
Washington’da basına yansıtılmayan tek konu İran olduğuna göre, bu ülkenin yürüttüğü nükleer programa dair başvurulacak seçenekler konusunun muhakkak ana gündem maddesi olduğu sonucuna varabiliriz.
Son Güncelleme: 08 Nisan 2025 Salı - 11:18 | GDH Haber
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun aniden Washington’a çağırılması dünyayı bir anda alarma geçirdi. Zelensky vakasından sonra dünya liderlerinin itinayla uzak durduğu Beyaz Saray’a gelmeyi tercih edecek başka birini de bulmak zaten kolay değildi. Ancak herkesin cevabını aradığı soru şuydu: Neden Trump, Netanyahu’yu bizzat görmek istemişti? Görüşmenin ana gündem maddesi neydi? Telefon ya da video konferans ile konuşulamayacak kadar önemli bu konu neydi?
ABD, 15 Mart’tan itibaren Yemen’e saldırı başlatmış, İsrail ise 18 Mart’tan sonra Gazze’de katliam suçlarına yenilerini eklerken, İran’a düzenlenmesi muhtemel bir saldırının planlaması öncelikle akla gelen ihtimaldi. Nitekim, Netanyahu’nun Washington ziyaretinden 1 hafta önce ABD Merkez Kuvvetler CENTCOM Komutanı General Kurilla, İsrail’in yeni Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir ile Kirya’daki üste bir araya gelmişti.
Kirya üssündeki toplantıların genellikle bölgede yeni bir saldırının habercisi olduğu pek çok kişinin malumu. Ayrıca bu görüşme öncesinde ABD’nin askeri nakliye uçaklarının İsrail’e seferleri artmış, yeni hava savunma bataryalarının teslimi de gerçekleşmişti. Trump’ın, İsrail’in Gazze saldırısına desteği de tamdı. Kendisini iktidara taşıyan Siyonist lobisine yaranmak için, Trump 23 Mart’ta Gazze’de 15 sağlık görevlisinin İsrail ordusu tarafından katledilmesini dahi cansiperane şekilde destekledi.
Sağlık görevlileri ve itfaiyeciler bombardımana hedef olan bir bölgeye müdahale etmek için olay yerine ulaştıklarında önce İsrail askerlerinin ateşine maruz kalmış, daha sonra araçlarından indirilen sağlık ve itfaiye görevlileri yakın mesafeden ateş edilerek katledilmişlerdi. Toplu mezarların tespit edilmesiyle ortaya çıkarılan katliamın boyutları İsrail askerlerinin “çalmayı” unuttukları bir akıllı telefonun saldırının ilk anlarına dair içerdiği kayıtlarla da tüm dünyanın gözlerinin önüne serildi.
Trump, bu katliamı dahi “bölgede ambulansların olması, teröristlerin bulunmadığı anlamına gelmez, Hamas terör saldırılarında ambulansları kullanıyordu” sözleriyle savundu.
Konumuza dönecek olursak Trump’ın davetinin sebebi belki de Netanyahu’yu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararına rağmen tutuklanmadan ABD’ye getirerek bir gövde gösterisi yapmaktı. İsrail Başbakanı, 3 Nisan Perşembe günü Macaristan’ı ziyaret ederek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararına meydan okumuştu.
Macaristan hükümeti tarafı olduğu Roma Statüsü’ne rağmen Netanyahu’nun hakkındaki tutuklama kararını işleme koymadığı gibi Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden çekileceğini duyurdu. Netanyahu’nun, mahkemeye üye hangi ülkelerin hava sahasını kullanarak Budapeşte’ye ulaşabildiği de bir başka soruydu. Bu sorunun yanıtı için, Netanyahu’nun Macaristan ziyaretinin hemen öncesinde 30 Mart’ta Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in İsrail ziyaretine bakmak lazım.
Miçotakis ve Netanyahu’nun görüşmeleri esnasında pişmiş kelle gibi sırıtarak verdikleri pozlar, muhtemelen Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin İsrail’den silah alımının yanı sıra, Netanyahu’nun Atina üzerinden Macaristan’a geçişinin sağlandığına dair emareleri de içermekteydi. Netanyahu’nun Macaristan’dan ABD’ye giderken muhtemelen Hırvatistan-İtalya-Fransa hava sahalarını kullanıp buraları da tutuklanmadan aşmasıyla Trump-Netanyahu ikilisi Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni paspasa çevirmiş oldular.
Bu şovun ardından Beyaz Saray’da yapılan görüşmenin medyaya yansıyan kısmının manşeti, Suriye merkezli olarak Türkiye-İsrail ilişkileri ve Trump’ın iki ülke arasında arabuluculuk yapma beyanıydı. Netanyahu, Trump’ın ülkesine uyguladığı yüzde 17’lik gümrük vergisini düşürmek konusunda bir ilerleme sağlayamadı ama her yıl ABD’den karşılıksız 4 milyar dolar alan, tedarik ettiği silah ve mühimmatın hesabının ise sorulmadığı bir ülke için yüzde 17’lik gümrük vergisi sorun olmasa gerek.
Washington’da basına yansıtılmayan tek konu İran olduğuna göre, bu ülkenin yürüttüğü nükleer programa dair başvurulacak seçenekler konusunun muhakkak ana gündem maddesi olduğu sonucuna varabiliriz. Trump’ın İran dini lideri Ali Hamaney’e 7 Mart’ta mektup gönderdiğini açıklamasının ardından, Tahran yönetimine nükleer programını durdurması için 2 ay süre tanınmıştı. Bu sürenin bir ayını geride bıraktık.
12 Nisan Cumartesi günü Umman’da İran Dışişleri Bakanı Arakçi ile Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Witkoff başkanlığındaki heyetlerin yapacakları görüşme büyük ihtimalle işin rengini belli edecek. Ülkemizdeki yaygın kanaat, İsrail ve İran’ın varlıklarını sürdürmek için birbirlerine ve ortaklaşa yarattıkları şiddet döngüsüne ihtiyaç duydukları yönünde. Ancak hem ABD’nin Trump’ın başkanlığa gelişi ile, İsrail’in ise 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’ye saldırısı ile başlattığı paradigma değişiklikleri, İran’a bu haliyle artık ihtiyaç kalmadığını gösteriyor.
İran’ın Abadan’daki, Hazar Denizi’ndeki ve İran Körfezi’ndeki petrol ve doğalgaz kaynaklarına, Ukrayna örneğinde planlandığı gibi, ABD tarafından çökülmesinin zamanı gelmiş olabilir. Suriye’yi kaybeden İran artık İsrail’in yaşaması için kendisinin vazgeçilmez olduğuna dair ABD’ye sunacak kanıt ve hizmet de bulamıyor. İran’ın hizmeti demişken, geçen hafta 4 Nisan günü, İran’daki sözde İslami rejimi ile İsrail arasındaki işbirliğinin çarpıcı bir örneğinin 44’üncü yıldönümüydü.
1981 yılında, İran-İsrail ilişkilerinde Şah Rıza Pehlevi döneminde dahi rastlanmayan düzeyde parlak işbirliği örnekleri sergilenmekteydi. İran, Irak lideri Saddam Hüseyin’in başlattığı savaş nedeniyle zor günler geçirmekteydi.
İsrail ise gerek Filistin meselesine verdiği destek gerekse doğrudan İsrail topraklarını vuracak silah teknolojileri arayışında olduğu için o yıllarda Saddam Hüseyin’i bir numaralı tehdit olarak algılıyordu. Dahası, Irak, Fransa’nın da desteğiyle bir nükleer reaktör inşa etmekteydi ki Ortadoğu’da kendisi dışında bir ülkenin nükleer teknolojiye ve silaha sahip olması İsrail’in en büyük kabusuydu.
İsrail, Irak’ın başkenti Bağdat’a 17 kilometre mesafede inşa edilen nükleer reaktörün imha edilmesi işini önce İran’a havale etti ve onlara gereken istihbaratı temin etti. İran’ın 30 Eylül 1980’de yaptığı hava saldırısı reaktörün imhasına yetmedi. Bunun üzerine İsrail kendi işini kendi yapmaya karar verdi ve 7 Haziran 1981’deki hava saldırısıyla hem reaktör hem de Irak’ın nükleer programı ortadan kaldırıldı. Ancak bunun hemen öncesinde İsrail’in temin ettiği istihbarat ve muhtemel elektronik harp desteğiyle İran tarafından Irak topraklarına gerçekleştirilen bir başka saldırı daha vardı.
4 Nisan 1981’de bu defa İsrail’in sağladığı istihbarat ile İran hava kuvvetleri, Irak-Ürdün sınır bölgesindeki H-3 hava üssünü hedef aldı. Saldırıda 8 adet F-4 Fantom uçağı vurucu güç olarak kullanılırken, hem İran hem de Suriye hava sahasında Boeing 707 ve Boeing 747 tanker uçakları en az 4 defa Fantomlara yakıt ikmali yaptı.
Harekat sırasında bir C-130H erken uyarı uçağı ve Boeing 747 uçağı da komuta kontrol merkezi olarak görev yaptı. Tam mühimmat yüklü Fantom uçakları H-3 üssünü vurabilmek için Urumiye üzerinden Türkiye-Irak sınırını takip edip, Suriye-Irak sınırına geldiklerinde güneye döndüler. İran tanker uçaklarının etkili desteği için Hafız Esad yönetimi de Şam ve Palmira’daki hava üslerini İran’a açtı.
İddia o ki 3 bin 500 kilometrelik bu yolculuk boyunca, Irak radarlarına yakalanmamak için yakıt ikmali imkansız sayılan 50 metre irtifada yapıldı. İran Hava Kuvvetleri, filosundaki iki F-14 Tomcat uçağını gelişmiş radar sistemleri ile Irak sınırında gezdirirken, F-5 uçakları ile Kerkük’teki bir Irak üssüne de şaşırtma saldırısı yaptı.
Irak ordusu saldırıya tam anlamıyla gafil avladı. Dönemin uzmanlarının yaptığı incelemelerde 3 Antonov An-12 nakliye uçağı, bir Tu-16 bombardıman uçağı, 4 MiG-21, 5 Su-20/22s, 9 MiG23 ile Fransız yapımı iki Mirage F1EQ ve dört helikopter tamamen imha edildi. 11 helikopter ile iki Tu-16 bombardıman uçağı ise tamir edilmesi imkansız şekilde hasar gördü.
Fransız Mirage uçakları yalnızca 1 hafta önce Irak’a teslim edilmişlerdi. İran hava saldırısında aralarında Demokratik Alman, Mısır ve Ürdün vatandaşlarının bulunduğu personelden 20’den fazla kişi yaralandı, 2 Iraklı pilot ile 14 teknik personel hayatlarını kaybetti. İran’ın bu saldırısı, havacılık tarihinin en başarılı hava saldırılarından biri olarak kayda geçti.
Belki de etkileri itibarıyla, Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından dahi önemli sonuçlar verdi. Çünkü İsrail bu saldırıdan yalnızca 2 ay sonra H3 hava üssü bölgesinden hiçbir engellemeyle karşılaşmadan uçaklarını geçirerek Irak’ın nükleer tesislerini vurdu. İran’ın o günden bu yana benzer ölçekte bir saldırı gerçekleştiremediği dikkate alınacak olursa, H3 operasyonunun yalnızca İsrail’in istihbarat desteği ile düzenlendiğini söylemek meseleyi hafife almak olacaktır.
Bu saldırıda görev yapan İran pilotlarının tamamı, Şah Rıza Pehlevi döneminde İran-İsrail-ABD ilişkilerinin karmaşık bir şekilde iç içe geçtiği yıllarda yetişmişlerdi. Ancak bu pilotların kaderi Ayetullah Humeyni’nin siyasi rakiplerini tasfiye operasyonu esnasında değişti.
İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Ebulhasan Benisadr 21 Haziran 1981’de görevden alındıktan sonra 28 Temmuz günü, İran Hava Kuvvetlerine ait bir tanker uçağıyla Fransa’ya kaçtı. H3 operasyonunu planlayan ve katılan tüm hava kuvvetleri subayları bu firarın ardından tasfiye edildiler.
Tarihin cilvesine bakın ki, Irak’ın nükleer programını ve hava kuvvetlerini yok etmek için İsrail ile her türlü işbirliğine giren İran’daki rejim bugün kendisini hedef alacak benzer bir süreç için dakikaları sayıyor.
Devamını Oku
10 Aralık 2025 Çarşamba - 15:58
Devamını Oku
03 Aralık 2025 Çarşamba - 16:26
Devamını Oku
27 Kasım 2025 Perşembe - 17:45