
Meriç “Ne gülüyorsun anlatılan senin hikayen” derken, aslında hepimizin hikayesini anlatmaktadır. Hepimizi, her fikir akımın yatay bir şekilde kesen “obscuratisme” yani, taassubu.
Son Güncelleme: 03 Haziran 2025 Salı - 09:17 | GDH Haber
Türkiye, çok büyük bir dönüşüm yaşıyor. Küresel kapitalizm, Avrupa Birliği ve Anadolu burjuvazisinin dinamikleri üstünde yükselen bu dönüşüm, belki de Batılılaşma sürecinin doğal sonucu. Ancak gelinen bu aşamada, düne kadar batılılaşma taraftarı olanlar ile batılılaşma karşıtı olanların saf değiştirdiğini görüyoruz. Dolayısıyla dönüşüm reaksiyonunu da beraberinde getiriyor. Tartışmaların giderek sertleştiği bir geçiş dönemindeyiz.
Siyasetten iktisada, hukuktan kültürel alanlara yayılma istidadı gösteren tartışmalar, giderek bir kutuplaşmaya dönüşüyor. Kutuplar, bizleri kendi mağaralarına çekmek istiyorlar. Gerçek dünyada olup bitenlerden farklı, gölge bir dünyaya inanmamızı, iman etmemizi ve inanmayanlarla savaşmamızı istiyorlar.
Farklılıkları siyah ve beyaza indirgiyor, ara renkleri yok etmek istiyorlar. Böylece tartışma iyi kötünün, doğru ile yanlışın savaşına dönüşüyor. İşte ideolojiler, “idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri” olarak burada tedavüle giriyor ve kısa zamanda da yerlerini sloganlara bırakıyorlar. Cemil Meriç’in 1970’lerde soğuk savaş döneminde söyledikleri bugünkü Türkiye’ye de hitap ediyor.
“Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir, yabani bağırır medeni insan konuşur.”
Türkiye bugün de 70’lerden farklı değil, medeni insanlar gibi konuşmak giderek zorlaşıyor. Çünkü “bu ülke”de iktisadi gelişmeye ve dönüşüme rağmen büyük bir “medeniyet kaybı” yaşanıyor. Bu kayıptan, bütün taraflar nasibini alıyor. O halde ne yapmalı, nereye bakmalı ve nasıl bir çözüm aramalıyız?
Türkiye, III. Selim’den bu yana Batı’yı örnek alarak değişmeye ve dönüşmeye çalışıyor. Bu değişim ve dönüşümün ivmesi arttıkça, kırılmalar ve tartışmalar da derinleşiyor. Bu bakımdan Türk fikir hayatının ve hatta edebiyatının bu süreç etrafında şekillendiği söylenebilir.
Bu şekillenmenin giderek bir sathileşme ve birtakım semboller çevresinde bir kutuplaşmayla neticelendiği de gözlerden kaçmamaktadır. Sathileşmenin ve kutuplaşmanın Türk fikir ve edebiyat dünyasını, Batı’nın ve Doğu’nun klasiklerinden kopartması her kesimden entellektüeli rahatsız etmektedir.
İşte bu vadide Cemil Meriç müstesna bir yere yükselmektedir. Cemil Meriç insanlığın ürettiği bütün klasiklere Batı veya Doğu demeden sahip çıkar, sathileşemeye ve kutuplaşmaya prim vermez... “İnsani olan hiç bir şey onun yabancısı değildir”.
III. Selim’den beri içinden çıkamadığımız tartışmalarda yolunu arayan herkese yardımcı olan müktesebatı fevkalade geniş, iyi niyetli ve ciddi bir hocadır, Cemil Meriç. Ondan sadece Batı’nın ve Doğu’nun klasiklerini değil, düşünmenin dil ve lügat demek olduğunu, bir savcı gibi kelime ve kavramları sorgulamadıkça hiçbir konuda hüküm veremeyeceğinizi öğrenebilirsiniz. Hükümlerinizin gerekçesiz olamayacağını, gerekçenin ise muhakemesiz olamayacağını...
Sorgulayabilmek ve hüküm verebilmek için diyalogun, diyalogu sürdürebilmek için de hoşgörünün şart olduğunu da... Zafer ve bozgun hissine kapılmamak gerektiğini bilgece öğütler: “Hiç bir zafer umulanı getirmez. Hiç bir bozgun mutlak değildir.”
Cemil Meriç fikir yelpazesindeki herkese kendi “mağara”larının dışındaki dünyayı anlatır. Bu anlatımda polemik, kaçınılmazdır... Lakin zaman geçtikçe Meriç’in polemiğinin sadece bir Mağara’ya karşı değil, bütün “mağara”lara karşı olduğu görülecektir.
Bu yüzden bu ülkede kendi “mağara”sının dışına çıkacak herkesin ilk karşılaşacağı kişilerden biri Cemil Meriç olacaktır, olmuştur. Meriç böyle olacağını bilirmişçesine, tıpkı kendine hoca bellediği Ahmet Mithat Efendi gibi çok geniş bir ilgi alanına sahiptir.
En büyük kitabının Ahmet Mithat Efendi’nin dergisine atıfla Kırkambar olması bu bakımdan manidardır. İşte bu bağlamda Cemil Meriç, Türkiye’de arayış ve diyalog peşinde olanların yol arkadaşıdır. Bu itibarla da Cemil Meriç’e olan ilgi giderek artmaktadır.
Artan ilgi, artık “mağara”nın dışına çıkanların çoğaldığına işaret etmektedir. Bu bakımdan Cemil Meriç her öncü gibi üzerine düşeni ziyadesiyle yapmış, yolu açmış ve mağaradakileri yola çıkarmıştır.
O yola çıkardıklarına nereye gideceklerini de telkin etmeyen bir yol arkadaşıdır. Adeta çağdaş bir Sokrates olan Cemil Meriç’in kendisine biçtiği misyon, en az üslubu kadar etkileyici değil mi?
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın daha doğrusu bir ülkenin; idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim.”
Cemil Meriç’in fikirlerini ve misyonunu anlamak bakımından Eflatun’un Mağara hikayesini hatırla(t)mak faydalı olacaktır. Meriç için “mağara” hakikati aramaya izin vermeyen taassubu, hakikati çarpıtan ideolojiyi ve sloganı temsil etmektedir. Temel eserlerinde biri olan Mağaradakiler kitabının başında da yer alan Eflatun’un Mağara hikayesi özetle şöyledir:
“Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yer altı mağarası. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Mağaranın girişinden duvara ışık vurmakta ve bu girişin önünden geçen nesnelerin duvara vuran gölgeleri, bu insanların hayatları boyunca görebildikleri yegane şekiller olmaktadır.
Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım... Ayağa kalkmaya, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden daha gerçek sanırdı.
“Zaman geçip mağaranın dışındaki gerçek dünyaya alışınca eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
“Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler. ‘Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline.’
Meriç “Ne gülüyorsun anlatılan senin hikayen” derken, aslında hepimizin hikayesini anlatmaktadır. Hepimizi, her fikir akımın yatay bir şekilde kesen “obscuratisme” yani, taassubu. Bizi mağaralarda hapseden taassup, ideoloji ve sloganlarımızdır. Fikir hürriyetini elimizden alan taassupu.
Halbuki hür düşünce, Meriç için vazgeçilmezdir. Çünkü hakikati aramanın ve kavramanın yoludur. Mağaradakileri dışarıya çıkaracak olan anahtardır. Obscuratisme veya taassup, bu anahtarın kullanılmasını engelleyen veya kaybettiren bir baş belasıdır.
Bu habis ve lanetli anlayışı ifade eden taassup, belli bir milletin veya kavmin tekelinde değildir. Doğuda da Batıda da karşımıza çıkabilir. Vatansız bir ahtapot olan taassup yok edilmedikçe, fikir hürriyetine kurtuluş yoktur. Bir fikre saplantılı bir bağlılık sonucunda diğer tüm fikirlere karşı olmak demek olan taassup, hakikate düşmanlıktır.
Sokrat’ı zehirleyen, Aristo’yu sürgüne gönderen, Galile’yi mahkun eden, Hallac’ı taşlayan, İhvan-ı Safa risalelerini toplatan, İmam-ı Azam’ı zindana atan kafa aynı kafadır. Fransız Devrimi, Avrupa’yı kana bulayan bu düşünceye karşı yapılmıştır.
Bu “izm”, Türkiye’de devletten topluma, Batıcılıktan batı düşmanlığına, maddecilikten pozitivizme sosyalizmden muhafazakârlığa bütün izmlerin ortak paydası olmuştur. İşte bu yüzden bu ülkede bütün ideoloji tarafları mağaralarına çekilmiş, farklı ideolojileri düşman olarak görmeye başlamıştır.
70’lerdeki ideolojik mücadelenin kavgaya ve giderek bir iç savaşa dönüşmesi beyinleri dumura uğratan taassuptandır. Bu temel sorun halledilmedikçe toplumun bir bütün olarak geriye gitmesi kaçınılmazdır.
Türk insanını ahtapot gibi mağaralara hapseden ve birbirine düşman eden taassup yok edilmedikçe, bir diriliş ve kurtuluş umudu yoktur.
“Obscurantisme ahtapotu yok edilmedikçe, Türk insanı huzur içinde düşüncesini haykırmak, hakikati aramak, hatalarını utanmadan itiraf etmek alışkanlığını kazanmadıkça, herhangi bir diriliş hayaline kapılmak dasitani bir hayal olur.”
Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme tarihine rağmen taassubun tasallutundan kurtulamaması dikkat çekicidir. Bütün ideolojileri himayesine alan bu en büyük ideolojimiz bugün de işbaşındadır. Medeni bir şekilde konuşmamızı, kutupların dışında fikir beyan etmemizi engelleyen, aydınlara amigo olmak dışında yol bırakmayan bu ahtapottan nasıl kurtulabiliriz?
Devamını Oku
17 Aralık 2025 Çarşamba - 11:15
Devamını Oku
16 Aralık 2025 Salı - 08:51
Devamını Oku
15 Aralık 2025 Pazartesi - 11:46