
Tek parti döneminin laiklik anlayışı, “laik jakobenizm” ve ”militan laiklik” olarak tanımlanmaktadır. Bu haliyle laikçilik veya laisizm, devletin, dini inançlar karşısında tarafsız kalmasını değil, dine karşı olmasını amaçlıyor.
Son Güncelleme: 30 Kasım 2025 Pazar - 12:00 | GDH Haber
İsmet İnönü - AA
Tek parti döneminin başlangıcı olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve liderlerinin yargılanmasının sebebi, Fırka programının 6. maddesinde yer alan “Fırka efkar ve itikat-ı diniyeye hürmetkardır” ifadesi olacaktır. Bu konuda resmi ideoloji çerçevesinde teşekkül eden resmi literatürün hakimiyeti o kadar kabul görmüştür ki, hemen her kaynakta yer alan bu ifadeyi dönemin TpCF’nı kapatan hükümetinin takdim ettiği şekliyle “irtica”nın ve dolayısıyla Şeyh Sait İsyanın tahriki olarak görmek mümkündür. Halbuki bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti, anayasa hükmüyle bir İslam devletidir. TpCF’nın programında yer alan yukarıdaki bu ifade ise, her türlü dini inanç ve kanaate partinin saygı duyduğunu ve partinin her türlü dini inanç ve kanaat sahibine açık olduğunu ilan etmeyi hedeflemektedir.
Daha sonra otoriter bir tek partiye dönüşecek olan CHP ise, çok partili hayata geçene kadar ısrarla gayrimüslim vatandaşlara kapalı olacak ve gayrimüslim vatandaşların üyelik taleplerini kabul etmeyecektir. Bunun ötesinde CHP, 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı 1930 mahalli idareler seçimlerinde gayrimüslim vatandaşların partisi olmakla itham eden bir seçim kampanyası yürütecektir.
Tek parti dönemini takip eden 1946’dan sonraki çok partili dönemde siyasi ve iktisadi rejimde görülen nispi liberalleşme, dini alanda da yaşanmış ve din ve vicdan hürriyetinde eskiye göre genişleme görülmüştür. Ancak liberalleşmenin siyasi ve iktisadi alanlarda tamamlanamaması gibi din ve vicdan hürriyetindeki gelişmeler de yarım kalmıştır. Yarım kalmanın da ötesinde din ve vicdan hürriyetinde yaşanan gelişmeler, daima polemik konusu olmuş ve tek parti dönemi laiklik anlayışını savunanlar, bu konudaki her gelişmenin laikliğe aykırı olduğunu iddia etmeye bugüne kadar devam edegelmişlerdir. Mesela, din ve vicdan hürriyetini, laikliği ortadan kaldırmak isteyenlerin bir argümanı olarak gören fikrin bir örneğini teşkil eden aşağıdaki metin ilginçtir:
“ 1946 sonrasında uygulanan tertip, laiklik karşısına vicdan hürriyetini çıkarmak olmuştur. Bu tertipte laiklik vicdan hürriyetini yok eden bir vasıta gibi gösterilmiş ve bundan faydalanılarak gericiliğe bir geçit bulunmasına çalışılmıştır. 1946 sonrası hükümetlerinin tertibe alet olduklarını söylemek yanlış olmaz. Nitekim, Türkiye’de 1950’den sonra, din açıktan açığa devlet siyasi hayatına el atmıştır.” (Esen, Bülent Nuri, 1970 , “Vicdan Hürriyeti ve Laiklik”, Türkiye’de İnsan Hakları Semineri: Tebliğler- Tartışmalar, 9-11 Aralık 1968 , AÜHFY; Ankara.s.19 )
Bülent Nuri Esen, Türkiye’de 1946’dan sonra yaşanan ve bir kısmı da 1946-1950 yıllarında CHP henüz iktidardan ayrılmadan yaşanan kısmi liberalleşmeyi, din ve vicdan hürriyeti namına laiklikten bir taviz olarak kabul ettiğine göre, din ve vicdan hürriyetine karşı bir laiklik tanımı yapıyor olmalı. Bu tür bir laiklik anlayışı, sadece Esen’in değil, tek parti döneminden beri devlete hakim olan bürokrasinin ve onun ideolojisinin paylaştığı bir laikliği de yansıttığı için üzerinde durmak lazımdır.
Fransız Devriminin var olan dini ortadan kaldırmaya ve akla dayanan yeni bir din vazetmeyi amaçlayan jakoben döneminin etkisini taşıyan bu anlayış, dini bilimsel ilerlemeler karşısında yok olmaya mahkum, eski rejimin ortadan kaldırılması gereken bir artığı olarak görmekten, dinin ilerlemeye engel yönlerini yok edecek bir reforma tabi tutulmasına kadar bir yelpazeden hareket eder. Bu yüzden de tek parti döneminin laiklik anlayışı, “laik jakobenizm” ve ”militan laiklik” olarak da nitelendirilmiştir. Bu haliyle bu tür bir laiklik bir gerçekliğe değil, ideolojik bir ideale dayanır. Böyle olduğu içindir ki, bu anlayış laiklik dışında ve ideolojik karakterine uygun “laikçilik” veya “laisizm” gibi başka bir şekilde nitelendirilmeyi ve adlandırılmayı hak etmektedir.
Bu haliyle laikçilik veya laisizm, devletin, dini inançlar karşısında tarafsız kalmasını değil, dine karşı olmasını veya “reforme edilmiş bir din inşasını” amaçladığından din ve vicdan hürriyetine karşıdır.
Bu laikçilik veya laisizm anlayışı, Fransız Devriminin jakoben döneminin ve pozitivizmin esprisini taşımakla beraber, Fransa’daki laikliğin ve bilhassa Anglo-Sakson dünyasındaki sekülerizmin din ve vicdan hürriyetini ve devletin dini inançlar karşısında tarafsızlığını temin etmeyi amaçlayan özgürlükçü bir yöntem olduğunun farkında olduğundan, konunun bize özgü yönlerini “icat” etmiştir.
Bu icat edilmiş teoriye göre, Türkiye demokratik batı ülkelerine benzemeyen, kendine özgü karakteri olan bir ülke olarak ayrılmaktadır. Bu tür laiklik anlayışını, temsil edici karakteri dolayısıyla Mümtaz Soysal’ın bakış açısını özetleyerek devam edelim. Bu ayrılığın sebeplerinden biri, Türkiye’nin Müslümanların çoğunlukta olduğu, yani İslam dininin etkisi altında kalan bir ülke olmasıdır. Türkiye’nin ve onunla aynı dini paylaşan ülkelerin geri kalma sebebin teşkil eden İslam, özü itibarıyla Hıristiyanlıktan farklı bir dindir. Hıristiyanlık özünde laikliğe elverişliyken, İslam başlangıçtan itibaren laiklikle bağdaşmayacak özelliklere sahiptir.
Buna göre Hıristiyanlık, başlangıçta bir dünya egemenliğini hedeflemiyor, din ve dünya işlerini birbirinden ayrı mütalaa ediyordu. Roma Kayzer’ine veya Sezar’ına vergi vermekte tereddüt eden Hıristiyan müminlere Hazret-i İsa’nın söylediği kaydedilen “Sezar’a ait olanı Sezar’a, Tanrıya ait olanı da Tanrıya verin!” sözü, din ve dünya işlerinin ayrılığına bir karine olarak ortaya konuyor.
Hıristiyanlığın bu yaklaşımına karşılık İslam’ın daha başlangıcından itibaren din ve dünya işlerine, din ve devlet işlerine ilişkin bir kurallar manzumesi mevcuttur. Bu yüzden laiklik Hıristiyanlığın özüyle bağdaşırken, İslam’ın kendisiyle bir çatışmaya varmaktadır. Buna mukabil, laikliğin geçekleşmesi bakımından Hıristiyanlığın taşıdığı bir zorluk, İslam’da yoktur: “İsa’nın” yerini alma iddiasındaki din adamları sınıfı ve bu sınıfın müessesesi olan Kilise, “devlet içinde devlet” niteliği ile laikliğe direnirken; İslam, bu türden bir din adamları sınıfına ve bu sınıftan kaynaklanan bir müesseseye sahip olmadığından laikliğe direnecek bir güce sahip değildir. Mamafih eğer din hizmetleri cemaatlerin kendi düzenlemesine bırakılırsa, devletten ayrı ve sonuçta ister istemez devletle çatışacak bir güç ortaya çıkacaktır. Böylece görünüşte laikliğe daha uygun olan bu gelişme, son tahlilde laikliğin gerçekleşmesini engelleyici gelişmelere yol açacaktır. Bu gelişmeleri engellemek ve Türkiye’de laikliği gerçekleştirmek için din hizmetleri topluma bırakılmamış, genel idare içinde Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı kurulmuştur. Bu şekilde, Türkiye’ye özgü laikliğin “..(D)inin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşımayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan İslam dininin kendi içinde de bir büyük değişikliğe ve eğer İslam’da hiç bulunmayan bir terim kullanmak gerekirse, bir ‘reform’a girişmek demekti. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken, Müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu.”
Mümtaz Soysal’ın Türkiye’deki “laik devlet” için öngördüğü bu tuhaf misyon, Soysal’ın nasıl tanımladığına bakmayı gerektiriyor. Soysal a göre laik devlet: (1) Mezhepler arasında ayrım gütmeyen; (2) Resmi bir dini olmayan; (3) Dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlettir. Ancak Türkiye’de laik devlet, bir de “Türkiye’ye özgü” bir özellik taşımalıdır: (4) Devlet, dini vicdanlara itecek tedbirleri almalıdır. Dinin vicdanlara itilmesi, vicdanın da hayatın dışına itilmesi ve hayata müdahalesinin önlenmesiyle beraber olmadıkça anlamlı olmayacaktır. Çünkü bu anlayışın devamında artık dinin kamusal ilişkilerde değil, toplumsal ilişkilerde de belirleyici olmaması gerekmektedir.(Sabuncu 1993; 60) Böyle bir durumda dinin veya dinin itildiği vicdanın kendine nerede yer bulacağı, daha doğrusu var olup olamayacağı şüphelidir.
Soysal’ın yaptığı tür bir laiklik anlayışı, bir başka deyişle laikçilik veya laisizm, sonuçta sadece din ve vicdan hürriyetini değil, demokrasiyi de ortadan kaldıracak bir laikrasi rejimine yol açacaktır.
Devamını Oku
29 Kasım 2025 Cumartesi - 10:29
Devamını Oku
23 Kasım 2025 Pazar - 07:00
Devamını Oku
22 Kasım 2025 Cumartesi - 13:13