaş’ın sonunun ufukta görünmesi ile beraber ABD’deki kimi siyasi ve bürokratik çevreler, Ortadoğu’ya yönelik planları için Kürtlerden bir kez daha faydalanabilecekleri sonucuna varmışlardı. Bu yeni girişim ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 1988 yılında yayımlanan İnsan Hakları Raporu’nda kendisini açığa vurdu.

Raporda kullanılan dil, o güne kadar ABD-Türkiye ilişkilerinde rastlanmayan türdedi.

ABD Dışişleri Bakanlığı ilk kez Türkiye’deki Kürtlerden “azınlık” olarak bahsediyordu. Ayrıca Kürtlerin, azınlık gruplarının sahip olduğu haklara bir an evvel kavuşması gerektiğine işaret ediliyordu. 1 yıl önceki raporda da Türkiye’nin güneydoğusunda bir ayaklanmadan söz ediliyordu.

1988’de ise etnik bir azınlığın ayaklandığına işaret ediliyor ve Lozan Anlaşması’nın hükümlerine dikkat çekiliyordu. Türkiye’nin tepkisi Washington’da pek dikkate alınmıyor, Bakanlığın İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Yardımcısı Richard Schiffer basın toplantısında şu cümleyi sarf ediyordu: İnancımız odur ki, Lozan Antlaşması’nda yer almamakla birlikte, uluslararası alanda kabul gören standartlara göre Kürtler ulusal bir azınlık olarak, bu hakların tanınmasına ve bunlara saygı gösterilmesine hak kazanmaktadır.

Schiffer’in kime göre hangi standartlardan bahsettiği o günlerde de anlaşılamamıştı ancak Washington’da Kürtlerin “sos” olarak kullanılacağı bir yemek hazırlandığı aşikardı. Bu yemeğin ne olduğu ise 1990 yılının Ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’i işgalini takip eden süreçte anlaşıldı.

Ancak, Kuveyt’i kurtaran ABD ordusu, Irak topraklarına girmesine rağmen bir anda Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanmış Şiileri ve Kürtleri kaderleriyle başbaşa bıraktı. Dönemin ABD Başkanı ( Baba ) Bush’un Kürtlerin üçüncü kez satılmasındaki karar sürecinde etkili olan kaynak Profesör Stephen C. Pelletiere’in kendi adıyla anılan raporuydu.

“Pelletiere Raporu” 16 Eylül 1991’de ABD Savaş Akademisi’nin Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü için hazırlandı. “THE KURDS AND THEIR AGAS / KÜRTLER VE AĞALARI” başlıklı 35 sayfalık raporun önsözünü Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nün Direktörü Albay Karl W. Robinson yazdı. Albay Robinson’un önsözde şu ifadeyi kullanması dikkat çekiciydi:

Rapor bizim subaylarımızı, kendi görevleri dolayısıyla ortaya çıkabilecek muhtemel tehlikeler konusunda uyarıyor ve genelde Kürt sorununun, basının çizdiği şekilde iyi huylu bir tümör gibi olmayıp, patlamaya hazır unsurlarla dolu olduğunu gösteriyor.

Pelletiere raporunda, öncülü Westermann gibi, Irak’taki Kürt toplumunda hala feodal ilişki düzeninin hakim olduğuna dikkat çekiyor ve kısa vadede bağımsız bir devletin mümkün olmadığına işaret ediyordu. Pelletiere’ye göre feodal yapıyı kontrol eden ağalar, ABD varlığının veya tehdidinin, onların yasadışı faaliyetlerine bölgeyi açacağı ümidiyle Amerikan ordusuna yanaşıyorlardı.

Ulusal Güvenlik Dairesi’nden Richard Haas rapordan etkilendi, Beyaz Saray’da okunmasını sağladı. Raporun finalindeki şu ifadeler Beyaz Saray’ı Irak’ın kuzeyine doğrudan bir askeri müdahalede bulunmaktan caydırmıştı.

Kürt liderlerin bugün yaptıkları, Kürtlerin yüzyıllardır yaptıklarından farklı değildir. Kürtler tarihleri boyunca yabancı çıkarlarına paralı askerler olarak hizmet etmişlerdi. Onlar kiralık silahlardır ve kiralık silahlar bir siyasi hareket oluşturamaz.

ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki Kürt isyanına doğrudan müdahalesinden vazgeçilmiş ancak Türkiye’de üslenen Çekiç Güç vasıtasıyla KDP ve KYB’nin bölgedeki hakimiyeti pekiştirilmişti. Kürtler, Ankara ve Washington’dan mahalli seçimler görünümü altında aldıkları onayla 1992 baharında seçimlere gitmiş ve parlamentolarını da oluşturma fırsatı bulmuşlardı.

1992 yılı yalnızca Ortadoğu için değil, ABD için de değişimlerin yılıydı. George Bush’un seçimleri kaybedeceği anlaşılmış, ve 1992 yılının Kasım ayında yapılacak seçimde Demokrat Parti’nin adayı Bill Clinton’ın zafer kazanacağı netleşmişti. Tam bu esnada, ABD’de yeni bir “Kürt Raporu” ortaya çıktı. Bu rapor, ülkemizde isimleri 12 Eylül Darbesi ve 15 Temmuz Darbe Girişimi ile anılan gölge CIA olarak da bilinen RAND düşünce kuruluşu mensupları Graham Fuller ve Paul Henze ikilisinin ürünüydü.

Fuller Raporu olarak anılan çalışma özetle; Türkiye’nin Kürtlere yönelik liberal politikalar çerçevesinde attığı adımların, Kürtleri kendi kaderlerini belirleme hakkından alıkoymak amacıyla atıldıkları ancak geç kalmış olunduğu ifade ediliyordu. Fuller ve Henze ikilisine göre Türkiye, tarihi açıdan geri döndürülemeyecek bir hareketi durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak kaos ve bunun maliyeti korkunç olacaktı. Raporda, ayrılıkçı Kürt hareketinin Irak’ta gelişmesinin durdurulamaz bir yörüngeye oturduğu da iddia edilmekteydi.

Fuller raporunda ayrıca Kürt sorununda yaşanacak gelişmelerin Türkiye’de yeni bir darbenin altyapısını oluşturabileceğine de dikkat çekilmekteydi.

Fuller’e göre Türkiye, 1992’deki Nevruz olaylarının da etkisiyle Kürt sorununda kontrolü kaybetmeye başlamıştı ve dönüşü olmayan bir yola girilmişti. Raporu hazırlayan Graham Fuller, 1999 yılında Suriye’yi terk eden terör örgütü elebaşı Öcalan ile Roma’da buluşmaya çalışan, bağımsız bir Kürt devletinin ABD yönetimindeki savunucusu eski Büyükelçi Peter W. Galbraith’e eşlik edecekti.

Fuller’in başka hatırda kalıcı özelliği ise FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in ABD’ye yaptığı Yeşil Kart başvurusundaki tavsiye mektubunu imzalayan referans kişi olmasıydı.

 

Devamını Oku

23 Mart 2025 Pazar - 21:25

General Ze'evi'yi tanır mısınız?

Bazı makalelerde en sonda varılacak noktayı en başta ifade etmek gerekiyor. Bu yazıya da o şekilde başlamak icap etti.

İran’da Ayetullah Humeyni’nin 1979 yılında kurduğu rejim ile Siyonist İsrail’in çıkarları yakın zamana kadar belki örtüşüyordu ve inşa ettikleri şiddet döngüsü, çevrelerindeki ülkeler üzerinde baskı yaratmaları için uygun iklimi oluşturuyordu. Ancak görünen o ki İran bugünkü haliyle artık İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri için kullanışlı bir enstrüman olmaktan çıkmış vaziyette.

“Örtülü 3. Dünya Savaşı”nın şartlarının gereği olarak İran’ın da artık Irak, Libya, Suriye, Sudan örneklerinde olduğu gibi istikrarsızlaştırılarak küçük parçalara ayrılmasının, akabinde Ukrayna örneğinde olduğu gibi görünen, görünmeyen, yer üstü ve yer altındaki kaynaklarına çökülmesinin zamanı gelmiş.

İran, bu gidişatın önüne geçebilmek için kendisinin gerçek bir tehdit olduğunu ispatlamanın gayreti içerisinde. Özellikle Suriye’yi kaybetmesi, İsrail-ABD ikilisi açısından İran’ın artık ciddiye alınmasını da mümkün kılmıyor.

Hizbullah’ın geride bıraktığımız haftasonunda Suriye topraklarına girip kaçırdığı 3 askeri Lübnan topraklarında katletmesi, 6 Mart’ta Lazkiye, Tartus ve Humus’ta mezhep savaşı çıkarmak için giriştikleri kışkırtmalar bu muhattap alınma çabalarının son kırıntıları. Ancak Ortadoğu’da artık bambaşka bir saat işlemekte.

Sykes-Picot saatinin pili bitti

1916 yılında Birleşik Krallık-İngiltere ikilisi tarafından hazırlanıp Rus Çarlığı’nın desteğini almış olan Sykes-Picot Haritası’nın ömrü doldu. Artık bir tarafta, Ortadoğu’da Siyonist Garnizon Devlet Projesi’ni 1942’de New York’ta toplanan Biltmore Konferansı ile Büyük Britanya’dan devralan ABD’nin çizmek istediği harita var, diğer tarafta ise Türkiye’nin “İkinci Sykes-Picot” girişimine karşı bölge ülkelerinden kurmaya çalıştığı ittifak yer alıyor.

Bu mücadelede, şu anda Gazze’de tutulan İsrailli esirlerin, esirlerin naaşlarının, Kızıldeniz’in gemi trafiğine kapalı olmasının ya da İran’ın nükleer programı ile silah elde edeceği iddialarının ABD-İsrail ikilisinin nezdinde hiçbir değeri yok. Tüm bu unsurlar, bölgeye kapsamlı bir askeri varlık yığmak ve tarihte benzeri görülmemiş bir mühimmat sevkiyatı yapmak için kullanılan bahaneler.

Unutmamak gerekir ki ABD’nin Biden’ın başkanlığı sırasında 2023 yılının Ekim ayı ile 2024 yılı arasında İsrail’e sevk ettiği mühimmat, araç-gereç ve silahın tutarı 19 milyar dolar civarındaydı. Donald Trump, göreve geldiği 20 Ocak 2025’i takip eden yaklaşık bir buçuk ay gibi kısa sürede neredeyse bunun yarısına ulaştı. 13 milyar dolarlık silah ve mühimmatı  İsrail’e teslim etti.

Trump ile Netanyahu’nun önünde artık iki net hedef var. Birincisi İran’daki rejimi ne pahasına olursa olsun devirmek. İkincisi Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki Filistinlileri evlerinden çıkararak komşu Arap ülkelerine göndermek.

Gazze’de 19 Ocak 2025 günü başlayan ateşkesin esirlerin değişimini kapsayan ilk bölümünün tamamlanmasının ardından, kalıcı barış görüşmelerinin başlayacağına dair İsrail’in verdiği söze inanmak için günümüz dünyasının kabul etmeyeceği düzeyde saf olmak gerekiyordu.

ABD Başkanı Trump’ın haftadan haftaya değişen “Gazzelileri bölge ülkeleri almalı, yok biz Gazzelileri göndermek gibi bir niyet içerisinde değiliz” şeklindeki zikzaklı açıklamaları da ciddiye alınır gibi değildi.

Ateşkes 9 Mart'ta bitmişti: Smotrich'in ağzından çıkan bakla

Nitekim 9 Mart günü pek çok kişinin gözünden kaçsa da İsrail hükümetinin meczuplukta önde giden üyelerinden Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, ağızdaki baklayı çıkardı.

Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmelerinden sorumlu bir departman kurmak için Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı Katz ile hazırlık yaptıklarını söyleyen Smotrich, İsrail’in içerisinde bulunduğu ekonomik krizin bu operasyona engel olmayacağını da vurguladı.

Projenin ABD tarafından da desteklendiğinin altını çizen Smotrich günde 5 bin kişinin gönderilmesi halinde operasyonun 1 yıl süreceğini söyledi. İsrailli meczup bakana göre buradaki tek sorun Filistinlilerin gidecekleri ülkeler belirlenmediği için “henüz” lojistik planlama yapamıyor olmaları.

ABD eğer önümüzdeki aylarda yeterli baskıyı oluşturur, Trump Beyaz Saray’a davet edeceği Arap liderlere, Zelensky’e uyguladığı yöntemi uygularsa bu sorun da çözülecektir.

Filistinlileri Gazze ve Batı Şeria'dan gönderme planının başlangıcı: 1988

Stormich’in bu açıklamalarının uygulanabilir olmadığını hatta deli saçması olduğunu düşünüyorsanız size muhtemelen hiç duymadığınız bir isimden bahsedeyim: İsrail ordusundan General Rehavam Ze’evi.

Ze’evi 2001 yılında bu dünyayı terk ettiği için bugünkü gelişmelere dair yorumlarını almamız mümkün değil ama fikirleri şu anda bütün canlılığı ile İsrail kabinesindeki yarı delilerden oluşan kadro tarafından yaşatılıyor.

General Ze’evi İsrail’in kuruluşundaki tüm çatışmalarda yer aldığı gibi 1960’ların sonundan itibaren İsrail ordusunda günümüzde de varlıklarını sürdüren pek çok özel birimin kurucusu oldu. Hızını alamayan Ze’evi İsrail ordusu için bir ihraç ürünü haline bile geldi.

Açık kaynaklardan edinilen bilgiler, Ze’evi’nin 1965 yılında Singapur ordusunun kuruluşunda da rol oynadığını gösteriyor. Gelelim bizi ilgilendiren kısmına. 1974’te Başbakan İzak Rabin’in danışmanlığı görevini üstlenen Ze’evi bu tarihten itibaren siyasete ısınmaya başladı.

1988 yılında Moledet (Anavatan) Partisi’ni kurdu. Bilin bakalım bu partinin ve Ze’evi’nin İsrail siyasi hayatına en büyük katkısı ne oldu? Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin komşu Arap ülkelerine gönderilmesine yönelik plan hazırlamak.

Ze’evi parlamentoya girdiği 1988 yılından itibaren Oslo görüşmelerine ve Oslo Barış Anlaşmasına karşı çıktı. Oslo Anlaşmasını sahiplenen İzak Rabin, Şimon Peres ve Ehud Barak liderliğindeki hükümetlere karşı sert bir mücadele verirken, 1996-1999 yılları arasındaki Netanyahu hükümetini destekledi.

2001 yılında, ölümünden kısa süre önce kurulan Ariel Şaron hükümetine katıldı. Uzun lafın kısası 1994 yılında uluslararası toplum saf saf Yaser Arafat, Şimon Peres ve İzak Rabin’in Nobel Barış Ödülü’nü almalarını izlerken, arka planda, İsrail siyasetinin bambaşka bir ayağı bugün izlediğimiz katliam ve zorla göç ettirme planının lojistik planlamasına çoktan başlamıştı.

Devamını Oku

18 Mart 2025 Salı - 10:20

Lord Palmerston’un Mirasını ve Sykes-Picot Haritası’nı Yaşatma Derneği

GDH’ın değerli takipçileri, başlıktaki gibi bir dernek tabii ki resmi olarak yok ama son 2 yılda Gazze ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin yarattığı iklim, gerçekten böyle bir derneğin ortaya çıkmasını şaşırtıcı kılmaz. Hatta ülkemizden de çok sayıda üye toplayabilirler. 

Lord Palmerston, meşhur “İngiltere’nin ebedi düşmanları ya da dostları yoktur, çıkarları vardır” vecizesinin sahibidir. Ancak yüksek nitelikleri bununla sınırlı değil. Birleşik Krallık diplomasisinde Dışişleri Bakanlığı makamında söz sahibi olduğu 1830-1841 yılları arasında, ülkesinin Filistin’de Yahudilerden müteşekkil bir garnizon devlete duyduğu ihtiyacı açıkça dile getiren ilk devlet adamıydı. 

Sykes-Picot adlı İngiliz ve Fransız diplomatların isimlerini ölümsüz kılan 1916 tarihli harita ise Ortadoğu’da kurulacak Siyonist devlete eşlik edecek itaatkar Arap devletlerinin tasarımıydı. Çerçeveyi biraz daraltarak son 1 haftanın gelişmelerine odaklanmak niyetindeyim. 

7 Aralık 2024’te Beşar Esad’ın kaçmasından bu yana İsrail, PKK/YPG, İran ve Rusya’nın yanı sıra Avrupa ve ABD’deki kimi siyasi çevreler büyük bir hasretle Suriye’nin yeni bir iç savaşa sürüklenmesi arzusu içerisindeydi. 

Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un 3 Ocak 2025 günü Şam’ı ziyaret ederken uçaktan inişinde balistik yelek giymiş olması bu beklentinin dışavurumuydu. Hiçbir silah sesinin duyulmadığı Şam’daki bu şovu karşılık bulamayınca, Devlet Başkanı Şara “elini sıkmadı” söylemiyle devam eden saçmalama süreci, “Suriye Devlet Haber Ajansı Baerbock’un yüzünü blurlayarak fotoğrafını paylaştı” yalanıyla devam etti. 

Bu güruh ellerini ovuşturarak beklerken kimse İsrail’in uluslararası hukuka aykırı şekilde yarım yüzyıldır işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nden Şam istikametinde gelişen ilerleyişine ses çıkarmıyordu. İsrail bu ilerleyişini bölgedeki Dürzi toplumunu kışkırtarak yürütürken Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı çok taraflı uluslararası kurumlar gözlemcilik yapmakla yetinmeye devam etti. 

6 mart gecesini düzenleyenler 10 mart anlaşmasını önlemeye mi çalışıyordu?

Geldik 6 Mart Perşembe akşamına. Suriye topraklarında eş zamanlı 3 gelişme yaşandı. Lazkiye’de Esad rejimi artıkları Suriye güvenlik güçlerine pusu kurdu, PKK/YPG terör örgütü Halep’in doğusunda Tişrin Hattı’na saldırıya geçti, İsrail ordusu ise Suriye’nin güneyindeki Kuneytra bölgesinde Bir el-Acem kasabasına girdi. 

Bu gelişmelerin hemen öncesinde ise İran’ın çeşitli medya kuruluşları Esad artıklarının kurduğu bir terör örgütünün ilanını ayakta alkışlamaktaydı. Lazkiye’deki pusunun ardından Tartus, Banyas ve Humus istikametine sıçrayan gelişmeler, Suriye’de yeni bir iç savaşın başlamasını hasretle bekleyen kesimlere arzu ettikleri fırsatı sundu. 

Pusuyu gerçekleştiren Esad artıklarına operasyon bahanesiyle sahneye çıkan silahlı gruplar Birleşmiş Milletler’in tespitlerine göre 400’den fazla erkek, kadın ve çocuğu katletti. Bu katliam esnasında dikkat çekici noktalardan birisi Banyas rafinerisinin lojmanlarının hedef alınmasıydı. Enerji krizi içerisindeki Suriye’nin en stratejik tesislerinden biri olan Banyas rafinerisinde çalışan mühendislerin evleri basılarak mezhepleri ve dinleri sorgulandı. Alevi ve Hristiyan olanlar öldürülüp evleri yağmalandı. 

Şam yönetimine düşen, kurulan soruşturma komisyonu vasıtasıyla bu katliamı gerçekleştirenleri bulmak ve cezalandırmadan önce kimden emir aldıklarını tespit etmektir. Rejimin yanında görünen bu silahlı grupların kime hizmet ettiklerinin acilen tespit edilmesi Suriye’nin geleceği açısından öncelikli konudur. 

Bu olayın ardından aklıma 2016 yılının Mart ayında Los Angeles Times ve New York Times gazetelerinde yayımlanan haberler aklıma geldi. Her iki gazeteye göre Suriye’de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından desteklenen muhalif gruplarla ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’nın desteklediği muhalifler birbirlerine silah çekme noktasına gelmişler ve silahlar ateşlenmişti. 

ABD yönetimi içerisinde istihbarat teşkilatları ile Beyaz Saray arasında çelişkiler yaşandığına daha önce de rastlanmıştı ancak ABD yönetiminin farklı gruplarının desteklediği silahlı örgütlerin birbiriyle çatıştığına ilk defa rastlanıyordu. Acaba 6 Mart gecesi, misilleme amacıyla harekete geçen rejim yanlısı görüntülü silahlı gruplardan hala CIA’ya çalışanlar var mı?

6 Mart’ın sırrını çözmeye çalışırken 10 Mart’ta yaşanan bir başka gelişme meseleyi biraz olsun aydınlattı. Akşam saatlerinde Şam’dan gelen bir açıklamada PKK/PYD terör örgütünün lideri Mazlum Abdi’nin örgütünü Suriye yönetimine teslim ettiğini bildiriyordu. 

İmzalanan anlaşmaya göre kuzeydoğu Suriye’deki tüm devlet kurumları, askeri üsler, enerji tesisleri Şam yönetimine teslim edilecekti. Anlaşmanın ardından sızan haberlere göre, CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) Komutanı General Kurilla, anlaşmanın imzalandığı 10 Mart günü de dahil olmak üzere Mazlum Abdi ile bu anlaşmanın gerçekleşmesi için iki görüşme yapmıştı. 

Kurilla, Türkiye’nin terörle mücadele amacıyla kurduğu askeri ve diplomatik baskının engellenemez hale geldiğini Abdi’ye anlatmış, Trump yönetiminin de bölgedeki askeri varlığını daha fazla devam ettirmeye niyeti olmadığını izah etmişti. 

Mazlum Abdi’nin Haseke’den Şam’a ABD askeri helikopterleri ile getirilmiş olması da Türkiye’nin taleplerinin karşılanması yönünde Washington’un ne ölçüde devreye girdiğinin bir başka göstergesiydi. 

1975’ten itibaren öncelikle Türkiye’yi etnik ve mezhep çatışmasına sürüklemek amacıyla kurulan terör yapısının 2025’teki hızlı iflasının ardındaki gerçekler bir başka yazı konumuzu oluşturacak. Ancak belli ki Şubat ayı boyunca ABD ile PKK/PYD arasında yürütülen görüşmelerden haberdar olan bölgedeki ve bölge dışındaki aktörler son kozlarını 6 Mart gecesi oynamayı tercih etmişler. 

Nitekim Kandil kökenli PKK unsurlarının 11 Mart günü Karakozak ve Tişrin çevresinde anlaşmayı sabote edecek şekilde saldırılara başlaması, 6 Mart gecesinin sorumlularına dair de fikir veriyor. ABD’nin Suriye’yi terk etmesinden rahatsız olan, dahası Suriye’de hedefledikleri istikrarsızlık ortamını yeniden tesis etmelerinin mümkün olmadığını görenler mutlaka yeni girişimlerde bulunacaktır.

Devamını Oku

12 Mart 2025 Çarşamba - 05:11

ABD seçimlerinin ilk kıssadan hisseleri

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçimler yalnızca Beyaz Saray için Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın tercih edilmesiyle sonuçlanmadı. Senato da Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolüne geçerken, bu yazının yazıldığı 6 Kasım sabah 09.30 itibarıyla Temsilciler Meclisi’nin 435 koltuğu için verilen mücadelede de yarışı Cumhuriyetçiler önde götürmekte. Dahası Donald Trump, sonuca etkisi olmasa da ülke genelindeki toplam oyda da önde görünüyor.

Peki ABD’deki 80 medya kuruluşu Kamala Harris’i, yalnızca 10 medya kuruluşu ise Donald Trump’ı desteklerken bu sonuca nasıl gelindi?

1 Kasım Cuma günü TRT Haber’de yaptığım değerlendirmede basında paylaşılan çok sayıda manipülatif anketin aksine, sonuçlarda belirleyici olacak, salıncak eyalet tabir edilen, seçmenlerinin her seçimde oy tercihlerini değiştirebildikleri 7 eyalette ( Nevada, Wisconsin, Michigan, Pensilvanya, Georgia, Arizona, Kuzey Karolayna ) Trump’ın önde olduğunu ifade etmiştim.

Kamala Harris'in paraşütle indiği başkan adaylığı

Gelinen noktayı değerlendirmeye önce Kamala Harris ile başlayalım. Harris, 2020 yılı seçimlerinde de aday olmayı planlamıştı. Ancak henüz 2019 yılının Aralık ayında, bağışçılardan yeterli desteği bulamayacağını anlayınca kendi partisi içerisinde ön seçime dahi girmeden bu sevdadan vazgeçti. Ne var ki, Demokrat Parti’ye hakim olan “Obama Çizgisi”, “siyah bir kadının” başkanlığı konusunda kesin kararını vermişti.

Biden başkan seçildikten sonra yardımcısı olarak Beyaz Saray’a sokulan Kamala Harris, geride kalan 3 buçuk yıl boyunca kayda değer hiçbir varlık göstermedi. Dış politika konusunda ne düşündüğüne dair fikri olan yoktu. 2023 yılına gelindiğinde Kamala Harris’in Demokrat Parti içerisinde yeniden bir yarışa girmesinin mümkün olmadığı ortadaydı. Bu nedenle olsa gerek yeniden başkan adayı olarak belirlendikten sonra oluşturulan baskıyla Biden’ın adaylıktan çekilmesi sağlandı ve Harris böylece parti içi bir sınamaya girmeye mecbur kalmadan başkan adaylığına paraşütle indirildi. Ne kadar demokratik bir tercih değil mi?

Demokrat Parti işçi sınıfı yerine pop müzik kraliçelerinden destek aradı

5 Kasım günü seçim sonucunu belirleyen nedir diye soracak olursanız, burada farkı yaratan asli unsurlardan biri kanaatimce Boeing uçak fabrikası işçilerinin ve liman işçilerinin seçimden 5 ay kadar önce başlattıkları eylem süreciydi. Her iki tarafta ABD tarihinin en büyük grevleri düzenlenmek üzereydi. Ancak seçimden 1 ay önce sağlanan geçici anlaşmalarla bu grevler ertelendi. Lakin bu işçi eylemleri sırasında yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan talepler bir noktaya kesin olarak işaret etmekteydi. ABD işçi sınıfı ve sendikalar, Demokrat Parti’nin geride kalan 4 yıllık yönetiminde hayal kırıklığına uğramışlardı ve yeni bir Demokrat Parti yönetiminden de umutlu değillerdi.

Yani Kamala Harris’in, işçi sınıfı ve sendikalar yerine Hollywood’u, pop müzik kraliçelerini ve manipülatif anket şirketlerini dinlemeyi tercih etmesi mağlubiyetini hazırlayan sebeplerin başında geldi.

Hispanikler, siyahlar ve kadınlar Kamala Harris'i tercih etmedi

Seçim sonuçlarında belirleyici olan ikinci faktör ise popülist siyasetin tırmanışta olduğu ülkelerdeki pek çok siyasetçi için uyarı niteliğinde. Hiçbir toplum sınıfının ya da sosyal grubun oylarının blok halde cepte olmadığı, ekonominin belirleyici olduğu gerçeği.

Düzensiz göçmenlere karşı olan Trump, ülkenin en büyük göçmen grubu Hispaniklerin oylarını aldı. Teksas’ta nüfusunun yüzde 97’si Hispanik olan ve 130 yıldır Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Starr County’de 16 puan farkla Trump kazandı. Yine Kuzey Karolayna’da nüfusunun yüzde 40’ını siyahların oluşturduğu ve Amerikan İç Savaşı’ndan bu yana (1861-1865) Cumhuriyetçilerin kazanamadığı Anson County’de zafer yine Trump’ın oldu. Keza kadın seçmenlerin oyları da zannedildiği gibi Kamala Harris’e akmadı. Sahayı ve sosyolojiyi okumak yerine temennilerinin peşine takılan Demokratlar, gerçekleri göremediler.

ABD’de 2024 yılı seçimleri her yönüyle uluslararası toplum için dersler içeriyor. Seçimlerin yalnızca sosyal medya ya da popüler kültür figürleri üzerinden kazanılamayacağı bir kez daha tescil edilmiş oldu. Bilmem anlaşılıyor mu?

Devamını Oku

06 Kasım 2024 Çarşamba - 11:01

7 Ekim'in karanlıkta kalan bilmecesi

Hizbullah’a telsiz ve çağrı cihazı üretecek kadar sofistike operasyonlar yürütebilen İsrail istihbaratı, Aksa Tufanı Operasyonunun hazırlıklarını tespit eden Birim 414’ün 21 kadın askerini, Netanyahu’nun ihtirasları uğruna harcadı mı?

İsrail’in Hamas’ı bitirme bahanesiyle Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırı birinci yılını geride bırakırken, meselenin özünde Ortadoğu’da yeni haritalar, yeni sınırlar çizmek olduğu gerçeği kendisini ayan beyan belli ediyor.

İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün öncülüğünde G-7 ülkelerinin desteği ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’un koordinasyonunda yürütülen saldırı süreci Beyrut kapılarına dayandı. Suriye’nin Şam, Hama, Humus kentleri mütemadiyen vurulurken, ABD ve İngiltere İsrail’i Yemen ve Irak’tan gelen füze saldırılarına karşı savunmakla kalmıyor, İsrail yerine buradaki tehditlere saldırılar da düzenliyor.

ABD basınına göre yalnızca Washington yönetiminin İsrail’e akıttığı askeri yardımın miktarı 22-23 milyar doları buldu. Bir yılda temin edilen ayni ve nakdi yardım, 1970’lerde bugünkü şeklini alan ABD-İsrail ilişkileri tarihinde bir rekor.

Hizbullah'a iletişim cihazı tedarik eden Mossad, Aksa Tufanı'nı nasıl göremedi?

Son bir yıldaki sürecin önemli kırılma noktalarından biri 17 Eylül’de Hizbullah ile İran Devrim Muhafızlarının kullandıkları çağrı cihazlarının ve hemen ertesi gün 18 Eylül’de telsizlerin patlatılmasıydı. Washington Post’un ulaştığı bilgilere göre İsrail’in 10 yıldır yürüttüğü operasyonda telsizler ve ardından çağrı cihazları, İsrail gizli servisi Mossad’ın gözetiminde İsrail’de üretildiler.

Macaristan’da kurulan bir paravan şirket vasıtasıyla cihazların pazarlaması, Bulgaristan’da kurulan bir başka paravan şirket aracılığıyla ise nakliye gerçekleştirildi. Tüm bu sürecin yönetiminde ise Norveç pasaportu sahibi muhtemel bir Mossad ajanı yer almakta ki kendisi normal olarak şu anda sırra kadem basmış durumda.

İsrail, bu cihazları yalnızca birer ölüm tuzağına çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda bu cihazları takip amaçlı kullanarak İran-Lübnan arasındaki Hizbullah milisleri ile İran Devrim Muhafızlarının tüm hareketlerini, silah sevkiyat yolları ve depolarını da haritalandırdı. Hasan Nasrallah dahil Hizbullah’ın yönetim şemasındaki isimlerin yüzde 99’unun geride kalan 23 gün ortadan kaldırılması, insan istihbaratının yanısıra sinyal istihbaratı aracılığıyla mümkün oldu.

Şimdi İsrail, bu cihazlar vasıtasıyla tesis ettiği üstünlüğü bir efsaneye dönüştürmeye çalışıyor. Peki o zaman biz de şu soruları soralım:

  • Bu denli sofistike ve yıllara yayılan, Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar geniş coğrafyayı kapsayan operasyonu yürüten bir ülke nasıl oldu da burnunun dibinde hazırlanan “Aksa Tufanı Operasyonu”nu görmedi?
  • Ya da İsrail-ABD-İngiltere üçlüsünün Ortadoğu haritasını değiştirmek için “Aksa Tufanı Operasyonu” gibi bir gerekçeye mi ihtiyaçları vardı?
  • Hatta hem Hamas hem de Hizbullah içerisine sızdırdıkları muhbirleri vasıtasıyla bu operasyon için iki örgütün lider kadrolarını kışkırtmış olabilirler mi?

İsrail Ordusunda Birim 414'e mensup 21 kadın asker harcandı mı?

Fransız gazeteci Sacha Perrin’in Paris Match dergisi için 7 Ekim’in birinci yıldönümü için hazırladığı dosya haber, yukarıdaki soruları meşru kılıyor. Perrin hazırladığı dosya haberde, “Aksa Tufanı Operasyonu”nda Hamas’ın ilk hedefi olan Nahal Oz yerleşimini koruyan İsrail askeri üssündeki, gözetleme ve istihbarattan sorumlu 26 kadın askerin akıbetini sorguluyor.

Perrin’e göre, bu kadın askerlerin 2023 yılının Mayıs ayından bu yana Gazze’deki direniş gruplarının saldırıya hazırlandıklarına dair yaptıkları uyarılar İsrail ordusunun komuta kademesi tarafından dikkate alınmadı.

Nahal Oz’daki Roni Üssü, Gazze’deki direniş gruplarının 7 Ekim sabah saat 06.20’deki roket saldırılarının bitmesinden 3 dakika sonra saldırıya uğradı. Bu üste İsrail ordusunun “Birim 414” adı verilen unsurları bulunuyordu. Mensupları silah taşımayan “Birim 414”’ün görevi, balonlara yerleştirilmiş kameralar ve diğer elektronik sistemlerle güvenlik çiti çevresindeki gelişmeleri gözlemekti. 26 kadın asker, 7 Ekim öncesindeki 5 ay boyunca defalarca güvenlik çiti çevresinde sıra dışı gelişmelere şahit oldular ve bunları rapor ettiler.

Hazırladıkları raporlara göre Gazze sınırlarını aşacak ve daha önce benzeri görülmemiş bir saldırı kaçınılmazdı. Ancak bu raporlara dair muhataplarından ve komutanlarından sağlıklı bir geri dönüş alamadılar. Roni Üssü’nü hedef alan saldırıda 26 kadın askerden 15’i öldürüldü, 6’sı esir düştü, 4’ü kaçmayı başarabildi.

Esir düşenlerden biri de daha sonra Gazze’de hayatını kaybetti. İsrail 7 Ekim günü Nahar Oz ve çevresinde 331 askerini ve 61 polisini yitirdi. Yalnızca Roni Üssü’nde ölenlerin sayısı 45 olarak kayda geçti. Sürecin dikkat çeken yanlarından biri ilk İsrail saldırı helikopterinin Roni Üssü ve Nahar Oz’a, saldırı başladıktan 2 saat 22 dakika sonra ulaşmış olmasıydı.

Üsse 12 defa ateş açan saldırı helikopterinin bu esnada Hamas milisleri ile İsrail askerlerini ayırt edip edemediği, helikopter saldırısında ölen İsrail askeri olup olmadığı bilinmiyor. Saat 09.45’teki helikopter saldırısını takiben 7 İsrail askeri Roni Üssü’nden çıkmayı başararak koşarak uzaklaşmaya çalıştı.

Bu gruptan hayatta kalan tek askerin ifadesine göre, bir keskin nişancı kaçan gruptaki diğer 6 askeri başlarından vurarak öldürdü. İfadelerin ayrıntılarına inildiğinde sadece Hamas’ın değil, başka birilerinin de “Aksa Tufanı Operasyonunun” hazırlıklarını izleyen Roni Üssü’nden kimsenin sağ çıkmasını istemediği sonucuna ulaşabilir.

İsrail ordusunun takviye güçleri ancak 7 Ekim akşam saatlerine kadar Nahar Oz ve Roni Üssü’ndeki askerlere ya da onlardan geriye kalanlara ulaşabiliyor. İsrail’de Netanyahu hükümetine muhalif basın ucundan kıyısından elde ettiği bilgilerle 7 Ekim’in bu karanlık noktasına ışık tutmak için çabasını sürdürüyor.

Ancak 1 yılın ardından elde edilen bulgular, İsrail’in bugün bölgede yürüttüğü saldırıları için “Aksa Tufanı Operasyonu”na ihtiyaç duyduğu ihtimalini güçlendirir nitelikte. Dolayısıyla Roni Üssü’ndeki istihbarat görevinde bulunan ve yaşanacakları öngören 21 kadın askerin Netanyahu’nun hedefleri uğruna harcandığı kanısı güçleniyor.

Devamını Oku

10 Ekim 2024 Perşembe - 12:26

Daha Fazla Göster