Kanlı ya da kansız
Türkiye, PKK terör örgütünün sözde ateşkes ilan etmesi gibi Türk Devleti’nin asla kabul etmeyeceği söylemlere bir paye vermeksizin terörle mücadelede elini tetikten, gözünü budaktan esirgemeden mücadelesine devam ediyor.
1 Ocak ve 5 Mart 2025 tarihleri arasında geçen iki aylık süre zarfında Irak ve Suriye’de gerçekleştirilen harekatlarda toplam 478 terörist etkisiz hale getirildi. Bu yazının kaleme alındığı son bir hafta içinde etkisiz hale getirilen terörist sayısı 26 olarak açıklandı.
Bu rakamlara MİT tarafından etkisiz hale getirilen renkli kategorideki teröristler dahil değil.
Tüm bu rakamlar da bize gösteriyor ki İmralı’daki PKK terör örgütü elebaşısının ‘örgütü derhal lağvedin’ açıklaması devlet indinde ikinci bir çözüm süreci olarak telakki edilmiyor ve edilmeyecek. MSB kaynakları basına yönelik yaptıkları en son bilgilendirmede de terör örgütü ile hiçbir şekilde pazarlık yapılmadan mücadelenin sürdürüleceğini açıkladı.
Buna ilaveten MSB kaynakları ‘örgütün ömrünü doldurduğunu ve kendisini feshetmekten başka çaresinin olmadığını’ tekrarladı.
Bu şartlarda elbette terör örgütünün farklı merkezlerindeki elebaşılarından kuyruğu dik tutma adına bazı söylemler gelmeye devam edecektir.
Yenildik ve silah bırakıyoruz diyemeyecekleri az çok beklenen bir durumdu ama hala laf kalabalığı ile kamuoyunu yanıltmaya yönelik açıklamalar da devam ediyor. Bu kapsamda daha şimdiden ‘çağrı yapıldı, Öcalan umut hakkını kullansın’ gibi kabul edilmesi mümkün olmayan cümleler sarf ediliyor. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘kimseye af falan yok, terörle mücadele asla durmayacak’ diye açık açık defalarca dile getirdi.
Tüm bu manzara açıkça ortada olmasına rağmen, 28 Mayıs 2023 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Irak ve Suriye’den askeri ve MİT’i çıkartacağını ve Avrupa yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın tamamını şerhsiz bir şekilde kabul edeceğini defalarca deklare eden Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında saf tutanların bugün terör üzerinden manipülatif açıklamalar yapması sizlere inandırıcı geliyor mu?
CHP’nin İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun SİHA’lar JİTEM rolünü üstlendi lafına sahip çıkanlar şimdi terörle mücadelede devletin Öcalan’dan medet umduğu tezviratına neden sarılıyor?
Oysa devlet şartsız şurtsuz terörle mücadelesine devam ediyor ve örgütü yurt dışında da kıpırdayamaz hale getirmeye devam ediyor.
Çünkü terörle mücadele konusunda bugüne kadar ortaya koydukları kapsamlı bir güvenlik siyasetinden ziyade, terör örgütünün siyasi uzantısı ile oy eksenli birliktelik oluşturan muhalefetin elinde kullanabileceği bir oyuncağın tarihin çöplüğüne atılması gibi bir tehlike var ve muhalefetin borazanı niteliğindeki kelambazlar gerdan kıra kıra bu konuyu eğip bükerek halka izah etmeye devam ediyorlar.
Hükümetin sanırım bu manipülatif açıklamalara net argümanlar ile karşılık vermesinin ne kadar elzem olduğunu bir kez daha böylelikle anlıyoruz.
Heybedeki turp: YPG
Yukarıda çerçevesini çizdiğim terör örgütünün silah bırakarak kendisini lağvetmesi hususunda heybedeki en önemli turp, terör örgütünün diğer kolu YPG’dir. Anlaşılan o ki YPG yanılmadığımız gibi bölgedeki sosyoloji ile de inatlaşma pahasına silah bırakma niyetinde değildir.
Elebaşı Ferit Abdi Şahin yaptığı açıklamada İsrail başta tüm ülkelerden destek beklediklerini söylüyor.
YPG hem sahadaki Kürtlerin temsilcisi değil hem de Suriye nüfusu içindeki varlığı yüzde sekizi aşmayan Kürt nüfusuyla Suriye coğrafyasının yüzde 30’undan daha fazla bir alanını işgal ederek kontrol etme derdinde.
Suriye yönetiminin YPG’ye yönelmemesi için İsrail, İran ile birlikte sürekli farklı noktalarda asayiş sorunları üretiyor. En son Dürziler üzerinden kendisine bir koruyucu ülke payesi yükleyen İsrail’e en anlamlı cevap yine Dürzi topluluğun en önemli isimlerinden Velid Canpolat üzerinden geldi.
Canpolat ve Suriye Dürzileri’nin sözcüsü kısaca kaderlerinin Şam ile birlikte olduğunu ve Netenyahu’nun kendilerini korumakla memur olmadığını bir kez daha dillendirdiler. Canpolat ayrıca altını kalın kalın çizerek İsrail’in bölgedeki tüm etnik ve mezhebi ayrılıkları kendi çıkarları için kullandığını da söyledi. Suriye yönetimi de Dürzilerin hiçbir hakkına dokunulmayacağını göstererek Ceramanah semtindeki İsrail destekli ayrılıkçılara yönelik operasyonu başlattılar.
Türkiye kendi göbeğini kesecektir
Şayet YPG sırtını İsrail başta olmak üzere birçok ülkeye dayayarak silah bırakmama kararında ısrarcı olursa o silahlar elinden zorla alınacaktır.
Bu saatten sonra konu, bölge ve dünyadaki siyasi ve askeri konjonktürün konusudur ve bugün ya da yarın bu terörist yapıya o coğrafyaya daha fazla kuduz mikrobu bulaştırmaması için mutlaka el atılacaktır.
Devamını Oku
06 Mart 2025 Perşembe - 11:22
Hasta adam: Avrupa
ABD Başkanı Trump’ın göreve gelmesiyle Avrupa güvenlik krizini iliklerine kadar hissetmeye başladı. Bir taraftan ABD’nin Avrupa’ya yönelik güvenlik garantilerini tartışmaya açması, diğer taraftan Avrupa’da hissedilen ekonomik sorunlar ve bunların eşliğinde gelişen aşırı sağ, Avrupa’yı istikrarsız bir sürece doğru çekmeye devam ediyor.
İstikrarsız süreç derken Ortadoğu’da yaşadığımız cinsten bir istikrarsızlık süreci değil kastettiğim lakin Pandora’nın kapağı bir açılırsa neler olabileceğine tarihsel şahitliklerimiz var.
Buraya nasıl gelindi?
Avrupa, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına girdi ve yeniden inşa süreçleri başladı. Bu esnada tüm Avrupa, ABD’nin finans desteği ile yeniden inşa edildi. Türkiye ve Yunanistan’ın 1952 yılında NATO üyesi olmasıyla birlikte Sovyet askeri gücünün Avrupa’ya odaklanmasının önüne geçilmiş oldu. Bu durum Avrupa’yı güvenlik zaviyesinden oldukça rahatlatmış ve güvenlik risklerini dağıtmıştı.
Savaşın sona ermesinden günümüze kadar geçen yaklaşık 75 senelik periyotta Avrupa, savunmaya kaynak harcamak yerine bu parayı alt yapı ve toplumun refahı için kullanarak bugünlere kadar geldi. Bu durum, Avrupa’nın savunma ve güvenlik ile ilgili reflekslerini tereddütsüz zayıflattı.
Evet, Avrupa hala savunma sanayi ve yüksek teknoloji konusunda çok müstesna yere sahip bir konumdadır lakin Avrupa’nın güvenliğine dair konular sadece yüksek teknoloji kapasitesine sahip olmakla halledilecek noktanın ötesindedir.
Avrupa harp edebilme yeteneklerini yitirdi
Geçtiğimiz günlerde İngiliz yetkililerinin ‘Ukrayna cephesine ihtiyaç olursa asker de gönderebiliriz’ açıklamalarına, Trump’ın eski Güvenlik Danışmanı McMaster’dan tokat gibi bir cevap geldi.
McMaster; İngiltere Kara Kuvvetleri Komutanlığındaki asker sayısının, ABD Deniz Piyade askerlerinden daha az olduğunun altını çizdi.
McMaster ayrıca İngiltere’nin mühimmat ve uzun menzilli füze stoklarının Ukrayna’da bir mücadele için yetersiz olduğunu duyurdu.
Avrupa’nın en büyük ordusuna sahip Fransa’nın 2013 yılında Mali’ye yaptığı askeri harekatın dahi bizzat ABD desteği ile mümkün olduğu, ABD hava lojistik desteği olmadan Fransa’nın böylesi bir harekâtı asla yapamayacağı uzmanlar tarafından uzun zamandan bu yana dillendirildiğini de hatırlatmak isterim.
Almanya’nın savunma gücü ne durumda?
Almanya’da yapılan araştırmaya göre, Alman ordusunun mevcut tedarik hızıyla savaş uçağı, savaş tankı, topçu obüs stoklarının olması gereken rakamlara ulaşmasının uzun yıllar alacağı belirtildi.
Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü tarafından hazırlanan raporda ‘Avrupa ve Almanya’nın Rusya’ya karşı yavaş silahlanması’ ele alındı. Raporda, Almanya’nın Rus tehdidine karşı çok yavaş silahlandığına işaret edildi, Almanya ve Rusya’nın askeri kapasiteleri arasındaki farkın açılmaya devam ettiği vurgulandı.
Rapora göre, Rusya’dan gelen mevcut tehdit göz önünde bulundurulduğunda, hükümet tarafından savunma için yapılan harcamaların tamamen yetersiz olduğu ve buna mevcut tedarik hızı da eklendiğinde Almanya’nın 20 yıl öncesinin askeri stoklarına ulaşmasının neredeyse 100 yıl süreceği kaydedildi.
Alman ordusunun mevcut tedarik hızıyla 2004 yılı savaş uçağı stoklarına yaklaşık 15 yılda, savaş tankı stoklarına yaklaşık 40 yılda ve topçu obüs stoklarına ise neredeyse 100 yılda ulaşabileceği ifade edildi.
Örneğin, Almanya 2004 yılında 423 savaş uçağına sahipken bu sayı 2021’de 226’ya düştü. Son 2 yıldaki sipariş hızına göre tekrar 2004’teki rakama ulaşılması 2038 yılında mümkün olabilecek.
Ukrayna savaşından bu yana Rusya’nın önemli silah sistemlerinin üretim kapasitelerini büyük ölçüde artırmayı başardığına dikkati çekilen raporda, Rusların uzun menzilli hava savunma sistemleri üretimini 2 katına, tank üretimini ise 3 katına çıkardığı ifade edildi.
Rusya’nın modern savaş sistemleri konusunda da önemli ilerlemeler kaydettiği, insansız hava araçları kapasitesini 6 kattan fazla artırdığı vurgulanan raporda, Rusya’nın tahrip gücü yüksek ve savunulması neredeyse imkânsız süpersonik füzeleri nedeniyle NATO için yüksek bir güvenlik riski oluşturduğu aktarıldı.
Bu sorun nasıl aşılacak?
75 senede gelinen durumun bugünden yarına düzelmesi oldukça güç.
Her ne kadar Avrupalı liderler ortak bir masa etrafında toplanıp savunma kapasitelerini arttırarak ABD’den stratejik bir kopuşa hazırlanmak gerektiği konusunu dillendirseler de bunu hayata geçirmek de o kadar kolay değil.
Masada Fransa’nın oynamak istediği rol ile, Almanya’nın bu duruma yönelik bakışı, İtalya’nın ve Macaristan’ın vizyonu hep birbirinden kopuk durumda.
Buna rağmen elbette bir noktada buluşmak imkânsız değil ama Avrupa’daki iktisadi durgunluk ve sermayenin Güney Doğu Asya’ya akışı devam ettiği sürece yaşlı Avrupa’nın hastalığı ilerlemeye devam edecek.
Devamını Oku
28 Şubat 2025 Cuma - 08:06
Merkezi idareden gelen parayla ağalık yapmak
Bir taraftan şehirlerimiz her noktasından dökülmeye devam ederken, diğer yandan algılar ile yola devam etme konusundaki azimleri takdire şayan desem mübalağa sayılmaz, sayılmamalı.
Zaten ortada ‘bu da benim başarım’ diyerek övünebilecekleri tek bir dikili taşları yok ama kent uzlaşısı adı verdikleri oluşumlar ile ya da gerçekler ile alakası olmayan algılar ile vatandaşı etkilemeye devam ediyorlar.
Ediyorlar etmesine de bu hamur daha ne kadar su çeker?
İşte burası büyük bir muamma zira büyük kentlerimizin tamamı yaşayan organizmalar ve bugün yapılmayan bir yatırımı yarın beş misli bedeller ödeyerek yapmak zorunda kalıyorsunuz. Ne İstanbul ne de Ankara’da temiz içme suyu getirmek maksadıyla tek kuruşluk bir yatırım yapılmadı lakin pekâlâ ideolojik kutuplaşmalar ve algılar ile konuyu topluma yedirmekten asla vazgeçmiyorlar.
Algı konusunda Ankara’da yaşadıklarımız belki de İstanbul’a rahmet okutacak cinsten.
Mesela 2019 seçimlerinden evvel sürekli olarak burun kıvırdıkları Kızılırmak suyunu altı seneden bu yana Ankaralılara afiyetle içirmeye devam ediyorlar.
Şahsen benim o zaman da Kızılırmak projesine desteğim vardı bugün de var lakin o günlerde her gün Kızılırmak suyu üzerinden ortalığı ayağa kaldıranların bugün dillerinin lal olması anlaşılır gibi değil.
Madem Ankara’dan başladık o zaman Ankara üzerinden devam edelim.
Beş yıl içerisinde tek bir kuruş kredi çekmeden Ankara’ya 84 kilometre metro sözü verenler, yedi senede yedi metre metro inşaatı yapamadılar ama işin algısını muazzam yaptılar.
Onun yerine milyon milyonluk çalgı çengi işleri yaptılar, adrese teslim sayısız ihale yapmalarına rağmen tüm Ankara’yı ‘ihaleleri internet üzerinden yayınlıyoruz’ diye algıya boğdular. 31 Mart seçimleri öncesi bu konuda İYİ Parti adayı Cengiz Topel Yıldırım’ın suallerinin bir tanesini dahi cevaplayamadılar.
Bırakın metro inşa etmeyi, kendilerine pırıl pırıl teslim edilmiş metroların merdivenlerini işletemediler, tuvaletlerini kapattılar.
Ankara’daki metro istasyonlarının hemen hemen tamamında bazı yürüyen merdivenler tam altı senedir farklı yerlerde arıza yapıyor.
‘Bunda ne var ki arıza olur ve onarılır’ dediğinizi duyar gibiyim lakin öyle olmuyor.
Hemen arızalı merdivenin önüne bir tabela koyuyorlar ve tabelada aynen şu cümleler yazıyor: ‘Söz konusu arızanın giderilmesi için gereken yedek parça yurt dışından tedarik edildiğinden, tedarik süresi 6 ya da 8 hafta sürmektedir. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Büyükşehir Belediyesi çalışıyor.’
Yani pek maharetli belediye başkanımız özetle ‘yürüyen merdiven yerli değil, yurt dışından getirilerek kurulmuş, malzeme tedariği de iki ay sürüyor. Hep bizden öncekilerin yanlış işleri’ mesajı veriyor.
Açıkçası bu türden algılara kanmaya hazır önemli bir kitleleri de var.
Kimse size sormuyor mu ‘Yahu aynı yürüyen merdivenler AVM’lerde arıza yaptığında neden iki ay beklenmiyor ya da İstanbul Havalimanından yılda 100 milyon insan gelip geçiyor, neden aynı algı tabelaları havalimanının yürüyen merdivenlerinde yok?’
Veya THY ile bir ülkeden başka bir ülkeye uçacaksınız, tam uçağa binmek üzeresiniz şöyle bir tabela ile karşılaşıyorsunuz ‘Sayın yolcumuz uçağımız arızalanmıştır, söz konusu uçak ABD yapımı olduğundan tedarik edilecek yedek parça için ihtiyaç duyulan süre üç aydır, siz gidin üç ay sonra gelin’
Merak ediyorum insanları bu kadar ahmak yerine koyarken, kendinizin düştüğü durumu hiç düşünmüyor musunuz?
Ankara’nın çok değerli başkanı 31 Mart seçimleri öncesinde bir tane körüklü otobüsün fotosunu paylaşıp altına da şunu yazabilmişti: ‘Yenikent ile Ulus arasında metrobüs deneme seferleri başlamıştır’
Ankara’da yaşayan birisi olarak çok heyecanlandım ve vardım gittim olayın geçtiği semte ama heyhat ortada ne metrobüs var ne de böyle bir çalışma.
Ya ne var?
Almışlar bir tane körüklü otobüsü, bu otobüse Yenikent’ten Ulus’a normal trafik içinden sefer yaptırıyorlar. Lakin bu haberi sorgusuzca gazetesine ve ekranına taşıyan koca koca kanallar bu haberi ne karşılığında ekranlarına ve sayfalarına taşıyabildiler merak ediyorum.
Merak ediyorum zira körüklü otobüs ayrı bir şey, metrobüs ayrı bir şey. Şayet bu ayrımı bilmeden bu haberleri yapıyorlarsa en temel kavramların farkını idrak edemeyecek medya organlarının itibarı ayağımızın altındadır, biliyorlar ama işler duygusal saikler ile ele alınıyorsa bu daha rezilce bir konu.
Ne oldu şimdi o deneme seferi yapan körüklü otobüsünüz?
O da ortada yok.
Sayın Yavaş şimdi çıkmış kameralar karşısına ‘asıl gündemimiz geçim sıkıntısı çeken halk ve sosyal yardımlara belediye olarak devam edeceğiz’ diyor.
Peki, sosyal yardımları bir kaynak oluşturup mu yapıyorsun yoksa merkezi idareden aldığın pay ile mi?
Ne fark eder demeyin çok şey fark eder.
Kendinizin bir kaynak yaratmadığınızı sattığınız belediye arsalarından biliyoruz.
Merkezi idareden aldıklarınızla çorba kazanı kaynatıp, poz vererek bu işi çözebiliyorsanız merkezi idare o parayı size vermez kendisi bu parayı dağıtır ve yoksulluğun azalmasına kendisi katkı sunar.
Merkezi idareden aldığı para ile ağalık yapmak tam buna denir.
Oysa o paralar bizim adımıza size belediye hizmeti almamız için tahsis edildi. Mesele hazır size gelen parayı dağıtmak olsaydı, hükümet size döner ‘madem bu parayı belediyecilik hizmeti için kullanmayacaksın, o zaman bu parayı ben kendim dağıtırım, merkezi idareden verilen parayla da sana ağalık yaptırtmam’ derdi.
Yazı uzar gider ama algıların hakikati boğmasına göz yumarsak yaşanmaz şehirler gerçeği ile karşı karşıya kalmamıza ramak var. Şimdiden şehirlerde insanların yaşamları göz göre göre cehenneme dönüştü, asıl gelecek yıllarda görün.
Devamını Oku
08 Şubat 2025 Cumartesi - 09:45
Savunma Sanayi Başkanlığı'nda bir gün
Geçtiğimiz hafta Savunma Sanayi Başkanlığı’nca icra edilen ve savunma sanayii alanında etkin birçok ismin katıldığı ‘2024 yılı icraatları ve 2025 yılı hedefleri’ konulu bir toplantıya iştirak ettim. Üzerinize afiyet olsun, tedavisi oldukça zor bir grip türüyle mücadele etmek zorunda kalınca bu toplantıya dair değerlendirmem de bir hafta geriden geldi lakin malumunuz savunma sanayisi haberleri saman alevi gibi gündelik konular olmaktan ziyade, ülkenin savunmasına dair kritik haberlerden oluştuğu için toplantıda konuşulan konuları siz GDH okuyanları için kaleme almaya karar verdim.
Savunma Sanayi Başkanı Prof. Haluk Görgün 2024 yılındaki icraatları hiçbir tereddüt ya da tenakusa meydan bırakmayacak netlikte açıkladı ve sorulan tüm sorulara büyük bir içtenlik ve netlikte cevap verdi.
Koordinasyon ve şeffaflık
SSB Başkanı’nın verdiği teknik bilgilere geçmeden evvel söylediği birkaç cümle beni oldukça mutlu etti ve etkiledi.
Başkan Görgün’ün açıklamalarından, Savunma Sanayii Başkanlığı’nın bu alanda üretim yapan tüm firmaları kapsayacak şekilde kendini daha öne çıkarttığını anlayabiliyoruz. Bu maksatla başkanlık bünyesinde bazı dijital platformlar da inşa edilmiş.
Kuşkusuz bunları kaleme alırken ‘Bu konu bundan önce bu şekilde değildi’ anlamında yazmıyorum lakin bu anlayışın bu denli etkin bir noktaya getirilmesi sektöre dair tüm yapılan haberlerin içinde yer alan birisi olarak benim de bizzat hissettiğim bir konuydu, toplantı esnasında bunu bizzat Başkan’dan dinleme imkanına sahip oldum.
Gelinen noktada geliştirilecek hiçbir ana proje, tek bir şirketin iştiraki ile ele alınmaktan ziyade konuyla alakalı birçok şirketin ya da kuruluşun katıldığı geniş kapsamlı toplantı ya da toplantılarla şekillendiriliyor ve kararlar ona göre şekilleniyor.
Bu elbette kıt kaynakların heba edilmemesi, ortak akıldan yararlanılması, firmaların uzmanlık alanlarını daha da ileriye götürecek projeler yürütmesi anlamına geliyor ve gerçekten de çok kritik bir hamle.
Her ne kadar medyada çokça zikredilmediyse de Başkan Görgün’ün Savunma Sanayi Başkanı olarak bizzat KOBİ’lerin önemine temas etmesi oldukça önemli bir konuydu zira savunma sanayi üretiminde KOBİ’ler başta olmak üzere özel teşebbüsün katkıları olmaksızın maliyet-etkin büyük başarıların yakalanması neredeyse imkansızdır.
Şimdi gelelim 2024 yılı içinde yapılan faaliyetlere ve 2025 hedeflerine;
- Türkiye 2024 yılında yaptığı ihracat ile dünyada savunma sanayi alanında en çok ihracat yapan 11 ülke arasına girmiştir. Bu ligde; ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin ilk beşi kapattığı göz önüne alındığında gelinen noktadaki başarıyı daha iyi görebiliriz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin birkaç basamak daha öne doğru çıkacağını öngörmek mümkündür.
- Bugün Türkiye’de savunma sanayisi alanında faaliyet gösteren şirket sayısı 3500’ün üzerine çıkmış durumdadır.
- 2024 yılı savunma ve havacılık sanayii ihracatı 7,154 milyar dolar ile yeni bir rekor kırmıştır. 2024 yılı için ortaya konulan hedef olan 6,5 milyar dolar hedefi yüzde 11 oranında aşılarak bu rekora imza atılmıştır. Böylece 2030 yılında 20 milyar dolar civarı bir savunma sanayi hedefi erişilebilir bir hedef haline gelmiştir. Ayrıca 1 milyon doların üzerinde ihracat yapan firma sayısı 160’ın üzerine çıkmıştır.
- Bugün itibarı ile ihracat yapılan ülke sayısı 180’nin üzerine çıkmıştır. Bu rakam da savunma sektörünün yer kürede ihracat yapmadığı birkaç ülke kaldığının göstergesidir.
- Halihazırda savunma sanayi alanında yürütülen projelerin proje hacmi 100 milyar doları çoktan aşmıştır.
- 2024 yılında Savunma Sanayii İcra Komitesi tarafından 90 civarında proje karara bağlanmıştır.
- Savunma sanayi alanında bugün itibarı ile istihdam edilen çalışan sayısı 100 binin üzerindedir. Bu, hem istihdam anlamında önemli bir rakamdır hem de bu alanda her geçen gün daha da artan beşerî sermayemiz konusunda önemli bir rakama tekabül etmektedir.
- Başkan Görgün’ün yaptığı değerlendirmeye göre, her bir savunma sanayi çalışanının uzmanlık alanına bakılmaksızın gerçekleştirdiği ihracat 70 bin dolar seviyesine ulaşmıştır.
- Şirket bazında bakıldığında ise BAYKAR, kişi başı ihracatta 300 bin dolar gibi dünya rekoru bir rakamı yakalamıştır. Küresel ölçekteki firmaları dahi geride bırakan BAYKAR’ın bu başarısı gelecek adına ümit vericidir.
- Savunma sanayisinde AR-GE için ayrılan kaynak 3 milyar dolara yaklaşmıştır.
- Uzun menzilli hava savunma sistemleri ilk kez yabancı ülkelerin envanterine girmiştir.
- ASELSAN tarafından üretilen aviyonik sistemler artık uluslararası pazara ihraç ediliyor ve savunma sanayisini önümüzdeki süreçlerde NATO projelerinde daha fazla rol alırken görebileceğiz.
Önemli projeler ve teknolojik gelişmeler
KAAN Projesi: 2028’de teslim edilmesi planlanan KAAN’ın yerli motor entegrasyonunun 2029-2030 döneminde gerçekleşeceği duyuruldu. Bu yıl, toplam altı adet prototipin üretimi devam edecek. KAAN’a güç verecek milli motor, 36.000 pound güç üretebilecek şekilde tasarlanmış durumda.
HÜRJET ve ANKA-III: İnsanlı ve insansız hava araçlarının müşterek görev yapabilirlik testleri 2024’te gerçekleştirildi. Bu gelişme, altıncı nesil teknolojilere geçiş adımı olarak değerlendiriliyor.
Kara ATMACA Füzesi: KTJ-3700 turbojet motoruyla donatılan füze, 400 km mesafedeki hedefi başarıyla vurdu.
ASELFLIR-500: 2024’te seri üretimden çıkan sistem, hali hazırda 16 farklı ülkeye ihraç ediliyor.
ALTAY Tankı: Bu yıl en az 3 adet ALTAY tankı seri üretimden çıkarılarak Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilecek.
Yeni Nesil Hafif Zırhlı Araçlar: Proje kapsamında imza töreni yakında gerçekleştirilecek.
HAVA-SOJ Projesi: Görev sistemleriyle donatılan uçağın uçuşları bu yıl içerisinde başlayacak.
Donanma Projeleri: Hali hazırda 35’in üzerinde donanma unsuru farklı tersanelerde inşa ediliyor. Portekiz gibi dünya denizcilik tarihinde isim yapmış bir ülkeye ihracat yapılması savunma sanayisinin donanma inşasında geldiği noktayı gösteren önemli bir gösterge.
BAHA İHA: HAVELSAN tarafından geliştirilen Bulutaltı İnsansız Hava Aracı BAHA, 2024 yılında envantere alındı ve ihracatı gerçekleştirildi.
Kısaca yukarıda ana çerçevesini bu yazıda belirtmeye çalıştığım savunma sanayi elbette rakamlardan ibaret değil. Savunma Sanayii alanında yüksek teknoloji ürünlerinin üretilmesi; Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması, caydırıcı gücünün artması, Türk dış siyasetinin tahkim edilmesi gibi birçok burada zikredilmeyen alana da önemli oranda tesiri vardır.
Siz GDH takipçileri açısından bizler de 2025 yılı içinde meydana gelen tüm gelişmeleri sizler için kaleme almaya devam edeceğiz.
Devamını Oku
27 Ocak 2025 Pazartesi - 10:45
Kendi halkınıza da coğrafya halklarına da hesap vereceksiniz
Geçtiğimiz günlerde İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü yaptığı açıklamalar ile Suriye’de yaptıkları yıkım için okkalı bir para isteyebileceklerini açıklamıştı. Açıklama aynen şu şekildeydi: ‘Yeni Suriye Hükümeti, Suriye'nin İran'a karşı tüm mali yükümlülüklerini üstlenecek’.
Şimdi de İran’ın dini otoritesi Hamaney bir taraftan, danışmanı olan Ali Ekber Velayeti diğer taraftan Suriye’ye yönelik ardı ardına açıklamalar yapıyorlar. Aslında konu Suriye gibi gözükse de konu çok açık İran rejiminin kendine halkına hesap vermemek istemesinin üzerinin örtülmesinden ibaret.
Enerji zengini İran’da enerji krizi yaşanıyor
Her türden enerji kaynağının içindeki İran’da bu kış başından bu yana kayda değer bir enerji krizi yaşanıyor. Maalesef bugüne kadar İran halkının kaynaklarını etrafındaki coğrafyaları istikrarsızlaştıran yapılara peşkeş çeken İran rejimi günün sonunda karşı karşıya kaldığı manzarayı şimdi kendi halkına izah etmede büyük müşkülat yaşamakta.
İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan büyük bir cari açık ile baş başa kaldığını ve işlerinin oldukça zor olduğunu, kimsenin toprağında gözlerinin olmadığını söylese de Hamaney ve saplantılı ekibi hamaset ile olanı biteni gizle telaşına düşmüş gözükmekte.
Dönelim İran’ın Suriye’de çıkarmaya devam etmek istediği fitneye.
Neyin tazminatı bu?
İran Suriye’yi terör tehdidinden korumak için Suriye’ye yardım elini uzatmış, elini cebine atmış, lojistik destek sunmuş bu yüzden de yeni kurulan hükümet bu yardımların faturasını İran’a ödemeliymiş.
Bu nasıl bir hayasızlık ki Rusya ile birlikte biriniz havadan diğeriniz karadan yüzbinlerce Suriyeliyi katlettiniz, öldürdünüz, yurtlarından sürgün ettiniz, şimdi de bu uğurda attığınız mermilerin parasını mı talep ediyorsunuz?
Kasım Süleymani ve Ebu Azrail gibi cani ruhlu adamları sayenizde tüm coğrafya mazlumları çok acı bir şekilde tanımak zorunda kaldı, bu eli kanlı caniler Suriyelinin muhayyilesinde kapatılmayacak travmalar oluşturdu.
Halepliyi Halep’ten Hamalıyı Hama’dan terörist damgası vurarak sürdünüz çıkarttınız, bu insanların evlerine dünyanın birçok farklı coğrafyalarından çeteleri getirip yerleştirdiniz. Şimdi de kalkıp bu katliamların masraflarını bu insanlardan talep mi ediyorsunuz?
‘Ben seni evinden yurdundan sürdüm, çoluğunu çocuğunu hem karadan hem havadan vurdum, dolayısıyla da masraf oluştu. Şimdi bir zahmet bu masrafları ödeyin’ mi diyorsunuz?
Siz Ortadoğu coğrafyasının ölü soyucuları mı oldunuz?
Elbette konu sadece ölü soyuculuğu ile izah edilemez.
İran bu söylemler ile el yükseltip Suriye siyasetinde ve Suriye içinde varlığını sürdürmek istiyor. Bu konuyu da pazarlık unsuru olarak masada tutmak istiyor lakin sizin ne Suriye masasında ne de Suriyelilerin gönlünde yeriniz yok.
Siz bu söylemler ile ancak Suriye halkının İran’a olan kinini ve öfkesini arttırırsınız.
Suriye yönetimi İran’a karşı oldukça dikkatli
Suriye’de yeni kurulan yönetim eğer Stockholm Sendromu'na kapılmadıysa daha düne kadar kendilerini katleden bu katilleri, ülkelerinin yanına yamacına yanaştırmaz.
Hmeymim Askeri üssünden kalkan her uçak yüzlerce Suriyelinin canını almadan dönmemişken hala Ruslara bu askeri üste kalabilirsiniz demek, başını Ukrayna sahasından kaldırabilirsen gel beni vurmaya devam et demektir.
Aynısı İran için de geçerlidir.
Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani İran’ı yaşanan bu gelişmeler üzerine Suriye’nin iç işlerine karışmaması konusunda son derece kararlı bir lisan ile bu yüzden uyardı.
Suriye Yönetimi İran’dan 300 milyar dolar tazminat mı talep ediyor?
Asıl tazminat davası açması gereken evlatları katledilmiş, yurtlarından sürülmüş Suriyelilerdir demiştik hemen ardından Suriye yönetimi İran’dan 300 milyar dolarlık bir tazminat talep edeceklerini duyurdu.
İran Dışişleri Eski Bakanı Cevad Zarif bunu anlamış olmalı ki şimdidden ön alma manevralarına başladı bile. Zarif, kendilerinin Suriye’de DEAŞ ile mücadele kapsamında bulunduklarını söylemekten haya dahi etmedi.
Devamını Oku
27 Aralık 2024 Cuma - 14:08
Muharebe sahasında insansız sistemlerin önlenemeyen yükselişi
Geçtiğimiz günlerde İngiliz Ekonomist Timothy Ash 50 yıl önce dizayn edilmiş F16 almak yerine insansız jet motorlu sistemlere yatırım yapıp yapmamanın doğruluğunu sorgulayan bir sosyal medya mesajı paylaştı.
Buna benzer bir paylaşımı ABD’li iş insanı Elon Musk da F35 uçakları üzerinden yapmıştı.
Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar ise bu açıklamalardan çok daha önce dünyadaki 11 bin civarındaki insanlı jet uçağın gelecek 30 sene içerisinde çok azının hala kullanılıyor olacağını ve insansız sistemlere doğru bir geçişin olacağını vurgulayan açıklamalar yapmıştı.
Anlaşılan insansız sistemlerin maliyet etkinliği üzerine önümüzdeki günlerde daha çok sayıda tartışma yapmaya devam edeceğiz.
Biz bu konuya Türkiye perspektifinden baktığımızda da tablonun oldukça karmaşık olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’nin alternatifleri
MSB Yaşar Güler, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda yaptığı konuşmada 'Amerikalıların F-35 konusunda, bizim KAAN'ı yapabileceğimizi ve uçtuğunu görünce, biraz düşünceleri de değişti. Onlar şimdi kendileri de F-35'i verebileceklerini ifade ediyorlar. Bu konuda da henüz bir gelişme olmadı. Biz hem üretim payımızın tekrar bize verilmesinde ısrar ediyoruz hem de F-35'i almak için isteğimizi bildirdik' demişti.
Bakan Güler aynı konuşmasında 'F-16 Blok 70 tedariki kapsamında başlangıç ödemesi yapılmıştır. 1,4 milyar dolar yatırdık. Bununla 40 tane F-16 Blok 70 Viper uçağı alacağız. 79 tane de modernize edecektik, ondan vazgeçtik' konusunun da altını çizmişti.
Bunlara ilaveten İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne ait bir Eurofighter Typhoon uçağının geçtiğimiz günlerde Ankara’ya gelmesi ve yetkililerin bu uçak üzerinde yaptığı incelemeler ve mezkûr uçağın tedarikine dair uzunca bir süreden bu yana yapılan teknik düzeydeki görüşmeler bir diğer alternatifin daha olduğunu gösteriyor.
O zaman Türkiye’nin dış tedarik boyutunda F16 ve Eurofighter alternatifleri ve projeye geri dönüşe yeşil ışık yakılırsa F35 alternatifi var.
Bu şartlarda üçünü birden tedarik etmek ne kadar anlamlı?
Bu üç projeye ayrılacak bütçeler ile KAAN ve insansız sistemlere ağırlık verilse daha maliyet etkin çözümler üretilmiş olmaz mı?
Hiç lafı uzatmadan hükmümüzü ortaya koyalım: Hangi şartlarda olursa olsun hangi projeye geri dönüş için yeşil ışık yakılırsa yakılsın, KAAN Milli Muharip Uçağı konusunda koyulmuş hedeflerden ve insansız sitemlerde yakalanmış olan başarıların devam ettirilmesi hedefinden bir milim bile taviz verilmemelidir.
O zaman gelelim Timothy Ash’in sualine
Gerçekten 50 sene önce dizayn edilmiş F16 projesine hala devasa bütçeler ayırmak ne kadar mantıklı?
Block 70 olarak tedarik edilecek bu uçakların envanterimizdeki Block 50+ F16’lardan en belirgin farklı yönleri; AESA Radar, gelişmiş dost düşman tanıma sistemleri, gelişmiş görev bilgisayarı ve aviyonikler ile elektronik harp paketi gibi hususlar.
Peki bu özelliklerin Kızılelma ve ANKA 3 gibi insansız jet motorlu uçaklarda olması mümkün değil mi?
Pekâlâ mümkün.
O zaman kısıtlı olan bütçemizi KAAN milli muharip uçak ile bu insansız jet motorlu uçaklara tahsis ederek, hem sayıca daha fazla insansız sitem üretilse hem de nitelik olarak daha yüksek bir performansa sahip KAAN envantere alınsa daha maliyet etkin bir hava gücü oluşturulmaz mı?
İşte tam burada tehdit algısı ve tehdit değerlendirmesi ortaya çıkıyor.
Bu sistemler envantere girinceye kadar geçecek sürede ülkenin güvenliğinden sorumlu karar mekanizmalarının elindeki tehdit algısına dair veri ve karar nedir?
Biz bunu bilecek konumda değiliz lakin gelişmiş hava savunma sistemleri ile bu tehdit bertaraf edilebiliyorsa, eldeki kaynakların KAAN milli muharip uçak sistemine ve insansız sitemlere ayrılması hem Türkiye’yi hava gücü alanında daha etkin kılacak hem de maliyet etkin bir karar verilmiş olacaktır.
Devamını Oku
20 Aralık 2024 Cuma - 12:11
Türkiye alternatifi kapsamında Etiyopya-Somali krizi
Suriye’de yaşananlar medya gündemini de alt üst ettiğinden hızla gelişen gündemdeki birçok gelişme gölgede kalıyor, kalmaya da devam edecek gibi.
Bu gelişmelerden bir tanesi de Etiyopya ile Somali arasında varılan Ankara Mutabakatı'ydı. Etiyopya ve Somali, Türkiye’de aralarındaki anlaşmazlığa nokta koyduklarını dünyaya Ankara’dan ortaya koydular. Önceden Berlin’de ve Londra’da kurulan masalar ve bu şehirlerin isimleriyle yapılan anlaşmaların içerisinde önümüzdeki dönemlerde sıklıkla Ankara ismini duyuyor olacağız.
Şimdi dönelim olanı biteni özetleyelim.
Türkiye’nin ilk başlarda oldukça küçümsenen Somali adımları, son sekiz yıldan bu yana ciddi sonuçlar üretmeye başladı. Bu süreç birilerini oldukça rahatsız ediyor olmalı ki içerideki itibarsızlaştırma baronlarını devreye almakta gecikmediler. Onlar da Allah için görevlerini fena yapmıyorlar olmalı ki Somali’ye yapılan yardımlar ile alakalı olarak en iyi yaptıkları işi yapıp bastılar sloganı: Sultan Ahmet Camiinde dilenip Ayasofya’da yardım yapmanın alemi ne?
Aslında kulağa fena da gelmiyor ama gelin görün ki işin aslı öyle değil.
Neden?
Türkiye bugün Somali denizlerinde sismik tarama faaliyeti icra ediyor, Somali’ye bir uzay fırlatma rampası kurmayı planlıyor. Bu liste uzadıkça uzar ama konumuz Somali Türkiye ilişkileri değil.
Parçalanmış ülke Somali
1960’lı yıllara kadar Somali coğrafyası İngiliz, İtalyan ve Fransız hakimiyetinde olan bir bölge. Koloni süreçlerinin sona ermesi ile beraber Somali; Puntland ve Somaliland parçalarının da birleşmesiyle Somali devleti olarak uluslararası sahnede yerini alıyor. Bu süreç 1990’lı yıllara kadar devam etse de bu tarihten sonra Somali iç savaşı başlıyor ve Somali gayriresmi olarak üç parçaya bölünüyor lakin ortada meşru tek devlet olan Somali var.
2000’li yıllar ile birlikte Türkiye, Somali’de hastaneler, sağlık ocakları ve okullar açarak Somali ile kapsamlı bir ilişki geliştiriyor.
Bugün Türkiye’nin dünya çapındaki en büyük büyükelçilik binası Somali’de. Somali ve başkent Mogadişu ise kurmaca Eş Şebab saldırılarını bastırarak önemli bir istikrara kavuşmuş durumda.
Bu stratejik öneme haiz coğrafyada Türkiye’nin elde ettiği kazanımlar başta İsrail olmak üzere bazı körfez ülkelerini halihazırda oldukça rahatsız etmeye devam ediyor. Yakın bir zamanda Türkiye’nin bu kapsamlı hamlelerine karşı başta Somaliland’in tanınması gibi bazı hamleler de gelebilir.
Şimdi dönelim Etiyopya’ya
Etiyopya halihazırda 110 milyonluk nüfusu ve büyük bir coğrafyası ile gelecekte Afrika’nın en büyük devletlerinden birisi olmaya aday bir ülke.
Fakat bu ülkenin halihazırda bir denize çıkış limanı yok ve bu Etiyopya’nın potansiyel gücünü ortaya koymasına mâni bir durum. Eritre’nin de devletleşmesi süreciyle birlikte Etiyopya denize çıkışı kapatılmış bir kara ülkesi halinde ve Habeş Krallığı dönemlerinden bu yana Etiyopya tüm mücadelesini denize çıkış konusunda vermiştir dersek mübalağa etmiş olmayız.
Bunun dışında ülke içinde uzun yıllar boyunca Tigray isimli bölücü unsurlar ile mücadele halinde. Hatta Tigray unsurlarının başkent Adis Ababa kapılarından geri dönmeleri yine Türkiye’nin siyasi hamleleri ve savunma sanayii ürünleri önlenmiş durumda.
Yani Türkiye’nin Somali ile olan ilişkisi Somali ile sınırlı değil.
İşte bu Etiyopya geçtiğimiz aylarda Somali Devleti’nin bir parçası olan Somaliland üzerinden Kızıldeniz’e çıkış ile alakalı bir anlaşma imzaladığını ve yakın bir zamanda da Somaliland’i tanıyacağını duyurdu.
Somali de bu durum karşısında karasularının korunması kapsamında Türkiye ile bir ‘Savunma ve İşbirliği Anlaşması’ imzaladı.
İşte süreç bu noktadan sonra başladı ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 1 Temmuz 2024 tarihinde Ankara’da her iki ülkenin Dışişleri Bakanları ile bir araya geldi. Bu toplantı sonrasında ortak bir Ankara Bildirisi yayınlanarak nelerin yapılacağı konusunda çalışmalar başlatıldı.
Bakan Fidan bu bildiriden bir ay sonra takvimler 3 Ağustos 2024’ü gösterirken sessiz sedasız Etiyopya’yı ziyaret ederek kapsamlı alternatifler üzerinde Etiyopyalı yetkililer ile görüştü. Bu görüşmeden 10 gün sonra 12 Ağustos 2024 tarihinde her iki ülkenin Dışişleri Bakanları Türkiye ile birlikte Ankara Süreci denilen süreci başlattılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte BM temasları kapsamında New York’a giden Fidan burada Türk Evi’nde her iki ülkenin bakanları ile ayrı ayrı görüşmeler gerçekleştirdi.
Ve bu diplomasi süreçleri meyvesini 11 Aralık 2024 tarihinde verdi ve iki ülke anlaşmaya vardıklarını duyurdular. Anlaşmayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud ve Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed birlikte dünyaya ilan ettiler.
Anlaşma neleri ihtiva ediyor?
Yayınlanan bildiride ‘Taraflar dostluk ve karşılıklı saygı ruhu içerisinde, görüş ayrılıklarını geride bırakma ve ortak refah doğrultusunda işbirliği içerisinde kararlılıkla ilerleme konusunda mutabık kalmışlardır. Taraflar Somali Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterirken Etiyopya’nın denize ve denizden güvenli erişiminden sağlanabilecek çeşitli potansiyel yararları tasdik etmişlerdir.
Ayrıca Etiyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti’nin, Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemen yetkisi altında, denize ve denizden güvenilir, emniyetli ve sürdürülebilir erişiminden yararlanmasına olanak tanıyacak sözleşme, kiralama ve benzeri yöntemler de dahil olmak üzere ikili anlaşmalar yoluyla karşılıklı olarak avantajlı ticari düzenlemeleri sonuçlandırmak için yakın bir şekilde çalışma konusunda mutabık kalmışlardır’ denildi.
Şimdi taraflar detayları dört ay gibi kısa bir sürede tamamlayarak yola revan olacaklar.
Böylelikle Türkiye coğrafyada Libya, Karabağ ve Suriye’deki istikrarsızlıklardan sonra, Somali ve Etiyopya coğrafyasında da önemli bir sorunu çözme yolunda önemli bir katkı daha sunmuş oluyor.
Bu açıdan ‘Türkiye Alternatifi’ içi boş bir söylem değildir.
Devamını Oku
13 Aralık 2024 Cuma - 13:14
Halep’in kapıları nasıl açıldı?
Suriyeli muhaliflerin büyük bir süratle İdlib’ten sonra Halep ve Hama’ya kadar varan ilerlemesi herkesi şaşırttı. Nasıl olur da Halep gibi İranlı silahlı gruplar ve Esed rejimi tarafından bu kadar sıkı korunan bir şehir, bir anda muhaliflerin eline geçerdi?
O zaman adım adım olanı biteni yazalım.
Aslında bu harekatın İdlip şehir merkezi ve kırsalının Suriye rejimi tarafından Astana süreçlerine aykırı bir şekilde bombalanması sonrası başlaması öngörülmekteydi; lakin Türkiye tarafından HTŞ gruplarına böylesi bir harekata başvurulmaması telkin edilmişti. Fakat bu bombardımanlara muhalif unsurlarca yeterli karşılık verilememesi Esed rejiminde güç zehirlenmesine yol açmış ve bombardımanın dozu daha da arttırılarak yüzlerce masum sivilin katledilmişti.
Bu esnada rejim unsurları tarafından yoğun dron saldırıları yapılmaya devam etti. Kullanılan dronların tamamına yakını İran tarafından imal edilen dronlar olması sahada kimseyi şaşırtmadı.
İdlip’teki muhalif unsurlar rejimin saldırganlığı devam ettiği için Saldırganlığı Cezalandırma Harekâtı başlatma kararı aldılar. Bu kapsamda İdlib merkezli 10 kadar muhalif unsur tek bir çatı altında birleşti.
Aslında bu birleşme yeni de değildi, uzun bir zamandan bu yana muhalif unsurlar sahada birlikte hareket etmekteydiler.
Harekatın ilk safhadaki hedefi uzun zamandan bu yana Halep’in Batı yakasındaki yerleşim yerlerinden öldürücü topçu atışları yapan rejim unsurları ve onların bulunduğu yerleşim yerleriydi.
Asaib El Hamra devrede
Asaib El Hamra (AEH), İdlib’teki muhaliflerin en önemli kuvvet unsurlarından birisi.
Bu özel birim uzun süreden bu yana yoğun eğitim süreçlerinden geçirilmiş ve bu kapsamda da çok özel bir misyon üstlenmişti: Rejim unsurlarının kontrolünde olan Halep şehrine girmek ve muhalif unsurlarının saldırıları Halep’e doğru gelişirse şehrin kapılarını içeriden açmak.
AEH ile ilgili bu bilgi burada dursun, buraya geri döneceğiz.
Kataib Şahin Tugayları
Muhalif unsurların İdlib güneyine ve doğusuna yönelik başlattığı saldırlar, hazırlıksız yakalanan rejim unsurlarını adeta bozguna uğrattı. HTŞ ilk defa kendi imal ettiği bazı dron sistemlerini ve silahları da kullanmaya başlamıştı. Özellikle FPV dronların muhalif unsurlar tarafından başarıyla kullanılması, Esed unsurlarını şaşkına çevirmişti.
Peki bu FPV dronları kim kullanıyordu?
İşte burada karşımıza Kataib Şahin yani Şahin Tugayları çıkıyor.
İdlib’teki muhalif unsurlar hem konvansiyonel eğitim süreçlerinde zamanı iyi değerlendirmişler hem de ulaşılabilir yüksek teknolojiye oldukça önemli yatırımlar yapmışlar. Bu kapsamda oluşturdukları Şahin Tugayları ile günümüz muharebe sahasında seviye atlayan bir konuma kendilerini getirmişler.
Bugün İdlib merkezli muhalif unsurlardan gelen görüntülerden anladığımız, rejimin muhaliflere üstünlük sağladığı en önemli alan olan hava hakimiyeti asimetrik tedbirler ile kısmi de olsa boşa çıkartılmıştır. Evet, hala Rusya destekli rejim unsurlarının hava hakimiyeti muhalif unsurlara büyük bedeller ödetmektedir lakin muhaliflerin sahip olduğu dron gücü de rejim unsurlarına çok büyük kayıplar verdirmektedir.
Bu dronlar nasıl kullanıldı?
Harekatın ilk safhasında dronlar bir taraftan saldırı maksatlı kullanılırken diğer taraftan keşif ve gözetleme unsuru olarak kullanıldılar. Karadan saldırıya geçen muhalif unsurlara karşı direniş gösteren tüm rejim unsurları ve İranlı çeteler bu dron sistemleri ile etkisiz hale getirildi. Artık gökyüzü Esed unsurları için çok tekin değildi ve dronlar sahada çok şeyi değiştirmişti.
Karadaki saldırılar yukarıda zikredilen parametreler doğrultusunda çok hızlı gelişti ve muhalifler bir anda kendilerini Halep’in önlerinde buldular.
Dönelim tekrar Asaip El Hamra birliklerine
İşte bu noktada da günler önce Halep içine sızan Asaip el Hamra (AEH) devreye alındı.
Muhaliflerin Halep önlerine kadar gelen saldırıları sonrası acil güvenlik toplantısı için bir araya gelen Suriye rejimine ve İran Devrim Muhafızları unsurlarına AEH şok bir saldırıda bulundu. Bu saldırıda general düzeyinde bazı İranlı askerler ile Suriye rejimine ait subaylar etkisiz hale getirildiler.
AEH’nın bu saldırları Halep şehrinde büyük bir şok yaratmıştı.
Bu nasıl olabilirdi?
12 saat gibi oldukça kısa süren bir çatışma sonrası muhalifler Halep’i hem içeriden hem de dışarıdan kuşatmışlar ve Halep’in Batı savunma hattını tamamen çökertmişlerdi. Şimdi Halep’in içine ilerlemek istiyorlardı.
Ve muhalifler bu safhada yeni bir kartı daha saha sürdüler: Saraya El Harari
Saraya El Harari
İdlib merkezli muhaliflerin son yıllarda üzerinde önemle durdukları bir diğer birim ise Saraya El Harari (SEH) idi. Gece şartlarında göğüs göğüse muharebe alanında özel yetiştirilmiş personelden müteşekkil SEH birlikleri, muhalif unsurların özel kuvvetleri konumundaydı. Saldırı silahları, keskin nişancı ekipmanı ve gece görüş dürbünleri ile teçhiz edilen SEH birlikleri 29 Kasım 2024 gecesi sabaha kadar Halep’in Batısındaki rejim unsurlarına geceyi dar etmişti.
Ve 30 Kasım 2024
30 Kasım 2024 sabahının ilk ışıkları ile birlikte Halep şehir merkezi artık muhaliflerin eline geçmişti. Yaklaşık 1.5 milyon Suriyelinin sürgün edildiği Halep, büyük bir sabır ile kendini geliştiren ve Suriye’nin Esed zulmünden kurtarılmasına kendini adayan muhalif unsurların kontrolüne alınmıştı.
Halep’in ele geçirilmesinde Asaip El Hamra, Kataib Şahin ve Saraya El Harari üçlüsü muazzam bir rol almış ve Esed rejim unsurlarını bozguna uğratmışlardı.
Zaman, Mekân ve Kuvvet
Stratejinin bu üç unsuru muhalifler tarafından çok iyi kullanılmış ve bu üç unsuru kendi lehine kullanan her aktör gibi karşı tarafa iradesini kabul ettirmişti.
Devamını Oku
05 Aralık 2024 Perşembe - 14:32
Dünya enerjinin ateşiyle dönüyor
Enerji, günümüz dünyasında devletlerin gerek iç gerekse harici siyasetlerinde ana gündem konusu olmaya devam ediyor. Günümüzde üretimden, yaşamın her noktasına kadar hayatımızın her anını enerji konusu kuşatmışken, Türkiye’nin enerji alanında attığı adımlar ısrarla gözden kaçırılmaya devam ediyor.
Bir taraftan yenilenebilir enerji kaynaklarının kurulu gücü arttırılırken diğer taraftan enerji çeşitliliğini sağlayacak hamleler arka arkaya devreye alınıyor.
Bu kapsamda Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin ilk ünitesinin 2025 yılında devreye alınacak olması, rüzgâr ve güneş üzerinden üretilen enerjinin kurulu gücünün 30 MW üzerine çıkması, jeotermal kaynaklardan ve bio kütle üzerinden enerji üretimine yönelik büyük yatırımların yapılması bizlerin gözden kaçırmaması gereken gelişmeler.
Dünya enerjiye aç
Sadece elektrik tüketimi üzerinden konuyu ele aldığımızda Çin 9.200 TW ile elektrik tüketiminde dünyada birinci sırada, Çin’i 4.200 TW ile ABD izliyor. Türkiye’nin bu tablodaki yeri nüfusu ile mukayese edildiğinde hiç de küçümsenmeyecek kadar fazla. Türkiye 300 TW ile dünya elektrik kullanımında 20. sırada.
Bunun yanında ülkelerin petrol ve doğalgaz tüketimleri de inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Son yıllarda dünyada fosil yakıtlara olan ihtiyaç yenilenebilir enerji kaynakları devreye alınarak azaltılma trendine girmişse de, hâlâ bu kaynaklara olan ihtiyaç çok yüksek boyutlarda.
Örneğin ABD günde yaklaşık 20 milyon varil petrol tüketerek birinci sıradaki yerini hâlâ muhafaza etmekte, ABD’yi günde yaklaşık 16 milyon varillik petrol tüketimi ile Çin takip ediyor. Yine Türkiye günde bir milyon varilin üzerindeki petrol tüketimi ile listede 21. sırada.
Hem elektrik tüketimindeki rakamlar hem fosil yakıtlardaki tüketim rakamları, enerji üzerinden bir politikayı ülkelerin gündeminin merkezine yerleştiriyor.
ABD, Çin’i çevreleme siyasetini Çin’in enerji kaynaklarına erişimini kısıtlayarak oluşturmaya gayret ederek oluşturuyor. Rusya’nın ‘Güney ve Kuzey Akım Projeleri’ ile Avrupa ve Balkanlar üzerinden İtalya’ya kadar olan bölgede el yükseltmesini istemiyor, eğer gerekirse bu hatların inşa edilmemesi için yaptırım kartını devreye sokuyor, bu da kifayet etmezse hatları sabote ediyor.
Bu durumda ülkeler enerji ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar?
ABD’nin bu konuda kaya gazı satmak dışında ortaya koyduğu açık ve net bir alternatifi maalesef yok. Almanya başta olmak üzere birçok ülke yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmiş olsa da hâlâ fosil yakıtlara olan ihtiyaç çok büyük oranlarda bir hakikat olarak masanın üzerinde durmakta.
Özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve sonrasında enerji devi Rusya’ya yönelik Avrupa’nın uyguladığı ambargolar Avrupa’yı enerji arz güvenliği alanında oldukça zorda bıraktı ve hala bu sorun ortadan kalkmış değil.
Enerji arzı ve güvenliği
Az bilinen noktalardan birini de enerji güvenliği konusu oluşturmaktadır. Enerji arz güvenliğinden anlamamız gereken “enerji kaynaklarının tüketiciye güvenli ve kesintisiz bir şekilde, uygun fiyatlardan ulaştırılmasıdır”.
Ayrıca, ülkemizin dünyadaki petrol ve doğalgaz rezervlerinin yaklaşık yüzde altmışına sahip bölgelerin buluşma noktasında yer almasından dolayı özel bir önem ve misyon kazandığını da görmemiz gerekiyor.
Enerji arz güvenliği, tıpkı konvansiyonel anlayıştaki sert güvenlik unsurları kadar ülkeleri tehdit eder boyutlara ulaşabiliyor. Bir ülkedeki hemen hemen her faaliyetin ucu, günün sonunda enerji konusuna çıkmaktadır.
Bu yüzden yeni güvenlik parantezi içerisinde değerlendirilen enerji güvenliği, gıda güvenliği, biogüvenlik, düzensiz göç hareketleri, siber saldırılar, iklim değişiklikleri gibi onlarca unsuru, siz değerli gdh.digital okurları için sıklıkla farklı yönleri ile değerlendirmeye devam edeceğiM.
Türkiye ve enerji arzı güvenliği
Türkiye tam bu noktada enerji güvenliğini sağlayacak ve uluslararası arenada enerji kartının kendi aleyhine birileri tarafından kullanılmasını önlemek maksadı ile hem kaynakları çeşitlendiriyor hem de elektrik üretiminde yerli kaynakların arttırılmasına büyük önem veriyor.
Türkiye’nin sadece transit bir kullanıcı ülke olmaktan çıkarak, enerji ticaret merkezi bağlamında doğalgazın fiyatlandırıldığı bir piyasanın merkezi olması hayal değil. Zaten bu vizyon doğrultusunda 2015 yılında İstanbul’da Enerji Piyasaları İşletme AŞ (EPİAŞ) devreye alınmış durumda.
EPİAŞ bu kapsamda ülkemiz enerji piyasalarının etkin, şeffaf, güvenilir ve sürdürülebilir biçimde işletilmesi ve geliştirilmesi için çalışan çok değerli bir kurum olarak ileriki günlerde isminden çokça söz edeceğimiz bir kurum olacaktır.
Enerji arzı güvenliği kapsamında Türkiye yenilenebilir enerji kaynaklarını her geçen gün daha üst noktalara taşımanın gayreti içinde. Yenilenebilir enerji kurulu kapasitesi olarak Türkiye dünyada ilk 10 ülkenin, Avrupa’da da ilk beş ülkenin içine şimdiden girmiş durumda. Lakin bu konuda yeterince seri adımlar atamamak dahi oyun dışı kalmak anlamına gelir.
Türkiye, enerji güvenliğini garanti altına alabilmek maksadıyla yenilenebilir enerjinin dışında Rusya, Azerbaycan, Irak ve İran üzerinden inşa ettiği farklı boru hatları projeleri ile bu konuda örnek gösterilecek çalışmaları hayata geçirdi.
Maalesef ülke gündemi suni gündemler ile yıpratılırken, hem Kuzey Marmara Doğalgaz depolama tesisi hem de Tuz Gölü yeraltı depolama tesisleri, farklı fazlarla devreye alınmaya başlandı. Türkiye’nin doğalgaz depolama kapasitesinin 2028 yılına kadar 14,4 milyar metreküpe ulaşması hedefleniyor.
Bütün Avrupa'da hali hazırda yaklaşık 100 milyar metreküp doğal gaz depolama kapasitesi bulunuyor. Almanya 24 milyar metreküplük kapasiteyle 1'inci, İtalya ise 16 milyar metreküplük kapasiteyle 2'nci sırada bulunuyor.
Ayrıca Türkiye’nin ilk yüzer LNG depolama ve gazlaştırma (FSRU) gemisi Ertuğrul Gazi de uzun zamandan bu yana BOTAŞ Limanı üzerinden hizmet vermeye devam ediyor. Ertuğrul Gazi (FSRU) gemisi ile mevcut boru hatlarına bağlı kalmaksızın spot piyasalardan elde edilecek uygun fiyatlı 170 bin m3 LNG, bu gemi üzerinde depo edilerek, günde 28 milyon LNG gazlaştırılıp piyasaya sunuluyor.
Ertuğrul Gazi FSRU gemisi, devreye alındığı 25 Haziran 2021 tarihinden bugüne kadar geçen sürede doğal gaz iletim sistemine yaklaşık 4 milyar metreküplük katkıda bulundu.
Keza yine Avrupa’da başta Fransa ve İngiltere olmak üzere kullanılan çok sayıdaki nükleer enerji santrallerinin benzerini Akkuyu’da hayata geçirmemize sayılı günler kaldı. Avrupa’da baş gösteren enerji krizi de açıkça ortaya koyuyor ki nükleer enerji hala enerji güvenliğini sağlamak açısından çok değerli bir alternatif.
Enerjiden gıdaya, iklim değişikliklerinden düzensiz göç hareketlerine kadar birçok konuda acil olarak atılması gereken adımları ve hayata geçirilen projeleri kamuoyunda bir farkındalık oluşturmak maksadıyla gdh.digital için kaleme aldığım yazılarımda ele almaya devam edeceğim.
Devamını Oku
28 Kasım 2024 Perşembe - 13:23
Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.
Bayraktar TB-3, kısa pistli bir gemiden kalkış ve iniş yapabilen ilk SİHA olarak dünya tarihine geçti. Bu başarı insansız sistemlerde Türkiye’nin geldiği nokta açısından çok önemli bir gösterge oldu.
Türkiye’nin insansız sistemlerde kısa bir süre içeresinde elde ettiği başarılar her geçen gün daha fazla dikkat çekmeye devam ediyor. Gün geçmiyor ki Türkiye’de insansız sistemler başta olmak üzere savunma sanayii alanında yeni gelişmeler yaşanmasın.
Sanayi devrimiyle birlikte başlayan son iki yüzyıllık süreçte birçok kırılma noktasını kaçıran Türkiye, geldiğimiz noktada yakalamış olduğu ivme ile çok önemli bir avantaj elde etti. Savunma sanayi ve kritik teknolojilerin kontrolü noktasında oldukça korumacı bir yönü bulunan Batı, Türkiye’deki bu gelişmeleri de bu anlamda yakından takip ediyor.
Daha bu Temmuz ayı içerisinde, Fransız Savunma Bakanlığı’nın bazı istihbarat birimleri ile Türkiye’nin dron gücüne dair hazırladığı rapor, bu konuda nasıl yakından takip edildiğimizin en büyük göstergesi.
Ülke içinde ise, savunma sanayi alanında elde edilen başarıların millet nezdinde büyük bir hüsnü kabul gördüğü malumunuz. Fakat bu alanda elde edilen başarılardan rahatsızlık duyan bir kesimin olduğu da bildiğimiz ve şahitlik ettiğimiz bir konu.
Özellikle savunma sanayii alanında elde edilen başarıların bazı kalembaz ve kelambazlar tarafından nasıl itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını uzun bir süreden bu yana ibret ve hayretle takipteyiz.
Dün akşam saatlerinde TB3 SİHA sisteminin uzun ve meşakkatli çabalar sonucunda TCG Anadolu gemisi üzerindeki kısa pistten otonom bir şekilde hem kalkış hem de iniş yapması yine adeta bir turnusol etkisi gösterdi.
Dünya basını konuyu nasıl gördü?
Dünya basınında oldukça yakından takip edilen konu, sayısız habere konu edildi. Yapılan haberlerde bu başarının dünya havacılığında bir ilk olduğu vurgulanırken, denizlerde elde edilecek insansız sistemlerin muharebe sahasını nasıl etkileyeceği üzerine teknik yazılar da kaleme alındı.
Ukrayna sahasında kullanılan dronların konvansiyonel harplerin gidişatına nasıl tesir ettiğine dair sayısız yazının kaleme alındığını zaten takip ediyoruz. Şimdi, Türkiye’nin mavi sularda elde edeceği bu yeni kazanımın ne tür etkiler oluşturabileceği konusu elbette göz ardı edilecek bir konu değildi, öyle de oldu.
Peki ya Türkiye’de durum ne?
Bu başarının kolayca elde edilmediğini bizzat Selçuk Bayraktar’ın sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalar üzerinden biliyoruz. Sosyal medyanın istenildiği takdirde toplumu bilgilendirmede nasıl stratejik bir rol oynayabileceğini bu paylaşımlar üzerinden bir kez daha öğrendik. Baykar, TB3’ün bu başarıyı elde edebilmesi için bir yıl içerisinde doksandan fazla uçuş testi gerçekleştirdiğini ve sanal ortamda 10 binin üzerinde iniş ve kalkışın simüle edildiğini sıklıkla paylaşarak sürecin zorluklarını gösterdi.
TCG Anadolu üzerine insansız bir sistemin iniş ve kalkış yapacağı açıklaması geldiği andan itibaren şirazesi kaymış açıklamalar yaparak bunun hiçbir şekilde mümkün olamayacağını ekran ekran gezerek anlatanlar, elde edilen bu başarıdan son derece mutsuz olmalılar ki ağızlarını bıçak açmıyor.
Tüm milli günlerimizde büyük bir iştiyak içinde okuduğumuz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Mustafa Kemal’in Kağnısı’ şiirindeki cepheye ulaştırılması gereken kutsal yük, meğer bazı isimler için sadece şiirde geçen sözlerden ibaretmiş.
Mesela Soner Yalçın dün Sözcü Gazetesine veda ederken ‘Dün nasıl Kurtuluş Savaşının yayın organı Hakimiyet-i Milliye varsa bugün de Sözcü var’ dese de o Sözcü Gazetesinde TB3’ün TCG Anadolu gemisine inişine dair tek satır bir haber yoktu.
İnsan elbette soramadan edemiyor bu nasıl bir Hakimiyet-i Milliye anlayışı ki tek satır haber yapamıyorsunuz diye.
Emekli bir amiral haftalarca böyle bir piste iniş kalkış yapmanın mümkün olmadığını, dünyada SİHA gemisi diye bir kavramın olmadığını, birazda korkunç bir yüz ifadesiyle defalarca anlatmış olsa da son 48 saatten bu yana tek kelam etmedi ya da edemedi.
Sanırım biraz enerji ve veri topladıktan sonra kendi içine düştüğü açmazı rasyonalize edecek açıklamalarla konuşmaya başlayacaktır.
Halk TV ve Tele1 gibi muhalefete destek veren yandaş medya organlarında ve Medyascope gibi fonlanan medya organlarında da bu konuya dair tek bir haberin çıkmamış olması, olayın organize bir ‘görmeme, duymama ve dile getirmeme’ haberciliği olduğu noktasında bizleri ikna ediyor.
Keza yine Karar Gazetesi TB3’ün rampa kalkış desteğini başarıyla geçtiğine dair daha öncesinden haber yapmışsa da TCG Anadolu’ya iniş ve kalkışa dair kapsamlı bir haber yapmamış.
Ya bu test esnasında bir başarısızlık olsaydı?
Aslında söz konusu iniş ve kalkış esnasında bir başarısızlık olsaydı, bu yayın organlarının haberi sür manşetten vereceklerinden zerre kuşkumuzun olmaması gerekir. HÜRJET uçağının ilk test uçuşunda emniyet gerekçesi ile iniş takımlarını kapatmadan uçması dahi nasıl eleştiri konusu yapılmıştı.
Konu sadece TB3 ile mi sınırlı?
Elbette konu sadece TB3 ile mahdut bir konu değil.
Muhalefete yakın medya organlarında bu iki yüzlü yayıncılığın tıpkı muhalefet gibi ısrarla nasıl sürdürülebildiğini hayretler içinde izliyoruz. Bir taraftan ‘Kuvvacı gelenekten geliyoruz’ sloganları atılırken diğer taraftan Suriye ve Irak’tan asker çekilmesi kararına nasıl destek verildiğini görebiliyoruz.
Gazi Meclis’te urgan fırlatanların, 2023 seçimleri öncesinde yayınlanan ‘Politikalar Mutabakat Metni’ içinde tek satır PKK ve YPG kelimesinin geçmemesine nasıl sessiz kaldıklarını da biliyoruz.
İhraç istemiyle disipline sevk edilen teğmenler konusunda ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ cümlesini slogan olarak bu medya platformlarında manşete çekenlerin ‘TSK kimyasal silah kullandı’ iftirasını atanlarla nasıl kol kola olduklarını da biliyoruz.
FETÖ konusunda ‘Ali Dibo’ haberleri yapanların, bu haberlerin öznesi olan adaya tıpış tıpış giderek sandıklarda destek verdiklerini de biliyoruz.
Bugün ‘Mustafa Kemal’in askeriyiz’ cümlesini kendilerine kalkan yapanların, öldürülen PKK’lı teröristlerin resimlerinin sergilendiği hafıza odası diye isimlendirilen odalarda, ‘Mustafa Kemal’in askerleri değil generali olsanız ne yazar, it sürüleri’ diyen Sırrı Sakık ile nasıl sarmaş dolaş pozlar verdiklerini de biliyoruz.
Liste uzadıkça uzar.
En iyisi biz konuyu geçtiğimiz günlerde vefatının sene-i devriyesi olan merhum Sezai Karakoç’un kaleminden bir satır ile sonlandıralım: Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.
Devamını Oku
21 Kasım 2024 Perşembe - 07:52
Türkiye’nin geleceğinde teröre yer yoktur
Erdoğan’ın ısrarının sebebi
Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun zamandan bu yana ısrarla iki konunun altını çizmeye devam ediyor. Birincisi iç cephenin tahkim edilmesi ve milletin çıkarları doğrultusunda bir siyasetin ortaya koyulması ve ikinci olarak da Türkiye’nin geleceğinde teröre yer olmadığı vurgusu.
Her ne kadar bu noktada kayda değer bir ilerleme sağlanamamış olsa da ‘devlet’ kavramına diğer tüm uluslardan çok daha farklı anlamlar yükleyen bir millet olarak, zor zamanlarda toplumun kahir ekseriyetinin kenetlendiği bildiğimiz bir hususiyetimizdir.
Coğrafyada yeni paylaşım planları mı?
Anlaşılan o ki İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığı ile birlikte coğrafyaya yeni bir format atılacak.
Görünen o ki bazı ülkelerin geleceği asla eskisi gibi olmayacak.
İsrail’in sözde güvenlik kaygılarını gidermek maksadıyla Suriye, Irak ve Lübnan coğrafyasına derin neşterler atılacağını gözlemleyebiliyoruz. Aslında Türkiye de bu saydığımız ülkeler listesinde hala var lakin bir türlü işler istedikleri gibi gitmedi ve gitmiyor.
Son zamanlarda İsrail tarafından paranoyak açıklamalar yapılmasının ana nedeni de Türkiye konusundaki planlarının işlememesi. Şimdi bu açmazı aşabilmek için YPG terör yapılanması üzerinden planlarını uygulamak istiyorlar ve konuyu hayasız bir şekilde ‘Kürtler’ parantezi içinde uluslararası kamuoyuna sunuyorlar.
İsrail’in PKK ile olan ilişkisi yeni mi?
İsrail’in teopolitik hedefleri ve güvenlik kaygıları doğrultusunda bölgedeki tüm terör örgütleri ile olan ilişkileri ne sır ne de yeni bir konu. Geçtiğimiz günlerde El Cezire’de bir röportajı yayınlanan MOSSAD eski Başkanı Efraim Halevy, El Kaide ve En Nusra ile olan ilişkilerine dair tarihi itiraflar yaptı. Halevy her ne kadar konuyu insanlık parantezi içerisinde izah etmeye kalksa da Gazze’deki bebekleri gözünü dahi kırpmadan katleden bir anlayışın, teröristlere insaniyet namına merhamet ettiğine inanacak kimse var mıdır?
İsrail’in PKK terör örgütünü de aynı saiklerle desteklediğinden kimsenin şüphesinin olmaması lazım gelir. Aslında bölgemizdeki tüm terör örgütlerinin kendi ajandaları ile uluslararası güç merkezlerinin çıkarlarını ortaklaştırma gayreti içinde olmalarına da şaşırmamak lazım gelir zira bu en basit bir taktik anlayışın en doğal sonucudur.
Dolayısıyla konuya kendi zaviyemizden baktığımızda hem iç cephenin tahkim edilmesi hem de sert gücün tüm unsurlarının sahaya sürülmesi bu mücadelede en temel parametrelerdir.
Satranç tahtası
Uluslararası ilişkiler bir satranç tahtası ve tarih kurulduğundan bu yana nadir zamanlar hariç güç ve adalet odaklı olarak işliyor. Kısa vadede güçlü olan kazansa da uzun vadede güç ve adaleti eşgüdümlü olarak sahaya sürebilen her daim kazanabiliyor.
Hele ki bu coğrafyada bu husus kesinlikle daha belirgin.
Güçlüsünüz lakin adil olmadığınız takdirde silinip gidiyorsunuz. Bunun en belirgin örneği Moğol istilaları idi ve bugün Moğollardan bizlere müspet manada hiçbir şey kalmadı.
Adilsiniz lakin gücünüz yok, sizi kurda kuşa yem ederler, siz de ‘ama ben adildim’ diye tekrarlar durursunuz.
İşte tam bu noktada güçlü ve adil olmak her daim tüm stratejilerimizin temeli olmalıdır.
Türkiye ne yapacak?
Bu durumda Türkiye ne yapmalıdır ki teröristan projesi Türkiye’nin kafasında demoklesin kılıcı misali sallandırılıp durmasın?
Birincil öncelik, yeni paylaşım ve kaos planlarına karşı Türkiye tüm Suriye sınırındaki 40 km güvenlik kuşağını ivedilikle oluşturmalıdır.
İkinci olarak içerideki sığınmacı konusunu çözmek maksadıyla Halep ve periferindeki coğrafya sığınmacıların yerleşebilmeleri için gerçek sahiplerine iade edilmelidir. Bu da Halep’in tekrar sahiplerine kavuşturulmasıyla mümkün olabilir.
Sanırım insanların Halep’te kendi mülklerine dönmelerinden daha meşru bir durum olamaz.
Bu sağlanırken de Suriye’ye dönen sığınmacıların herhangi bir şiddet ile karşılaşmamasını sağlayacak garantörlük mekanizmaları devreye alınmalı ve Türkiye burada çok güçlü bir misyon üstlenmelidir.
Bu süreçler tamamlanıp Rusya, ABD ve İran bölgeden çekilmeden, İsrail yayılmacılığı ve saldırganlığı durdurulmadan, TSK’nın Suriye ve Irak coğrafyasından çekilmesinin düşünülmesi dahi abesle iştigal etmektir.
Devamını Oku
16 Kasım 2024 Cumartesi - 10:08
Trump’ın ikinci dönemi daha farklı olacaktır
Ve ABD seçimleri Donald Trump’ın zaferiyle sonuçlandı.
Kamala Harris ve küreselci ekibe bağlı ABD medyası pervasızca sahaya inmiş olmalarına rağmen bu yarıştan büyük bir darbe alarak çıkabildiler. Oysa ağababaları Obama ve Clinton ellerinde mikrofonla eyalet eyalet dolaştılar.
Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ABD iç siyasetini ilgilendiren boyutlarından ziyade dünyayı ilgilendiren boyutları da olacaktır.
Öncelikli olarak Trump’ın birinci dönem yürüttüğü başkanlık süreci ile ikinci dönem yürüttüğü süreç birbirine çok benzemeyecektir. Birinci döneminde uygulamak istediği radikal ABD siyaseti çoğu zaman bürokratik engeller ile karşılaşmış ve Trump bu bürokratik engeller ile birlikte bir yol yürümek durumunda kalmıştı. Trump’ın, Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan John Bolton’u görevden aldıktan sonra söylediği ‘O beni engelliyordu’ sözleri hala hafızamızda yer etmeye devam ediyor.
Kendi projelerinin birçoğunun Pentagon’daki generaller tarafından engellendiğini Başkanlık yarışını kaybettikten sonra da dillendirmeye devam etmişti Trump.
Trump’ın bu şartlar altında ikinci ve son döneminde ABD bürokrasisi ile eskiden olduğu kadar uyumlu çalışmayacağı aşikardır. Çünkü Trump, Biden ile olan seçim sürecinde de Harris ile yaşadığı seçim sürecinde de kendisinin ‘establishment’ yani Derin ABD olarak tanımladığı bürokratik yapı ile verdiği mücadeleyi unutmayacaktır.
O zaman yeni dönemde başta Türkiye ve bölgede meydana gelmesi muhtemel gelişmeler neler olabilir?
Trump’ın seçilmesiyle birlikte daha şimdiden birçok dünya ülkesinde hükümetler düzeyinde bir hizalanma meydana gelmeye başladı bile. Almanya’daki koalisyon hükümetinin dağılması ve erken seçim kararının alınması, İsrail’de Savunma Bakanı Galant’ın görevden alınarak yerine daha radikal bir ismin getirilmesi ve Ukrayna kabinesindeki değişiklikler bu hizalanmaların en güzel göstergesi.
Bu yazıda Trump’ın seçilmesiyle ortaya çıkabilecek küresel değişikliklerden sadece Türkiye özelinde olanlara bir ışık tutalım istiyorum.
Trump, seçim sonrası yaptığı zafer konuşmasında ısrarla savaşları bitiren bir lider olacağının altını kalın kalın tekrar çizdi ve bu konuda ne kadar kararlı olduğunu bir kez daha ilan etti. Bu kapsamda Türkiye açısından da etkili olacak ilk cephe Ukrayna Cephesi olacaktır. ABD Başkan Yardımcısı olacak James David Vance yaşanması muhtemel gelişmeleri bir mülakatında şu şekilde özetlemişti: ‘Ukrayna işgaline bulunacak çözüm; Ukrayna’nın NATO üyeliğinden vazgeçmesini içerebilir hatta Rusya’nın girdiği topraklarda kalmasını da içerebilir.’
Geldiğimiz noktada Ukrayna’nın NATO üyesi olmasını realist hiç kimse zaten öngörmüyor lakin Rusya’nın işgal ettiği toprakların ne kadarında kalmaya devam edeceği sanırım önemli bir pazarlık süreci sonucunda netleşecektir. Bu durumda Zelensky’nin görevinde kalıp kalmayacağını da hep birlikte göreceğiz.
Rusya lideri Putin’in de onurlu bir çıkışa son derece büyük bir ihtiyaç duyduğu dikkate alınırsa, Trump ile birlikte Ukrayna sahasında yeni bir safhaya girileceği aşikardır. Ukrayna’daki krizin sona ermesi mümkün olursa, bu durum Türkiye-Rusya ilişkilerini Suriye sahasında farklı bir noktaya taşıyabilir zira ABD ile mutabakata varmış Rusya’nın, Suriye sahasına teksif olacağından kimsenin kuşkusunun olmaması gerekir.
Turpun büyüğü heybede: Suriye
Türkiye açısından ABD-Türkiye ilişkilerinin sınanacağı asıl alan ise tereddütsüz Suriye sahası olacaktır. İlk döneminden askerlerini Suriye’den çekme konusunda son derece kararlı olan Trump’ın bunda kısmi muvaffak olduğunu görmüştük. Yine de 2018 yılı Aralık ayında Başkan Erdoğan, Trump’ı Suriye’nin kuzeyinden belli bir mesafeye çekilmeye ikna etmişti.
Bu sefer şartlar oldukça farklı
Bir taraftan İsrail saldırganlığı sınır tanımaksızın tüm bölge ülkelerine yayılmış durumda, diğer taraftan da Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki YPG terör yapılanmasına karşı önemli mevzi üstünlüğü elde etmiş durumda. Bu şartlar altında Trump yönetimi, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki muhtemel bir askerî harekâtına karşı en büyük baskıyı bürokrasiden değil, ABD içindeki Siyonist yapılanma üzerinden yiyecektir.
Trump’ın seçim süreçleri devam ederken İsrailli yetkililere ‘artık bu savaşı bir an evvel bitirmelisiniz’ şeklinde yaptığı uyarılar dikkate alındığında, bu baskıya Trump’ın kolaylıkla boyun eğmeyeceği aşikardır.
Ayrıca şu an karşımızda İran’a yönelik bir askeri saldırı için elinde Trump tarafından verilen açık çek ile bekleyen bir Netenyahu yönetimi var. Bu şartlar altında çıkacak muhtemel bir İran-İsrail çatışmasında, Suriye ve Irak coğrafyasındaki ABD askerlerinin İranlı vekil unsurlar tarafından hedef alınacağı da çok aşikardır. Bu durumda Trump’ın askerlerini bölgeden çekerek, Türkiye tarafından önerilecek bir kazan-kazan formülüne soğuk bakmayacağını söyleyebiliriz.
F35 ve yaptırımlar konusu
Ben, Türkiye’nin bu vakitten sonra F35 projesine geri dönmesinin Türkiye’nin bir zaferinden ziyade bir ABD zaferi olacağını düşünenlerdenim. Türkiye’de ısrarla F35 lobiciliğini yapan Biden perspektifine sahip yazar çizer taifesinin konuyu Trump üzerinden hemen gündeme taşınması bizler açısından hiç şaşırtıcı olmadı.
Yaptırımlar konusunda ise S400 konusuna kısa vade içinde bir ara çözüm bulanabileceğini düşünmüyorum. Türkiye kendi hava savunma sistemlerini Çelik Kubbe çatısı altında tekamül ettirdikten sonra elbette S400 sistemlerinin zaruriyeti tartışılabilir lakin Ortadoğu’nun hala patlamaya hazır bir bomba gibi olduğu bir dönemde bu stratejik öneme ait sistemlerden feragat edemeyeceğimiz oldukça açıktır.
Devamını Oku
08 Kasım 2024 Cuma - 14:47
Türkiye’yi zayıflatarak NATO’yu güçlendirmek mümkün mü?
Almanya uzunca bir zamandan bu yana Türkiye’ye karşı uyguladığı silah ambargosunu gevşetme kararı aldığını farklı mesajlarla ortaya koydu. Bu kapsamda ilk etapta 250 milyon Avroluk bir paketin Türkiye’ye ihraç edilmesine yeşil ışık yakıldı.
Alman medyasında çıkan haberlere göre, bu rakamın 336 milyon Avroya kadar çıkması öngörülüyor. Almanya, Türkiye’nin terör ile olan mücadelesi kapsamında gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekatı’nı bahane ederek 2019 yılından bu yana Türkiye’ye ambargo uygulamakta.
Her ne kadar Almaya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalar ile tüm insanlık vicdanını yaralayacak şekilde terör ile mücadelede sivillerin, okulların ve hastanelerin vurulabileceğini akla getiren talihsiz açıklamalar yaparak İsrail’in devam eden soykırımına açık destek vermiş olsa da konu Türkiye olduğunda her türden engellemeyi yapmaktan geri durmuyor.
250 milyon Avroluk paketin içeriği
Basına yansıyan haber içeriklerine göre Almanya’nın onay verdiği paketin içeriğinde Deniz Kuvvetleri için ihtiyaç duyulan 100 adet RAM Hava Savunma Füzesi ile DM2A4 torpidolarının olduğu biliniyor.
Bunlara ilaveten Türkiye’nin modernizasyon projelerinde ihtiyaç duyduğu teknik paketin de bu bütçenin içinde yer almasına kesin gözüyle bakılıyor.
Donanmamızın hava savunması için tedarik edilecek hava savunma füzeleri, suların olağanüstü ısındığı coğrafyamızda çok önemli bir açığı kapatacağı muhakkak. Geçtiğimiz yıllarda Washington Times’da çıkan bir yazıda Türkiye’ye açıkça ‘İnebahtı Deniz Savaşını asla unutmayın’ mesajı verilmişti.
Türk Donanmasının hava savunması ne durumda?
Elbette donanmamızın kendisini havadan gelecek tehditlere karşı koruyacak hava savunma sistemleri mevcut lakin gemisavar füzelerinin ulaştığı menzil ve sürat, hava unsurlarının radara yakalanmama özelliklerinin her geçen gün artması, insansız sistemlerin her bir donanma unsuru açısından oluşturduğu tehlike dikkate alındığında, çok daha gelişmiş hava savunma sistemlerine ihtiyaç duyulacağı da aşikardır.
Türkiye bu kapsamda Milli Dikey Lançer Atım Sistemi’ni (MİDLAS) yerli ve milli imkanlar ile ürettikten sonra ilk ateşlemeyi TCG İstanbul fırkateyni üzerinden geçtiğimiz Mart ayı içinde yapmıştı. Ayrıca donanmamız için bir hava savunma muhribinin (TF 2000) 2027 yılında envanterimize girmesi planlanmaktadır.
Aynı konu, donanmamızın kullanımına sunulacak AKYA torpidosu için de geçerlidir. Test atışları başarıyla tamamlanan ağır sınıf torpido kapsamında olan AKYA, düşman denizaltı ve su üstü hedeflerine karşı kullanılabilecektir. Lakin AKYA’nın da donanma unsurlarımızca kullanılabilmesi biraz daha zaman alacaktır.
İşte bu süre içerisinde oluşacak tehditlerin bertaraf edilebilmesi için, Almanya’dan tedarik edilecek hava savunma füze sistemleri ve torpidolar önemli bir açığı kapatacaktır.
EuroFigter uçaklarında engel kalkıyor mu?
Benzer bir durum Türkiye’nin kendi muharip uçağı KAAN’ın TSK envanterine gireceği 2028-2030 yılları arasında oluşacak tehditlerin bertaraf edilmesi açısından da mevcuttur.
Türkiye her ne kadar ABD ile 40 adet F16 Block 70 tedariki için mutabakat muhtırası imzalamış olsa da Eurofighter uçaklarını tedarik etmekten ısrarla vazgeçmiyor.
4.5 nesil olarak bilinen EuroFighter uçaklarının bir kısmının belirlenmiş ülkelerin envanterinden direkt tedarik edilmesi de konuşulan konuların arasında.
Türkiye hali hazırda kullanımda olan bu uçakların bir kısmını, doğrudan üçüncü bir ülkenin envanterinden alma yöntemini seçerse, güçlü bir AESA radarına sahip bir ya da iki filo gücünde bir hava kuvvetini devreye alma başarısını da göstermiş olacak. Fakat burada da Almanya engeli ile karşı karşıya kalıyoruz.
Son günlerde Almanya’nın Eurofighter uçağı üreticisi diğer ülkelerin de baskısıyla satışı onaylayabileceği ve bu kapsamda teknik bir heyetin Türkiye’de bulunduğu biliniyor. Teknik heyetlerin başta lojistik ve teknik konularda alacağı kararlarda bir sorun çıkmazsa konu imza aşamasına geçebilir.
Önümüzdeki günlerde Türkiye’ye resmi bir ziyaret kapsamında gelecek Almanya Şansölyesi Olaf Scholz ile görüşülecek konuların içinde bu konularında olacağı muhakkaktır.
NATO Savunma Bakanları Toplantısı
NATO ülkelerinin savunma bakanları, Brüksel'de İttifak'ın savunma ve caydırıcılığının artırılması, Ukrayna'nın desteklenmesi, Asya-Pasifik ve Avrupa Birliği (AB) ile ortaklıkların güçlendirilmesi gündemiyle toplandı.
Bunlar alışık olduğumuz toplantılar ve gündem maddeleri.
İnsan yukarıdaki bütün yazıyı düşündüğünde Türkiye gibi NATO’nun en önemli gücünü oluşturan ülkenin ordusunu ambargolar ile mi güçlendirmeyi düşünüyorsunuz demeden duramıyor.
Bu yüzden milli müdafaamız söz konusu olduğunda kendi bileğimizin dışında güvenebileceğimiz hiçbir merciinin olmadığını akılda tutarak, çok gerilerden başladığımız savunma sanayisini kimseye, gruba, locaya yem ettirmemek her Türk vatandaşının birincil hassasiyeti olmalıdır.
Devamını Oku
18 Ekim 2024 Cuma - 17:14
İsrail nasıl karşılık verebilir, Tahran ne yapabilir?
Dünya, İran’ın 200 civarında balistik füze ile İsrail’e saldırması sonrasında İsrail’in vereceği karşılığa gözünü dikmiş durumda. Şimdiden 10 büyük İran şehrinin sosyal medyanın çöplüğünde isimleri yazılıp çiziliyor.
Peki, İsrail bunu yapmaya muktedir mi?
İran hava savunma sistemi ve hava kuvvetleri bu saldırıları engellememede muvaffak olabilecek mi?
İran, bu türden bir saldırı karşısında gerilimi hangi boyutlara tırmandıracaktır?
İsrail hava savunması delinmiştir
Aslında bilinmeyen bir husus değil, İsrail hava savunma sistemi Hamas ve Hizbullah tarafından atılan roket ve füzeler ile zaman zaman deliniyordu lakin bunun bir hasar oluşturmadığı da biliniyordu.
Şimdi ise farklı katmanlardan müteşekkil İsrail hava savunma sistemi, ABD gibi bir müttefikinin hem donanmasından hem de Ortadoğu ülkelerindeki üslerinden verdiği desteğe rağmen delik deşik olmuştur.
Bu İsrail’in ihdas ettiği hava savunma sisteminin eksikliği mi, İran’ın hipersonik füzelerinin başarısı mı yoksa her ikisi de belli oranda doğru mu?
Öncelikle olarak İran’ın hipersonik füzelerine İran ile İsrail arasındaki mesafeyi de göz önüne alarak bir cevap verelim.
İran’ın İsrail’e fırlattığı hipersonik füzeler yaklaşık 6125 km/saat hızda hareket ederek atıldıkları nokta itibarı ile yaklaşık 2000 km civarında bir mesafeyi kat ederek hedeflerine ulaştılar.
Elbette tüm füzeler hedefine ulaşmadı, hatta büyük çoğunluğu hem İsrail hem ABD tarafından havadayken imha edildi.
6125 km/saat hızda hareket eden füzelerin 2000 kilometrelik bir mesafeyi yine yaklaşık 15 dakika içinde kat ettiğini düşünebiliriz.
İran’ın saldırısı kuşkusuz İran’ın elindeki balistik füze envanterinin gücü hakkında önemli ipuçları sunmaktadır ve bize İran’ın İsrail başta bölgedeki birçok ülkenin hava savunma sistemini çökerterek tahribat açabileceğini göstermiştir.
İsrail her ne kadar tüm füzelerin havada imha edildiğini ve zaiyat oluşmadığını iddia etse de füzelerin saldırı anında İsrail topraklarına düşüş görüntüleri İsrail’i yalanlamaktadır. İsrail Savunma Bakanı Galant ise İsrail’in misillemesinin ‘ölümcül, hassas ve ansızın’ olacağını söylemektedir.
İsrail uzun bir zamandan bu yana ‘tüm savaşların anası’ olacak bir savaşa hazırlandığını zaten her türden ortamda dile getirmekteydi.
İran saldırıları İsrail’e bu anlamda sadece bir fırsat yaratmış olmayacak aynı zamanda bölgenin ABD-İsrail ekseninde yeniden yapılandırılmasını da sağlamış olacak.
İsrail nasıl karşılık verecek?
İsrail'in İran’dan atılan balistik füzelerin tekrar hedefi olmamak için ilk etapta İran’ın füze yerleşkelerini, depolarını ve stratejik tesislerini vurmak isteyeceği aşikardır. Gerek Mossad gerekse ABD uydu istihbaratı bugüne kadar gerekli lokasyon tespit çalışmalarını sanırım tamamlamışlardır. Bu esnada İsrail, insanlı ya da insansız sistemler vasıtasıyla İran hava savunma sistemlerini de hedef alacaktır.
Çatışmanın seyrine göre İsrail’in İran’a ait petrol ve kimya tesislerini de vurmak istemesi uzak ihtimal değildir lakin bu hamlenin petrol fiyatları üzerinde oluşturacağı etki ve kamuoyu baskısı İsrail’in hesaba katması gereken bir konu olabilir.
Yıllardan bu yana konuşulan İran’ın nükleer tesislerinin İsrail tarafından hedef alınmak istemesi bilinen bir gerçektir. Bu durumda İran’a ait nükleer tesisler Netenyahu hükümetinin birinci hedefi olacaktır.
İran’ın barışçıl nükleer enerji elde etmek için gerekli oranın oldukça üzerinde uranyum zenginleştirmesi yaptığını coğrafyada bilmeyen yoktur.
İsrail’in İran'ın askeri nükleer programının ana merkezleri olan Tahran, Parçin, Bonab ve Ramsar'daki araştırma reaktörlerinin yanı sıra Natanz, Buşehr, Isfahan ve Ferdow'daki tesisleri de hedef alacağını söyleyebiliriz.
İsrail bunu başarabilir mi?
Mezkûr tesislerin hedef alınmasının coğrafi kısıtlılığı unutulmaması gereken bir husustur. Birçok kritik işlemin yapıldığı nükleer tesislerin dağ yamaçlarındaki korunaklı yerlerde inşa edilmiş olması İsrail’in karşısındaki en büyük güçlük olacaktır.
İran hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri nasıl bir tedbir alabilir?
Tüm yukarıda yazılı senaryolar dikkate alındığında İran’ın hava savunma sistemleri ve hava kuvvetlerine bir göz atmamız gerekmektedir. İran hava kuvvetleri yıllardan bu yana uygulanan ambargolardan menfi yönde son derecede etkilenmiştir.
Bu haliyle İsrail Hava Kuvvetleri karşısında bir varlık göstermesi söz konusu olamaz. Bu durumda hem İsrail füze sistemlerine hem de İsrail hava gücüne karşı İran hava savunma sistemleri ne derecede karşı koyabilir sorusu akla gelmektedir.
Aslında İran’a yönelik uygulanan ambargoların menfi etkisi burada da kendisini göstermektedir. İran bu alanlardaki eksiğini geliştirmiş olduğu balistik füzelerle örtmeye kalkışınca, hava savunma sistemlerini de oldukça ihmal etmek durumunda kaldı.
Bugün 1970’li yıllardan kalma iptidai sistemleri saymazsak İran’ın elinde kullanabileceği hava savunma sistemleri şunlardır.
Ya Zehra
Herz 9 olarak da bilinen bu sistem Çinli HQ7 üzerinden tersine mühendislik yöntemi ile geliştirildi. Kısa menzilli bir hava savunma sistemi olan Ya Zehra daha çok helikopterler, alçak irtifadan uçan uçaklar ve SİHA sistemleri için etkindir.
Kritik tesislerin korunmasında görev alan bu sistemlerden İran’ın envanterinde yaklaşık 200 adet bulunmaktadır.
Mirsad hava savunma sistemi
Hawk MIM 23 isimli hava savunma sisteminden tersine mühendislik yoluyla üretilmiş olan Mirsad İran ordusu envanterine ilk kez 2010 yılında dahil edildi.
İran ordusu envanterinde 300 kadar Mirsad olduğu tahmin ediliyor.
Sistemin radarları da AN MPQ radarlarından türetilmiş bir radar sistemi. Şahin füzelerini kullanan sistemin balistik füzelere karşı etkin olamamakla birlikte helikopter ve uçaklara karşı etkin olabileceği biliniyor.
TOR hava savunma sistemi
Rus yapımı TOR hava savunma sistemleri, İran ordusu envanterindeki etkin hava sistemlerinin başlıcalarından.
Envanterinde 29 adet TOR hava savunma sistemi olduğu tahmin edilen İran’ın bu sistemlerden bazılarını Suriye içinde konuşlandırdığı bilinmekte.
09 Ocak 2020 tarihinde İran’dan havalandıktan kısa bir süre sonra düşürülen Ukrayna Havayollarına ait uçağın bu sistem ile düşürüldüğü biliniyor.
Orta menzildeki hedefler için kullanılması muhtemel TOR hava savunma sistemlerinin Karabağ’daki Ermeni güçlerince yeterli etkinlikte kullanılamadığı biliniyor.
Sevom Khordad
İran ordusu elindeki önemli hava savunma sistemlerinden birisi de Sevom Khordad. 25 km iritfa ve 50 km menzile sahip Sevom Khordad ismini 20 Haziran 2020 tarihinde Basra Körfezindeki ABD yapımı Global Hawk’ı düşürmesi ile duyurmuştu. Söz konusu sistemin etkinliğine dair bunun dışında elde yeterli veri bulunmamaktadır.
Khordad 15
İsmini İran Devrimi öncesi olaylardan alan Khordad 15 İran ordusu envanterine 2019 yılında dahil oldu. Uzun menzilli bir hava savunma sistemi olan Khordad 15 150 km mesafeden füze ve uçak takibi yapabiliyor, 120 km mesafede füzeleri havada kesebiliyor. Aynı anda altı farklı hedefe füze ateşlemesi yapabilen sistemin de etkinliğine dair elimizde teyit edilmiş veri bulunmamaktadır.
S 300 hava savunma sistemleri
İran’ın envanterinde dört batarya şeklinde bulunan S300 sistemleri 150 km menzile sahip. 27 km irtifaya kadar etkin olduğu bilinen S300 hava savunma sistemleri İran’ın envanterindeki en etkin sistemlerin başında yer alıyor.
İhraç modeli olan 48N6 füzelerini kullanan S300 sistemleri İran içinde farklı şehirlere konuşlandırılmış durumda.
Arman ve Bavar hava savunma sistemi
İran’ın elindeki yüksek irtifaya sahip en güçlü sistem olduğu iddiaları var fakat sistemin başarısına dair elde yeterli veri yok.
300 km mesafedeki bir menzile sahip olan Bavar sisteminden İran envanterinde 12 batarya olduğu tahmin ediliyor. Bavar’ın olası etkinliği yine muhtemel bir İsrail saldırısında test edilecektir.
Sonuç
Bütün bu veriler ışığında muhtemel bir İran saldırısında İran’ın elinde kullanabileceği hava savunma sistemlerinin iki eksik yönü İsrail’i saldırı konusunda daha istekli hale getirmektedir.
Birincisi bu sistemlerin büyük bir çoğunluğunun Karabağ, Ukrayna ve Suriye sahasında çok etkin olmadığının anlaşılmasıdır.
Özellikle İsrail uçaklarının uzunca bir süreden bu yana Suriye hava sahasında bu sistemleri zaman zaman vurduğu da bilinmektedir.
İkincisi ise, İran hava savunma sistemleri farklı radar sistemleri ile entegre edilmiş ve çok katmanlı bir yapıya sahip değildir. Ayrıca envanterinde gelişmiş erken uyarı uçaklarının da olmayışı uzaktan gelebilecek tehditler konusunda İran'ı daha savunmasız kılmaktadır.
İran'ın mevcut sistemleri ağ merkezli bir yapı içerisinde olmaktan ziyade stand alone diye tabir edilen tek başına kullanılan sistemler şeklindedir ve bu da İran açısından büyük bir dezavantajdır.
İran tüm bu eksiklere rağmen olası bir İsrail saldırısında Hürmüz boğazını mayınlayarak, insansız sistemler ile buradaki akaryakıt taşımacılığı yapan tankerlere saldırarak dünyayı bir enerji darboğazına sokabilir.
ABD açısından da asıl tehdit budur.
Devamını Oku
11 Ekim 2024 Cuma - 09:05
Düzenin düzensizliği ve BM
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda olağan bir gündem yaşandı. Eskiden olsa BM çatısı altında yapılan bu toplantılar çok fazla ilgi ve alaka görürdü ama artık herkesin bildiği bir hakikat var o da BM fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmiş bir kurum haline dönmüştür.
BM Güvenlik Konseyi üyesi beş liderden sadece ABD Başkanı Biden söz konusu toplantıya iştirak ederken diğer dört üyenin lider düzeyinde toplantıya iştirak etmemesi yeteri kadar manidar bir görüntü değil mi?
7 Ekim sonrası hiçbir şey eskisi gibi değil
07 Ekim’de HAMAS’ın gerçekleştirdiği saldırılar zaten var olan bir hakikati öylesine gün yüzüne çıkartmıştır ki görmemek için ya Siyonist olmanız lazım gelir ya da insan olmamanız. Aslında bu noktada Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’a kulak vermek lazım.
Kerim Han ABD merkezli bir televizyon kanalına verdiği mülakatta, İsrail’in işlediği soykırıma dair Adalet Divanında görülen yargılama ile alakalı yoğun baskılar gördüğünü duyurmuştu.
Kerim Han’ın
Bir devlet başkanı benimle konuştu ve çok iyi biliyorsunuz ki bu mahkeme Afrika ve Putin gibi haydutlar için kurulmuştur dedi
sözleri unutulmamalıdır.
Daha öncesi de ABD'li 12 senatör UCM yargıçlarına bir mektup göndererek mahkemeyi açıkça tehdit etmişlerdi.
Netenyahu'ya katıldığı bir programda 'tutuklanmaktan korkmuyor musunuz?' diye bir soru sorulduğunda 'ben niye korkacağım, UCM yargıçları korkmalı' demişti. Düşünün, MOSSAD gibi dünyanın her bir noktasında suikastlar düzenleyebilen, terörize olmuş bir istihbarat teşkilatına sahip ülkenin başbakanı, tüm dünyanın gözünün önünde dünya düzeni için oluşturulmuş bir mahkemenin yargıçlarını alenen 'korksunlar' diyerek tehdit ediyor, edebiliyor.
Oysa, bu mahkemeler Nürnberg mahkemeleri bir daha kurulmak zorunda kalınmasın, masum insanlar katledilmesin, hukuk kaba güce ve kaba kuvvete galip gelsin diye kurulmuştu. Şimdi olan bitenden anlıyoruz ki meğer sadece Putin gibiler ya da Afrika, Ortadoğu ve Güney Amerika gibi ülkelerin liderleri için kurulmuş.
BM Anlaşması gözümüzün önünde yırtıldı
Daha önce İsrail’in BM nezdindeki Büyükelçisi'nin dünyanın dört bir yanından gelen delegelerin huzurunda BM Anlaşmasını yırtması aslında BM'nin işlevsizliğinin dünyaya haykırılmasından başka bir şey değildi.
Geçtiğimiz günlerde Richard Falk tarafından kaleme alınan bir değerlendirmede okuduğum bir anekdot sanırım olanı en iyi özetler tarzdaydı. 1945’te Meksikalı bir diplomat, yeni kurulan BM'den ne beklenmesi gerektiğine ilişkin bir soruya şu sözlerle yanıt vermiş:
Kaplanlar özgürce dolaşırken fareleri sorumlu tutan bir örgüt yarattık.
Sanırım Kerim Han’a telefon açıp ‘Bir devlet başkanı benimle konuştu ve çok iyi biliyorsunuz ki bu mahkeme Afrika ve Putin gibi haydutlar için kurulmuştur' diyen liderler bu anekdotta geçen kaplanlar olmalılar.
Dönelim BM üzerinden çatırdayan dünya düzenine
20. yüzyılın ilk yarısında II. Dünya Savaşı'nın acıları üzerine kurulan, uluslararası hukukun üstünlüğü ve kalıcı bir dünya barışının sağlanması gibi prensiplerin ışığında yazılan BM Anlaşması ve hemen ardından kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi bu hedeflere yönelik işlev gördü mü?
Soğuk Savaş döneminde nükleer dehşet dengesi içinde bunu çok fazla hissetmedik ve yaklaşık yarım asrı bu şeklide atlattık lakin soğuk savaşın sona ermesinden bu yana geçen her saat diliminde dahi artık BM etrafında şekillenen dünya düzeninin çatırdadığına şahit oluyoruz.
Bu dönemde özellikle birilerinin tarihin sonu tezlerine karşılık, dünyanın birçok noktasında başta ekonomik birliktelikler olmak üzere çeşitli birlikteliklerin ortaya çıktığını görmekteyiz. Bölgesel ve küresel nitelikteki bu birliktelikler, geldiğimiz noktada çok taraflı diplomatik hamleler ile alternatif olabilme potansiyellerini de ortaya koymaya devam ediyorlar.
Elbette bu örgütlenmeler yeni bir düzen anlamına gelmiyor lakin bu türden yapıların bir arayışın sonucu ortaya çıktığı gerçeğini de görmezden gelemeyiz.
Düzenin düzensizliği nasıl aşılacak?
Düzenin düzensizliği nasıl aşılacak sorusunun basit ve öngörülebilir cevabı yok. Tüm bu ümitsiz tabloya rağmen çözüm çabaları da var lakin bu çabalar karamsarlığımızı daha da arttırıyor.
Nasıl mı?
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres bütün liderleri dünya profili ve 21. yüzyılın ekonomik, finansal, sosyal ve çevre sorunlarına çözüm üretebilecek bir küresel yönetim modeli üzerinde uzlaşmak için Geleceğin Zirvesi programına davet etti.
Bu davet çok büyük bir heyecan içinde dünya ile paylaşıldı ve adeta bir kurtuluş reçetesine giden yolun ilk adımları gibi lanse edildi ancak yukarıda da değindiğim gibi BM Güvenlik Konseyi üyesi liderlerden hiçbiri bu zirveye katılma gereği dahi duymadı.
Sanırım BM’nin geleceğine dair karamsar olmamız için sadece son bir hafta içinde BM özelinde yaşananlara ve 07 Ekim’den bu yana dünyada yaşananlara bakmamız kâfi.
Devamını Oku
27 Eylül 2024 Cuma - 10:17
Balayı bitince Truva atları devreye girer
Konu Esed’e destek vermek ve onu muhaliflerin gazabından korumak olduğunda her şey güllük gülistanlıktı.
Neden mi bahsediyorum?
Hizbullah ile İsrail arasındaki adı konulmamış Esed’e destek mutabakatından. Mutabakat dediysem zımni bir anlayış yani her iki tarafından sezdiği ve sessiz kaldığı bir çerçeve.
2011 yılında Suriye iç savaşı başladığında muhalifler birkaç yıl içinde büyük bir başarı kazanarak Şam’ı tehdit etmeye başlamışlardı. Ortaya çıkan tablo, baba Esed’in Hama ve Hums’ta yaptığı katliamlardan sonra sürekli olarak bastırılan, katledilen Suriye halkının oğlu Esed’i göndermeye çok yakın olduğuna dair bir tabloydu.
Bu esnada Mısır’da seçimler yoluyla Mursi başkan seçilmişti. Mursi’nin İhvan teşkilatı içinden Mısır Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması güvenlik paranoyası içindeki İsrail’i ise son derece rahatsız etmişti.
İsrailli gazeteci David Weinberg 2013 yılında yaptığı bir değerlendirmede açıkça ‘Arap orduları İsrail için konvansiyonel tehdit olmaktan çıktı. Mursi gidici, Kahire sokaklarında gücü kırıldı’ derken tam da bugünlere ışık tutacak açıklamalar yapmaktaydı.
Hizbullah ise İran desteği ile Esed’e destek verip Suriye’yi tarumar ederken, İsrail’in neden kendilerine ilişmediğini sorgulama gereği dahi hissetmedi.
Oysa İsrail bir taşla kaç kuş vurmaktaydı.
Bir taraftan kendisine en büyük tehdit olarak gördüğü Suriyeli muhalifleri Hizbullah ve İran eliyle katlettiriyor, diğer taraftan İran ve Hizbullah büyük bir şevk içinde Halep’i, Hama’yı, Hums’u kedi ajandası doğrultusunda haritadan siliyor ve Suriye’nin parçalanması için vazife görüyordu.
İşin en tuhaf olanı ise İran ve Hizbullah bunu her zaman olduğu gibi ‘Kudüs’e giden yolda verilen kutsal mücadele’ diye İslam dünyasına pazarlamaya çalışıyordu. Ermeni işgalinin sona erdiği günlerde duydukları rahatsızlık nedeniyle, Kudüs’e giden yolu Bakü’den de geçirmeye kalktıklarında, Recep Tayyip Erdoğan Nahcivan’a gidip verilmesi gereken mesajı vermek durumunda kalmıştı.
Hatırlamakta fayda var
İsrail, bu fırsattan istifadeyle ABD eliyle sınırlarımızda bize saldıracak bir terör devleti oluşturmaya çoktan başlamıştı bile. Bu noktada da verdikleri mücadeleyi her ülkede sonsuz ve sorunsuz kalabilmenin en meşru argümanı haline getirilen DEAŞ ile savaşan YPG palavrası üzerine kurgulamıştı.
Aslında Türkiye, Suriye’ye dört kapsamlı harekât gerçekleştirene kadar plan kusursuz şekilde işlemekteydi. İşte o harekatlardan birisi olan Zeytin Dalı Harekâtında Hizbullah’ı YPG’nin saflarında savaşırken görmüştük.
Hatırlayalım…
Hizbullah militanları ceset torbaları içinde Lübnan’a sevk edilmeye başlayınca ses yine İran’ın ruhani lideri Hamaney’den gelmişti: ‘Masum insanları öldürüyorsunuz’ diye.
Ne olmuştu da bir İsrail projesi olan Türkiye’nin sınırları boyunca uzanan hatta YPG üzerinden terör devleti oluşturulmasına Hizbullah ve İran’da destek vermek istemişlerdi?
Cevabı basit aslında.
İşin içinde İsrail dahi olsa fırsat bu fırsat diyerek Türkiye’nin sınırlarında oluşacak bu terör devletinin, zaman içinde kendileri adına kullanışlı bir aparata dönüşebileceğini ve İsrail ile aralarında olan balayının sonsuz süreceğini düşünmüşlerdi.
07 Ekim dönüm noktası oldu
Ama 07 Ekim’de Hamas saldırıları sonrası ortaya çıkan tabloda İslam alemi gözlerini yaklaşık yarım asırdır ‘Kudüs’e giden yol’ sloganını kullanan İran’a dikti. İran buna rağmen Gazze’de devam eden soykırımda Hamas adına bir adım dahi atmadı.
Hatta İran eski Dışişleri Bakanı Cevat Zarif, Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da İsrail saldırısı ile öldürülmesi sonrası yaptığı açıklamalarda ‘İran halkı Filistinlilerden daha Filistinli olmamızdan bıktı. Nasrallah dahi Hamas ile arasına mesafe koydu’ dese de İsrail eline geçirdiği kırk yıllık fırsatı değerlendirmekte kararlıydı.
Balayı sona ermişti zira Suriye parçalanmış, Mısır’da Mursi katledilmiş ve yerine Sisi koltuğa oturtulmuş, Arap ülkelerine ‘koltuğunuzu muhafaza etmek istiyorsanız sesinizi çıkarmayın’ diye alenen çağrı yapılmıştı ve şimdi sıra Hizbullah’ı ortadan kaldırmaya gelmişti.
Peki Hizbullah kolay lokma mı?
Elbette hayır.
İsrail 2006 senesinde Lübnan’da Hizbullah’a karşı çok büyük bir yenilgi almış ve bu yenilgiden çok ders çıkartmıştı. Bu doğrultuda Lübnan’a bir kara harekâtından ziyade hem hava taarruzları yapıyor hem de Hizbullah’ın lider kadrosuna yönelik suikastlar gerçekleştiriyordu.
İşte bu telsizlere ve çağrı cihazlarına yerleştirilen patlayıcıların angajman boyutu, yukarıda zikrettiğim balayı döneminde geliştirilen zımni ilişkiler döneminde kotarıldı. İsrail, tedarik zincirleri de dahil olmak üzere İran ve Hizbullah’ın tüm rutinlerini, lojistik ihtiyaçlarını çözmüştü.
Bu zemin üzerinden geliştirilen ilişkiler doğrultusunda acaba İsrail sadece çağrı cihazlarına mı patlayıcı yerleştirmiştir?
Reisi’nin helikopteri için yapılan tedarik zincirleri de İsrail kontrolü altında ise İran Devleti’nin Cumhurbaşkanı dahi İsrail eli ile ortadan kaldırılmış olabilir mi?
Reisi’yi koruyamayan İran, Hamaney’i gerçekten de koruyabiliyor mudur?
Direniş ekseni denilen hatta direnen güçler ne kadar İran’a güvenebilirler?
Tahran’da Haniye’yi koruyamayan hatta kendi devlet başkanını güven içinde uçuramayan bir devlet, söz ile mi direniş eksenini koruyacak?
Ya söz konusu çağrı cihazları Hizbullah’a İran eliyle tedarik edildikten sonra İran’ın farkında olmadığı bir durum içerisinde İran eliyle verilmiş ise?
Devamını Oku
19 Eylül 2024 Perşembe - 13:23
Çevreleme siyaseti nereye kadar?
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetçilere yakınlığı ile bilinen Heritage Foundation, Trump başkan seçilirse Ortadoğu için uygulanması gereken politikaları ihtiva eden tam 900 sayfalık bir belge yayınladı. Her ne kadar Trump hazırlanan belgeye uzak dursa da mezkûr kurumun hazırladığı belgeler ve yayınladığı raporlar Cumhuriyetçiler tarafından genellikle sahiplenilen hususlar.
Raporun içinde Türkiye ile alakalı olarak zikredilenler ise yaşadığımız kuşatmanın kolay kolay kalkmayacağının sinyallerini veriyor. Raporda Obama döneminden bu yana Suriye’de YPG/PYD ekseninde verilen desteğin tekrardan ele alınması, bu kapsamda bugüne kadar verilen desteğin NATO müttefiki Türkiye ile ABD’nin arasını açtığı dile getiriliyor.
Raporda Suriye Demokratik Güçleri ve onun bir parçası olan YPG’nin, DEAŞ ile olan mücadelesine dair bilindik söylemler tekrar edilirken ne yardan ne serden geçen açıklamalara da geniş geniş yer veriliyor.
Bunun dışında Proje 2025 ismiyle hazırlanan raporda, Türkiye'nin Rusya ve Çin ile olan ilişkilerinde ABD ekseninden koparak alternatif ilişkiler geliştirmesinde, YPG’ye verilen destek konusunun da önemli bir etken olduğu dile getiriliyor fakat bu desteğin nasıl sonlandırılacağına dair bir politika önerisi de sunmuyor.
Daha önce kaleme aldığım yazılarda da defalarca belirttiğim üzere, ABD bu konuda olası çözümü Esed yönetimi ile anlaşarak YPG’yi de Esed ordusu saflarına asker yazdırarak çözmek isteyebilir.
Uzun bir zamandan bu yana Esed ile diplomatik anlamda görüşmeler başlatılmak istendiğinde PKK/YPG ile mücadelede büyük kazanımlar olacağını ve böylelikle Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin hemen evlerine dönebileceğini yazan ve konuşan konformist kafalardan son zamanlarda tek kelam ses çıkmıyor.
Çıkmaz da…
Çünkü Esed, bitmiş ve tükenmiş gücü ile kim kendi ikbaline dair daha fazla şey vaat ediyorsa onunla birlikte politika üretmekten yana. Ne Suriye ne Suriye halkının çektiği ızdıraplar umurunda.
Doğu Akdeniz’de kirli pazarlıklar
Şimdi Proje 25 kapsamında ortaya konulanları bir tarafa bırakalım ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminde (GKRY) olan bitene bir göz atalım.
Geçtiğimiz günlerde ABD Savunma Bakanlığı ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi hem de tam Kıbrıs Barış Harekatı'nın 50. yıldönümünde adada ABD askeri varlığını derinleştirecek ve gerilimi artıracak adımlarına yenilerini eklemeye devam etti.
ABD'nin Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY) Büyükelçiliği'nin sosyal medya platformu resmi hesabından yapılan paylaşımda, iki tarafın askeri yetkilerinin üçüncü kez düzenlenen ‘Savunma ve Güvenlik Diyaloğu’ toplantısı dahilinde bir araya geldiği açıklandı.
Yapılan açıklamalarda Avrupa ve Doğu Akdeniz'in genel istikrarı ve güvenliği açısından ABD ve Kıbrıs Cumhuriyeti ilişkilerinin hayati öneme sahip olduğu vurgulandı.
Doğu Akdeniz’de ABD’nin güvenliğini kim tehdit ediyor?
Peki ABD açısından Doğu Akdeniz’de bir güvenlik sorunu oluşturan yapı ya da ülke mi var ki GKRY ile bu kapsamda savunma ağırlıklı ilişkiler geliştiriliyor.
Mısır’da demokratik seçimler yoluyla işbaşı yapan Mursi, İsrail’in güvenliği ve ABD’nin kendi Ortadoğu politikaları çerçevesinde bir darbe ile indirildi ve yerine Sisi başa getirildi. O günden bu yana Doğu Akdeniz’in en önemli ülkelerinden olan Mısır, ABD güdümünde siyaset üreten ülkeye dönüştürüldü.
Keza Tunus’ta juristokratik bir darbe ile önce parlamento feshedildi daha sonra 82 yaşındaki Raşit Gannuşi hapse sokularak En Nahda hareketi bastırıldı.
Libya’da tüm petrol kuyuları Halife Hafter vasıtası ile kontrol altına alında, Doğu Libya’daki Tobruk üzerinden her türden ABD siyaseti istenildiği gibi sahaya sürülebiliyor.
Lübnan ve Suriye’nin ise Doğu Akdeniz’de ne ABD ne de GKRY açısından bir tehdit oluşturması mümkün değilken ABD Doğu Akdeniz’de neden bir güvenlik sorunu yaşadığı tezi ile GKRY’de masa kurup plan yapma ihtiyacı duyuyor?
Kuşatma derinleşiyor
Bu soruların ve cevaplarının oldukça açık ve net olduğunu görmemek için sanırım kör olmak gerekir. ABD, Suriye sınırında terör örgütleri ile kuşatmaya devam ettiği Türkiye’yi güneyden GKRY ve Batı’dan Yunanistan yoluyla kuşatmaya devam etmek istiyor. Bu yüzden uzun yıllar devam eden GKRY’ye silah satma yasağını dahi kaldırdı.
Türkiye ise mezkûr kuşatma politikalarına daha geniş çemberler oluşturarak cevap vermeye gayret ediyor. Bir taraftan terör örgütüyle olan mücadelesini ABD’ye rağmen Suriye ve Irak’ta vermeye devam ediyor, diğer taraftan Mısır ile olan ilişkilerinde Sisi, ABD’ye rağmen ne kadar oyun kurabilecekse o kadarını harekete geçirecek bir diplomasiyi hayata geçirmeye çalışıyor.
Libya ve Cezayir ile olan ilişkilerini her geçen gün biraz daha tahkim etmek için çabalıyor.
Bu gerginleşen ilişkiler ağı ne kadar daha böyle devam edecek?
Sanırım en kritik soru da işte burası zira Siyonizm ve onun çoğunlukla emrindeki emperyalizmin planları uzun soluklu ve mücadeleci fakat Türkiye’nin bu mücadeledeki en önemli avantajı da millet iradesine yaslanan iktidarlar süreci ve bölgenin devlet geleneği olan en köklü ülkesi oluşu.
Her ne kadar ABD taşıma suyla değirmenini taşımaya devam etse de Proje 25 raporundan da anlıyoruz ki Türkiye’yi karşılarına almanın maliyetinin ABD açısından sürdürülebilir olmadığı aşikâr.
Bu karşılıklı gerilim ve kuşatma siyasetinde ABD daha da zorlandığını her geçen gün daha fazla hissediyor ve bu süreç belli bir denge noktasına ulaştıktan sonra Türkiye ile faydacı bir çerçevede bir araya gelmek isteyecektir ama bunun öncesinde içeride güvendiği yapılardan kendisine fayda gelmeyeceğinden net bir şekilde emin olması gerekmektedir.
Devamını Oku
14 Eylül 2024 Cumartesi - 06:42
İlişkiler neden koptu, neden başladı?
Mısır Devlet Başkanı Sisi’nin Türkiye’yi ziyareti dışarıda olduğu kadar içeride de oldukça ses getiren bir ziyarete dönüştü. Bir taraftan Erdoğan’ın Sisi için getirdiği eleştirileri gündeme taşıyanlar diğer taraftan da Türkiye’nin nasıl da savunduğu noktadan ricat ettiğini sosyal medya mecrasından paylaşanlar.
O zaman ne oldu da Türkiye tekrar Mısır ile tekrar diyalog zemini oluşturdu?
Arap Baharı’nın fitilinin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta ateşlenmesi sonrasında kimse olayların tüm coğrafyayı bu denli yakıp yıkacağı ve harap edeceği bir noktaya geleceğini hayal bile etmiyordu.
Hakikatte Tunuslu Muhammet Buazizi’nin kendini yakarak feda etmesinin altını dolduracak sosyolojik, ekonomik ve siyasi o kadar haklı parametreler vardı ki insanların meydanlara akarak bu baskıcı rejimlere karşı seslerini yükseltmesinden daha doğal bir şey yoktu.
Yönetimlerini halklarından aldıkları yetki yerine herkesi bastırarak, sindirerek ve katlederek elde eden yönetimler, oluşturdukları korku ikliminin de katkısıyla istedikleri gibi katlettiler istedikleri gibi harcadılar.
Bunları yaparken Batı’daki liderlere hesap vermeyi yönettikleri halklara hesap vermeye yeğlediler ve devranın hep bu şekilde sonsuza kadar döneceğine de adeta iman ettiler.
Ama öyle olmadı ve protestolar birden Libya’dan Mısır’a ve oradan da Suriye’ye kadar tüm coğrafyayı sardı. Oysa Batı işbaşına getirdiği bu diktatörler eliyle koca bir Ortadoğu’yu hem istediği gibi sömürerek tüm yeraltı kaynaklarına erişebiliyor ve oradan elde ettiği zenginliği Avrupa’nın başkentlerine ve ABD’ye aktarabiliyordu.
Batı sadece bu kadarla iktifa etmiyor dünya ticareti ve güvenliği açısından en stratejik ülkeler, toprak parçaları ve su geçişleri bu düzen içinde kontrol edilebiliyordu.
Şimdi ise kitleler ayağa kalkmış ve Batı’nın elindeki en değerli anahtar elinden alınmak üzereydi ve bu asla kabul edilemezdi. İşte bu ahval ve şerait içerisinde istihbarat teşkilatları anında devreye girerek Arap Bahar’ının Arap Kışına dönmesi için bilinen ne kadar düğme varsa hepsine basmaya başladı ve başarılı da oldu.
Yani birilerinin dediği gibi Arap Baharı Batı’nın bir tertibi ile ortaya çıkmadı, tam tersine yazının başında da belirttiğim gibi bu olayların başlaması için sosyal, iktisadi ve siyasi tüm şartlar hazırdı. Batı kurduğu düzenin elinin içinden akıp gitmesine müsaade etmemek maksadıyla olaylara müdahil oldu.
İşte böyle bir ortamda Mısır tarihinde ilk kez bir başkan Mısırlıların oylarıyla başkan seçilince en başta İsrail sonra tüm Batı’nın tüm dengeleri alt üst oldu ve Mısır’da bir darbe ivedilikle tertiplendi ve karşımıza Sisi çıktı geldi.
Gezi Parkı olayları ve Mısır Darbesi
Sisi’nin darbe ile Mısır’ın başına geçtiği tarihlerde Türkiye kadife devrimleri andıran protesto gösterileri ile çalkalanıyor ve hükümet Ukrayna ve Gürcistan’daki benzer protestolar ile alaşağı edilmek isteniyordu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği ile bu protesto eylemlerinden bir sonuç alınamamışsa da Başbakan Erdoğan Mısır’daki darbenin bir benzerinin Türkiye’de de sahneye koyulacağından son derece emindi.
Nitekim birçok farklı girişimden sonra yine bir Temmuz ayında üç yıl sonra aynı kanlı senaryo Türkiye’de devreye alındı.
İşte o dönem Başbakan Erdoğan’ın Mısır’daki darbeye bu şekilde sert karşılık verme sebebi, içeride kendi tabanını darbelere karşı hazırlamak ve bunun ile alakalı fikri düzeyde bir zemin hazırlamaya matuftu.
Erdoğan o dönemde darbeler konusunda bu denli sert açıklamalar yapmasa, ülke içerisinde 17/25 Aralık yargı darbelerine karşı bir çelik çekirdek misali direnç ortaya koymasaydı korkarım ki 15 Temmuz’da darbeciler ve arkalarındaki efendileri başarılı olacaklardı.
Mısır ile Türkiye Libya’da ve Doğu Akdeniz’de sonraları defalarca karşı karşıya geldiler, lakin ne Libya’da ne de Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin bileği bükülebildi. Trablusgarp hükümeti Mısır üzerinden sonsuz destek alan Halife Hafter’in saldırılarına rağmen ayakta kaldığı gibi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlayan tüm projeler akamete uğratıldı.
Mısır ise Batılı ülkelerin istedikleri rakamlardan istedikleri kadar silah satabileceği ülke haline getirilince ülkede çok büyük iktisadi sıkıntılar baş gösterdi, IMF ile birçok anlaşma yapılmak durumunda kalındı hatta Mısır bazı adacıkları para karşılığında Suudi Arabistan’a satmak zorunda kaldı.
Mısır’ı çevreleyen sorunlar
Bugün Gazze, Sudan, Etiyopya ve Libya kaynaklı bölgesel sorunlar Mısır açısından son derece büyük tehditler oluşturmaktadır ve Mısır gözünü çevirdiği her noktada etkin bir Türk varlığı ile karşı karşıyadır. Mısır kendisini çevreleyen bu sorunları aşmada Türkiye ile birlikte hareket ettiği takdirde Türkiye’nin de Mısır’ın da kazanacağı bir durumun ortaya çıkacağı hakikattir.
Ayrıca Akdeniz’den çıkarttığı doğal gazın dünya piyasaları ile buluşturulmasından savunma sanayii ürünlerine kadar Türkiye ile ilişki geliştirmesi sadece Türkiye’nin değil Mısır’ın da çıkarlarına uygundur.
Şimdilerde sıklıkla tekrarlanan ve madem barışacaktık neden küstük soruları tamamen iç siyasette tüketmeye matuf bir demagojiden ibarettir.
Devamını Oku
06 Eylül 2024 Cuma - 17:33
Deniz Hakimiyet Teorisi’ne dair
Çinlilerin sıkça kullandığı bir tabir imiş tuhaf zamanlarda yaşayasın. Tuhaf zamanlarda yaşamıyorsak bile fay hatlarının son derece hareketli olduğu ve Soğuk Savaş sonrası jeopolitiğinin hala bir dengeye oturmadığı zaman diliminde yaşamaktayız.
Soğuk Savaş dönemi iki kutuplu bir dehşet dengesi üzerine kurulmuş bir dönemdi ve pandoranın kapağı sımsıkı kapalıydı. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 11 Eylül olayları sonrasında bu dehşet dengesi ortadan kalkınca pandoranın kapağı da sonuna kadar açıldı ve ne kadar bastırılmış nefret, kin ve üzerine toprak atılmış sorun varsa su yüzüne vurdu.
Geldiğimiz noktada düzenin düzensizliği artık herkesin malumu fakat işin kötüsü nasıl bir düzen isteniyor ya da dünya nasıl bir düzende dengeye oturacak henüz bilmiyoruz.
Sanırım kanlı dönemlerden geçerek öğreneceğiz.
Düzenin düzensizliği dönemlerinde bugüne kadar ortaya atılmış jeopolitik teori ve kuramlar bize ne anlatıyor?
Hala dünyadaki güç merkezleri bu teorilere sıkı sıkıya bağlılar mı yoksa üzerlerine ekleme ya da çıkarma mı yapılıyor?
Jeopolitik
Kavram olarak tarihte jeopolitik kavramını ilk kez kullanan İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen’dir.
M.Ö 4.yy’da Heredot ile Aristo da jeopolitiği izah eden açıklamalar yapmışlardır.
Heredot coğrafyanın medeniyetler üzerindeki tesirine binaen ‘Mısır, Nil’in hediyesidir’ derken Aristo, kurguladığı devlet modelinde nüfusa, toprağın niteliğine ve dış saldırılardan koruyacak şekilde tabii engeller ile çevrili oluşuna dikkat çekmiştir.
İbn-i Haldun ise iklimlerin ve coğrafyanın insan karakteri ve devletler üzerine olan tesirlerini ele almıştır.
Genel anlamda en yaygın kullanılan jeopolitik tanım; ‘coğrafi faktörlerin tesiri altında siyasi sistemlerin tetkiki ilmi’ ya da ‘milli siyasetin tayini ve uluslararası ilişkilerde siyasi faaliyetlerin yürütülmesine coğrafi faktörlerin yaptığı katkıyı araştıran ilim’ şeklindedir.
Nicolas Spykman ise en kısa şekilde ‘Bir devletin güvenlik siyasetinin coğrafi unsurlara göre planlamasıdır’ şeklinde jeopolitiğin çerçevesini çizmiştir.
Jeopolitiğin yukarıda izah edilen tanımlamaları kıstas alınırsa, jeopolitik herhangi bir ülkenin anakaraya ve denizlere göre, ulaşım sistemlerine göre, komşu ülkelere ve bölgesel güç merkezlerine göre, yeryüzü şekillerine göre, tabii ve beşerî kaynaklarına ve iklim özelliklerine göre konumunu mutlak surette dikkate almalıdır.
Keza yine bugüne kadar jeopolitik ile ilgili alanda çalışmış tüm bilim insanları şu üç hususu mutlaka kullanmışlardır: Devlet, coğrafya ve politika.
Jeopolitiğin unsurları
Stratejinin vazgeçilmez en önemli üç unsuru olan zaman, mekân ve kuvvet aslında jeopolitiğin unsurlarının belirlenmesine de tesir etmiştir. Jeopolitiğin değişmeyen unsurları arasında coğrafi konum, sınırlar ve coğrafi bütünlük, sahip olunan yer altı ve yer üstü tabii kaynaklar ile coğrafi özelliği (kara devleti, ada devleti vs.) sayabiliriz.
Jeopolitiğin beşerî unsurları ise sosyal değerler, ekonomik değerler, politik değerler, askeri değerler ve kültür değerleridir.
Tüm bu unsurlar dikkate alınmaksızın yapılacak değerlendirmeler bizi yanlış sonuçlar çıkarmaya itecektir. Bugün sıklıkla yapılan en vahim hata, jeopolitik denklemi sadece coğrafya üzerinden değişmeyen bir sabit gibi açıklayan analizlerdir. Oysa, jeopolitik sadece coğrafya kavramı ile izah edilemez.
Coğrafi konum fiziki coğrafyaya karşılık gelirken, jeopolitik konum yukarıdaki zikredilen unsurlar ile birlikte ele alındığında değişkenlik arz eden bir noktaya tekabül eder. Bu açıdan bakıldığında ülkenin coğrafi konumu değişmez lakin jeopolitik konumu ise değişken niteliktedir.
Türkiye’nin de içinden geçtiği dönem; soğuk savaşın jeopolitik sabitleri ile izah edilemez çünkü çevremizdeki güç dengeleri, sınırlar, enerji nakil hatları ve daha birçok unsur değişkenlik göstermiştir.
Bunlara ilaveten Türkiye de soğuk savaşa göre iktisaden, askeri ve kurumsal kapasite alanlarında farklılaşmıştır. Başka bir örnek vermek gerekirse Amerika kıtasının keşfi ve yeni deniz yollarının ortaya çıkması ile Osmanlı Devleti’nin coğrafyası değişmese de jeopolitik konumu değişmeye başlamıştır.
Jeopolitik teoriler ve Deniz Hakimiyet Teorisi
Jeopolitik teoriler kuşkusuz zamanın ruhuna uygun bir şekilde ortaya koyulmuş olsa da halâ bugün anlamını ve değerini korumaktadır. Bu alanda ortaya atılmış teorilerin ana çerçevesi kara, hava ve deniz alanlarının kontrol edilmesine ve böylelikle ekonomik ve askeri gücün devam ettirilmesine ya da yeniden oluşturulması üzerine kurgulanmıştır.
Jeopolitik eksenli tüm teoriler genel anlamda iki farklı temele dayalı olarak ortaya atılmıştır: Güce dayalı teoriler ve coğrafya temelli teoriler.
Kara hakimiyeti teorisi, kenar kuşak teorisi gibi teoriler coğrafya temelli teorilerken, deniz hakimiyet teorisi ve hava hakimiyet teorisi gibi teoriler güç temelli olan teorilerdir.
Tüm teoriler Mackinder ile de uyum sergileyerek Avrasya’yı ve onu çevreleyen okyanus ve denizlerin kontrolü üzerine yoğunlaşmıştır.
Peki ama neden Avrasya’nın kontrolü?
Nüfus, doğal kaynaklar, yerküre üzerinde işgal ettiği konum ve medeniyetlerin çıkış noktası olarak Avrasya kontrol edildiğinde, jeopolitik kontrolün de sağlanacağı varsayılmıştır.
Elbette bu jeopolitik kuramlar ismi ile müsemma bir şekilde bilimselliği kanıtlanmış hususlar olmayıp kuram düzeyindedir lakin yine de ihmal edilmeyecek şekilde dünya jeopolitiği bu kuramlar ile uyumluluk sergileyerek bugüne kadar gelmiştir.
Mavi Vatan kavramının çokça tartışıldığı bir dönemde mezkûr teorilerden deniz hakimiyet teorisine bir ışık tutacağız.
Deniz Hakimiyet Teorisi
Son yıllarda Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri haline gelen Mavi Vatan ve bu kavram üzerinden oluşan gündem hepimizin dikkatini denizlere, denizler üzerinden sağlanan ticarete ve bu yolların kontrol altına alınması hususundaki içeriğe bıraktı.
Dünya ticaretinin, petrol ve hammadde sevkiyatının, yarı mamul ve son ürün haline getirilmiş tüm tüketim mallarının kahir ekseriyetinin denizler ve limanlar üzerinden yapıldığı gerçeği bize denizlere verilmesi gereken önemin sadece hidrokarbon yatakları ile sınırlandırılmaması hususunda bir şeyler anlatmaktadır.
Kuşkusuz bölgesel ve küresel güç vizyonu olan tüm toplumlar bu vizyonlarını realize etmenin en önemli basamağının etkili bir deniz gücüne sahip olmaktan geçtiğini anlamalıdır. Bu doğrultuda kendi karasularında egemenliğini koruyabilen, denizde kendi ekonomik çıkarlarına hizmet edecek deniz ticaret filosuna sahip, bu ticaretin güvenliğini sağlayabilen bir ülkenin dünyadaki zenginliklerden de pay alabileceği bir hakikattir. Bu deniz gücü olmaksızın denizlere kıyısı olsa dahi bir ülkenin küresel güç olması bir kenara, bölgesel bir güç dahi olması beklenmemelidir.
O zaman bu varsayım bizi ivedilikle denizlerin hakimiyeti ile ilgili ‘Denizlerin Clausewitz’i’ olarak ünlenen Alfred Thayer Mahan’a (1840-1914) götürür.
Mahan; dünya hakimiyeti için denizlerde hakimiyet esasını savunan ABD’li amiral ve tarihçidir. Donanma tarihi ve stratejileri konusunda ABD Deniz Harp kolejinde hem dersler vermiş hem de başkanlık görevlerinde bulunmuştur.
Mahan, sadece ABD’nin 19. ve 20. yy. deniz stratejisini oluşturan bir teorisyen değil aynı zamanda Japonya, İngiltere ve Almanya’nın birer deniz gücü haline gelmesinin de fikri çerçevesini çizen bir teorisyendir.
Michael Leee Lanning’in tabiri ile ABD’nin bir dünya gücü olması amacı ile jeopolitik düşünceler üreten Mahan’ın stratejileri ve bu doğrultuda oluşturduğu kuramlar önce Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı daha sonra da devlet başkanı olan ve ABD’nin lider deniz gücü olmasına ciddi katkı sunan Theodore Roosevelt’i büyük oranda etkilemiştir.
Mahan, kaleme aldığı onlarca makalenin yanında birçok yazılı eserin de müellifidir. En bilinen iki eseri The Influence of Sea Power upon History 1660 – 1783 (Deniz Gücünün Tarih Üzerine Etkisi 1660-1783) ve The Influence of Sea Power upon the French Revolution and Empire 1793-1812 (Deniz Gücünün Fransız Devrimi ve İmparatorluk Üzerine Etkisi 1793-1812)’dir.
Mahan bu eserlerini 1890 ve 1892 tarihlerinde sırasıyla yayınladı. Mahan, eserlerinde küresel ölçekte deniz kuvvetlerini inceleyerek dünya gücü olmanın yolunun denizlerden geçtiğinin altını çizmiştir.
Mahan, ortaya koyduğu eserlerde ülkelerin uluslararası ilişkilerinde ticaretin büyük öneme sahip olduğunu, dünya üzerindeki savaşların da bu zaviyeden okunmasının önemini vurgulamıştır.
Mahan, bu deniz gücünün korunması ve gelişimi için altı faktörün çok etkili olduğunu belirlemiştir. Bu faktörler coğrafi konum, ülkenin fiziksel yapısı, coğrafi alan, nüfus gücü, toplum yapısı ve ülke yönetim yapısıdır. Bu unsurlar içinde Mahan’a göre en dikkate alınması gereken unsur toplumun yapısıdır.
Toplum denizci bir karakter taşımıyorsa, yeterli deniz gücü harekete geçirilemez, dolayısıyla bir deniz gücünün askeri ve ticari olarak oluşturulması da mümkün olmaz.
Mahan’ın İngiltere’nin denizlerdeki yükseliş dönemlerindeki denizcilik tarihini incelemesi, Mahan’ı denizlerin ve stratejik önemdeki dar su yollarının kontrolünün küresel güç haline gelebilme anlamında hayati önem taşıdığı noktasında ikna etti. Mahan’a göre;
Denizcilik gücü dünya kaynaklarının çok büyük bir bölümü ile irtibatlıdır.
Denizler karalara göre çok daha esnek, güçlü ve maliyeti düşük bir harekât kabiliyeti ve ulaşım imkânı sunmaktadır.
Deniz gücü askeri kuvvetleri ve ekonomik, politik hareketleri daha kolay ve ekonomik bir biçimde dağıtabilir ve ulaştırabilir.
Süveyş Kanalı, Cebelitarık boğazı, Sri Lanka, Babülmendep Boğazı, Singapur, Hürmüz Boğazı, Panama Kanalı, Tayvan Kanalı, Türk Boğazları gibi stratejik noktalar deniz gücü ile kontrol altına alınmadan dünya ticaretine hâkim olunamaz.
Mahan, dünya hakimiyetinde Rus kara gücü ile İngiliz deniz gücü arasındaki (kendi dönemi ile alakalı varsayım) mücadelenin hala devam ettiğini vurgulayarak, bu çatışma ve mücadelenin Asya’nın 30. ve 40. paralelleri arasında (Mançurya’dan Avrupaya kadar olan alan) kalan mücadele bölgesine hâkim olabilme amacına yönelik olduğunu vurgular.
Deniz hakimiyetinin kara gücüne oranla çok daha zor olduğunu vurgulayan Mahan, “Asya Problemi ve Uluslararası Siyasete Tesiri” isimli çalışmasında Avrupa ve Asya’yı çevreleyen kara üstlenmesine dayanarak dünya hakimiyetinin ABD tarafından oluşturulacağını iddia eder.
Bu doğrultuda ABD stratejik siyasi aklı bugüne kadar Panama Kanalını açarak Pasifik ve Atlantik bölgesinde hakimiyetin kurulmasında önemli bir stratejik avantaj elde etti, Karayipler bölgesini kontrol altına alarak Küba üzerinden kendisinin kuşatılmasını önledi, Hawaii Adasını işgal ederek Pasifik Okyanusu’nun tam merkezinde bir doğal deniz üssü oluşturdu.
Tüm bu faaliyetler iki amaca matuf idi: Birincisi savaşı ABD karasına taşımamak için denizlerin askeri olarak kontrol edilmesi, ikincisi de deniz ticaret yollarını kontrol altında tutmak.
Mahan’dan bu yana ABD siyasi aklı tüm okyanus ve denizlerde hiçbir boşluğa müsaade etmeyecek şekilde bir yapılanma ve siyaset takip etti. Bu siyasetin en temel sebebi güvenlik ve ekonomik refahı elinde tutmak ve bu refahın başka bir ülkeye akmasına mâni olabilmektir.
Mahan’ın ortaya koyduğu prensipler ile de uyumlu olacak şekilde, ABD kendi okullarında deniz programlarını müfredatının önemli bir parçası olarak konumlandırmıştır. Bu hakikatten yola çıkıldığında Türk insanının denizci karakterini daha da güçlendirmek maksadı ile hem müfredat düzeyinde hem de TeknoFest benzeri yurt çapında geniş katılım görecek NavyFest tarzı faaliyetlerin çok değerli olacağı aşikardır.
Yine Obama döneminde dışişleri makamında bulunan Hillary Clinton Foreign Policy dergisinde yayınlanan ‘Amerika’nın Pasifik Yüzyılı’ isimli makalesinde ABD’nin önceliğinin kademeli olarak Ortadoğu’dan Asya ve Pasifik bölgesine kayması gerektiğini söylemekteydi.
Bugün dahi ABD bu makalede kaleme alınan yoldan sapma göstermiş değildir. Hala Pentagon’un yakın gelecek projeksiyonunda ABD donanmasının %55’nin Pasifik’te konuşlandırılacağı belirtiliyordu.
Sonuç
Değişen jeopolitik ile birlikte Türkiye’nin de yeni kurulan düzende güçlü bir şekilde kendine alan açabilmesi, dünyayı ve değişen dengeleri doğru okuyabilmesi ile doğru orantılıdır.
Buradan mülhem güçlü bir donanma, güçlü bir deniz ticaret filosu, denizci bir millet olabilmenin önünü açacak etkinlik ve eğitim süreçleri olmazsa olmazlarımızdır. Bu alanlarda mesafe almaksızın denize açılan kıyılarımızın uzunluğunun korkarım ki bize müspet bir katkısı olmayacaktır.
Devamını Oku
24 Ağustos 2024 Cumartesi - 13:46
Daha Fazla Göster