
Papanın Türkiye ziyareti ile din ve vicdan hürriyeti bahsinde hukuki ve siyasi alanda yaşanan olumlu gelişmelere rağmen, belli grupların siyasi kültürlerinde ciddi problemlerin birer kod olarak yerinde duruyor.
Son Güncelleme: 29 Kasım 2025 Cumartesi - 10:29 | GDH Haber
Papanın Türkiye ziyareti dolayısıyla ortada uçuşan komplo teorileri, din ve vicdan hürriyeti bahsinde hukuki ve siyasi alanda yaşanan olumlu gelişmelere rağmen, belli grupların siyasi kültürlerinde ciddi problemlerin birer kod olarak yerinde durduğunu bize yeniden hatırlattı. Bu bakımdan din ve vicdan hürriyeti meselesi ve tarihi üzerinde durmakta fayda var…
Osmanlı İmparatorluğu millet sistemiyle yönetilmekteydi. İslam dininin gelenekleri istikametinde gelişen bu nizam, Müslümanların üstünlüğüne dayanan, eşit olmayan, ancak İbrahimî dinlerin kendi cemaat işlerini düzenlemekte serbest oldukları bir çerçeveye sahipti. Bu haliyle de, millet sistemi, başka din ve mezheplere hayat hakkı tanımayan zamanın Avrupa’sında geçerli olan nizama göre din ve vicdan hürriyeti bakımından daha tercihe şayan bir nitelikteydi. Osmanlının kuruluş ve klasik nizamına denk düşen Avrupa tarihi ise, din ve mezhep çatışmalarıyla doluydu. Avrupa özellikle 1648 Westphalia Anlaşmasıyla başlayan dönemde, farklı tecrübelere doğru yönelmekteydi. Diğer hürriyetler gibi din ve vicdan hürriyeti de, siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerden etkilenir ve onları etkiler. Bunun ötesinde din hürriyeti kavramının ortaya çıkışı ile uluslararası hukuk sisteminin ortaya çıkışı arasında 1648 Westphalia Anlaşması dolayısıyla ortaya çıkan yakınlık, zaman içerisinde ayrılma ve yeniden birleşme şeklinde bir seyir izlemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu ise Batı ve Rusya karşısında gerilemeye başlaması ve gayrimüslim kavimlerin, milliyetçilik hisleriyle bağımsızlık isteğiyle ayaklanmasıyla eski millet sisteminin yürümediğini görecek ve yeni arayışlara girecektir. Millet sisteminin eşitsizliğe dayalı hiyerarşik yapısı yerine, eşit vatandaşlığa dayalı bir Osmanlı Milleti yaratma çabaları başarısızlıkla sonuçlanan Osmanlı İmparatorluğu, dışarıdan giderek artan müdahaleler karşısında gayrimüslim vatandaşlarıyla ilişkilerinde ne eski millet sistemine ne de arzu edilen yeni düzendeki eşit vatandaşlara uyan, sorunlu bir döneme girmiştir. Ayrılıkçı isyanlar, bu isyanlar sonunda Osmanlı mülkünden ayrılan ülkeler ve bu zeminde gelişen savaşlar, çok acı bir tabloyu ortaya çıkarmıştır: Ayrılıkçılara çok sert davranan bir Osmanlı devleti, bu sertlik karşısında Osmanlının Hıristiyan unsurlarını koruyan güçlü Batı ülkeleri ve Rusya, bağımsızlığını kazanan bu Hıristiyan ülkelerden sürülen Müslüman kitleler... Bu gelişmelerin sonucunda, durumlarından şikayetçi olan gayrimüslim Osmanlı tebaası, onların haklarını ve bu haklar üzerinden de kendi çıkarlarının savunan yabancı devletler ile bunlar karşısında direnen ve her türlü hak talebini karşılamayı bağımsızlığından bir taviz gözüyle değerlendiren Osmanlı bürokrat ve siyasetçilerinin devlet zihniyeti, genel olarak hürriyet alanını ve bu alan içinde de, din ve vicdan hürriyeti alanını daraltacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, bu alanın giderek yok olduğu, bir savaşlar silsilesinin sonunda kurulacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemin dünyasında uluslararası hukuk, din ve vicdan hürriyetiyle ilgilenmeyip, bu konuyu iç hukuk düzenlemelerine bırakmıştı. 1924’te La Haye Uluslararası Hukuk Akademisinde verdiği “Dinlere İlişkin Hukuk Sorunları” konferansında Hobza şöyle diyecektir:
“Uluslararası hukukun mezheplere (dinlere) ilişkin müşterek kuralları yoktur...vicdan özgürlüğü konusunda da yoktur..dini sorunları düzenleyen çok fazla uluslararası hukuk kuralına sahip değiliz.Vicdan özgürlüğü bireye ait bir haktır ve dolayısıyla, uluslararası hukukun değil, fakat devletin iç hukuk alanına girer...Savaş hukuku hariç tutulacak olursa, uluslar arası hukukta din özgürlüğüne ilişkin bir kural yoktur.”
Yine de Türkiye, bu dönemde gayrimüslimler için Lozan Antlaşmasından kaynaklanan din ve vicdan hürriyetine ilişkin düzenlemelere tabidir. Ancak Türkiye de tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi bu düzenlemeleri adeta bağımsızlığından mecburen verdiği birer taviz olarak gördüğünden, fiilen ve fırsat bulduğunda da hukuken bu düzenlemelerin dışına çıkarak, gayrimüslimlerin Lozan Antlaşmasından kaynaklanan haklarını ve bunların içinde de din ve vicdan hürriyetlerini kullanmalarını engellemiştir. Türkiye’deki gayrimüslimler, bu haklarını kullanmaları ve baskıyla bu haklardan vazgeçmeye zorlanmalarının dışında, en temel insan haklarının bile ihlal edildiği kimi kampanyalarla karşılaşmışlardır. Dillerini kullanmak, mülk edinmek ve mülklerini istedikleri gibi tasarruf etmek, ticaret yapmak, mesleklerini icra etmek, siyaset yapmak, vakıf ve dernek kurmak, kurulmuş olanları geliştirmek, hatta ikamet etmek bakımından hukuki ve hukuki olmayan fiili hak ihlalleri, İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar devam etmiştir. Millileştirme ve laikleştirme faaliyetlerini yürüten devlet, bu faaliyetlerini gayrimüslimler içinde de yürütmüş ve cemaatlerin iç yapılarını değiştirerek, kendi uygulamalarını benimsemeyen cemaat önderleri yerine, kendi güdümündeki isimleri cemaat önderi yapmaya çalışmıştır. Bu amaçla daha İstiklal Harbi esnasında TBMM Hükümeti Türkçe konuşan Hıristiyanlar için bir Türk Ortodoks Kilisesi kurmak üzere kanun taslağı hazırlamış, ancak daha sonra bu kilisenin kanunla kurulmasından vazgeçilmişse de Kilise kurulmuştur. Mamafih bu Kilise müntesipleri de Mübadeleye tabi olmaktan kurtulamamışlardır. Yüz kişiyi geçmeyecek kadar kişinin istisna edildiği bu tecrübe de, Yunanistan’a giden bu kişilere verilen sözler ve onların TBMM hükümetini desteklemeleri yüzünden orada karşılaşacakları muamele düşünüldüğünde dramatik bir şekilde sonuçlanmıştır. Mübadeleden sonra da Papa Eftim Başkanlığında faaliyetlerine devam eden bu kilise marifetiyle Türkiye’deki Hıristiyanlar, bilhassa Ortodoks Rumlar ve Rum Ortodoks Patrikhanesi ve ona bağlı kuruluşlar üzerinde baskı uygulanmış, hatta bir süre Rum Ortodoksları ve onların vakıfları Papa Eftim ve arkadaşları tarafından yönetilmiştir. Bu kadar etkili olmasa da Ermenilere ve genel olarak Hıristiyanlara yönelik bu tür devlet destekli örgütlendirme ve bu örgütler marifetiyle gayrimüslim cemaatleri yönlendirme teşebbüsleri özellikle 1930’lu yıllarda da devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşını “demokrasi cephesi”nin kazanacağının anlaşılmasıyla dünyadaki ve buna bağlı olarak da Türkiye’deki siyasi iklim değişmeye ve liberalleşmeye başlamıştır. 1941’deki Amerikan Bayrak Günü konuşmasında ABD Başkanı Teodore Roosevelt, bütün dünya için savundukları Dört Özgürlük içinde, din ve vicdan hürriyetini de sayıyordu. Daha sonra Birleşmiş Milletler Bildirisinde Atlantik demeci olarak da adlandırılan konuşmaya atıfta bulunulmuş ve İkinci Dünya Savaşında zaferin amacı olarak içlerinde din ve vicdan hürriyetinin de bulunduğu bu Dört Hürriyet ilan edilmiştir. İkinci Dünya Savaşında Nazi Almanya’sının Yahudilere yönelik soykırımı dolayısıyla, din ve vicdan hürriyeti kavramı artık uluslararası hukuk metinlerinin yanı sıra dünya kamuoyu ve insan hakları mücadelecileri tarafından da takip edilmeye başlamıştır.
Türkiye gibi Fransız devriminin laiklik uygulamasını örnek alan ülkelerde, din hürriyeti bakımından ciddi problemler yaşanmaktadır. Otoriter bir modernleşme altında Türkiye toplumu, özellikle tek parti dönemi itibarıyla, devletin demokratik ve hürriyetçi olmayan, millileştirme ve laikleştirme politikalarına maruz kalmıştır. Bu politikalar, sadece azınlık teşkil eden gayrimüslim vatandaşlara değil çoğunluktaki Müslüman vatandaşlara da, kendi içlerindeki farklılık ve azınlık-çoğunluk haline bakmadan, din ve vicdan hürriyetlerine engel olmuştur. Bu dönem, sadece din ve vicdan hürriyetinin değil, diğer hürriyetlerin de gerçekleşmediği, anti-demokratik bir tek parti yönetimi altında geçmiştir. Bu zaman zarfında sadece Türkiye’de değil, dünyanın büyük bir kesiminde de liberal demokrasilerin geri çekildiği, totaliter ve otoriter rejimlerin bütün dünyada yükselişe geçtiği bir “felaketler çağı” yaşanacaktır. Mamafih Türkiye, dünyada bu felaketler çağının sona ermesine paralel bir şekilde, 1945’den sonra yükselişe geçen “liberal demokrasi” dalgasına katılmış ve rejimde kısmi bir liberalleşme gerçekleşmişse de, tek parti döneminin tam bir liberal demokrasiye izin vermeyen ideolojik çerçevesinin dışına çıkamamıştır.
Devamını Oku
30 Kasım 2025 Pazar - 12:00
Devamını Oku
23 Kasım 2025 Pazar - 07:00
Devamını Oku
22 Kasım 2025 Cumartesi - 13:13