
Fikir tarihini bilmeyenler milliyetçilik ve din, hatta milliyetçilik ve İslamcılık, milliyetçilik ve ümmetçilik meselelerinde bocalamakta, konuyu anlayamadıkça da kaba lümpen tavırlarla tarih ve kültür dışı sakil bir pozisyona savrulmaktadırlar.
Son Güncelleme: 20 Mayıs 2025 Salı - 08:34 | GDH Haber
Ziya Gökalp - AA
Türkiye'deki İslam geleneği ve özellikle İslam düşüncesi tek parti döneminin otoriter ve yasakçı tavrı karşısında ciddi bir kesintiye uğramıştır. 1946'da çok partili hayata geçiş ve nispî liberalleşme bu alanda da kendisini göstermiş, din bahsinde genişleyen hürriyetler ibadetler dışında dini düşüncede de canlanmaya yol açmıştır. Ancak ondokuzuncu yüzyıl boyunca ve özellikle de İkinci Meşrutiyetten sonrasında gelişen İslam ve İslamcılık düşüncesi bu döneme sağlıklı bir şekilde intikal etmediğinden 1946 sonrasının İslam ve İslamcılık düşüncesi zaafiyetlerle malûldür.
Önce dönemin İslamcı akımlarının tercümesiyle aşılmaya çalışılan bu eksiklik, bilahare 1946'dan sonra kurulan imam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerinden yetişen ciddi ilim adamları ve aydınlar tarafından giderilmeye başlanacaktır. Bu arada fikir hürriyetinde ve buna bağlı olarak sosyal bilimlerde sağlanan gelişmeler de İslam ve İslamcılık bahislerinin ilerici-geri kavramlaştırmalarının dışında kavram ve anlayışlarla ele alınmasını mümkün kılacaktır.
Bu bağlamda Sabri F. Ülgener ve Şerif Mardin gibi öncü isimler arasında Erol Güngör de yer almaktadır. Güngör, bu isimlere göre İslama daha içeriden bakan bir tavra sahiptir: Türk milli kimliğini İslamla tanımlarken Türk milliyetçiliğinin muhtevasını da Abduh ve Akif tarzı modernist bir İslamcılıkla yoğurmaktadır.
Bugün bu tarihi ve fikir tarihini bilmeyenler milliyetçilik ve din, hatta milliyetçilik ve İslamcılık, milliyetçilik ve ümmetçilik meselelerinde bocalamakta, konuyu anlayamadıkça da kaba lümpen tavırlarla tarih ve kültür dışı sakil bir pozisyona savrulmaktadırlar. Halbuki her görüşten fikir adamları ve siyasetçiler bu konular yokmuş gibi davranmadan, ciddiyetle Türkiye’nin büyük birikimi üzerinde yeniden düşünmelidir. Bu bakımdan Erol Güngör isabetli bir başlangıç noktasıdır.
Erol Güngör İslam tarihine ve İslam'ın bugünkü meselelerine inanmış bir aydın olarak bakmakta, fakat iman ile fikir konularını özenle ayıran, kullandığı kavram ve yöntemiyle dikkat çekmektedir. Kendisinin şu ifadeleri dini anlayıştaki değişmeye sosyolojik bakışını yansıtmaktadır:
''...dinin esası değişmez, onun esasını teşkil eden kaynaklar, insanların özel yorumlarından müstakil olarak, hiçbir değişmeye uğramaksızın durur. Din değişmediği halde insanların onunla ilgili anlayışları değişiyorsa, o zaman bu değişmenin sebeplerini dinde veya insanlarda değil, fakat onların dışında birtakım kaynaklarda armamız lazımdır.''
İslam'dan önce Türkler, kendilerine mahsus bir dine sahiptiler. Bu din, bilahare Şamanlıkla birbirine karışmıştır. Şamanlık bir din adamlığından ziyade, hastaları iyileştiren, gelecekten ve ruhlar aleminden haber veren bir tür kabile büyücülüğüdür. Halbuki din, evrene ve insana ilişkin ezeli ve ebedi izahlar getiren bir inanç sistemidir. Türkler bu anlamda gelişmemiş bir dinî inanca sahiptiler.
Türklerin tek tanrıya mı çok tanrıya mı inandığı konusunda tartışmalar olmakla beraber; Güngör, Türklerin "Tengri" denilen tek tanrı inancına sahip olduğunu iddia ediyor. Buna göre yaratıcı olan tanrı dışında kutsal olan şeyler bulunmakla beraber bunlar tanrı değildir. İnsan öldüğünde ruhu ondan alınır, cennete veya cehenneme gider. Kaza ve kadere inanılır ve yapılan işlerde tanrının rızası gözetilir. Tanrı bütün dünyanın yaratıcısı olmakla beraber, Türkler tanrının dilediği gibi yaşadığından ona "Türkler'in Tanrısı" da denir. Bu inanç, Türklerin cihangirlik ve fatihlik ruhlarına uygun düşer.
Eski Türkler'in dinleri, diğer kavimlere nispetle oldukça geridir. Türkler, göçebelikten yerleşik hayata geçtikçe bu basit din ihtiyaçlara cevap veremez hale gelecektir. Bu yüzden de yerleşik hayata geçen Türkler, karşılaştıkları daha gelişmiş dinleri benimsemişlerdir. Bu şekilde, kimi Taoist, kimi Budist, kimi Maniheist, kimi Yahudi, kimi de Hıristiyan olmuştur.
Bu din değiştirmeler, din değiştiren Türkleri diğer Türk gruplarından koparmış ve bu Türkleri katıldıkları dinî grubun içinde eritmiştir. Türkler ilk defa İslam dini sayesinde birbirlerinde kopmadan Türklüklerini ve beraberliklerini muhafaza edebilmişlerdir.
Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk yoktur, Müslüman olduğu halde de kaybolup giden bir Türk topluluğu da yoktur. İslam Türklerin millî bir dini haline gelmiştir. Araplar ve İranlılarla beraber İslam medeniyetinin üç büyük milletinden biri olan Türkler, onbirinci yüzyıldan itibaren İslam'ı düşmanlara karşı koruyan en büyük güç haline gelmiştir. Güngör, İslam'ın Türklere verdiği misyonu şöyle açıklıyor:
"İslamiyet devrine kadar Türkler her türlü yüksek meziyete sahip olan, fakat henüz dünyada kendi yerini tam bulamamış olan bir milletti. İslam, onun yolunu aydınlatan bir ışık oldu ve Türk milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükseldi."
Türklerin eski dinlerinden İslam'a geçişleri, göçebelikten yerleşikliğe geçişleriyle aynı zamana denk gelmiştir. Bu geçiş dönemi bir anda ve kolayca gerçekleşmemiştir. Türkler, İslam dinine girince aynı zamanda yeni bir medeniyete girmişlerdir.
Bu anlamda, İslam, Türkleri medenileştirmiştir. İslam insanın Allah'la ilişkisinin ötesinde insanlar arasındaki ilişkileri de düzenlediğinden sosyal, siyasî ve iktisadî bakımdan İslam esaslarına uygun bir teşkilâtlanmaya geçmek gerekiyordu. Bunun yanı sıra, İslam medeniyet dairesinde karşılaşılan yeni milletlerin kültürleriyle yapılan alışverişler de Türklerin yaşadığı değişikliğin etkisini arttırıyordu.
Türkler esas itibarıyla Sünnî, Hanefî ve Maturidî İslam'ı benimsemiştir. Mezhep çatışmalarında Sünniliğin hamisi olan Türkler devletleşme, yerleşiklik ve medenilik çizgisiyle uyumlu Sünniliği desteklerken, bu eğilimin dışında kalan kimi Türk grupları heterodoks akımlara katılmış ve asayiş sorunlarına yol açmıştır. Ancak Türklerin ana sufî akımları da sünnî-medrese İslamıyla, devletle, yerleşiklikle ve medeniyetle uyum içinde olmuştur.
Güngör'ün diğer çalışmalarında da dini konusu ele alınmaktaysa da, bu bahisteki esas eserleri iki ayrı müstakil kitaptır: İslam'ın Bugünkü Meseleleri (1981) ve İslam Tasavvufunun Meseleleri (1982). İslam hakkındaki kitapları dışında en önemli çalışması 1976'da yayınlanan "Ziya Gökalp ve 'Türkçülükte Din' Meselesi" adlı yazısıdır.
Güngör, bu yazısında bir yandan Gökalp'in siyasî iklime göre değişen görüşlerini eleştiriyor, bir yandan da Gökalp'in pek bilinmeyen görüşlerini özetleyerek bu görüşlerin bugün için taşıdığı anlamı değerlendiriyor. Güngör'ün Gökalp eleştirisi, onu bir tabu olarak kabul eden milliyetçi camia içerisinde soğuk karşılanmış ve kendisinin bir süre dışlanmasına yol açmıştır. İslamın Bugünkü Meseleleri ve İslam Tasavvufunun Meseleleri kitaplarında geliştirilen perspektifin ortaya konulduğu ilk çalışma da bu yazıda ortaya konulmuştur.
Milliyetçiliğin dogmatik bir sistem olmadığını ve bu yüzden de bir kişinin fikirlerinin herkesin uymak zorunda olduğu kanun sayılamayacağını ifade eden Güngör, Gökalp'in son eseri olan Türkçülüğün Esasları'nda, din meselesinin sadece dil meselesine indirgenerek geçiştirildiğini kaydediyor. Daha önceki eserlerinde Türkçüler için bir din programı öneren Gökalp, siyasî iklim değişince bu programdan hiç bahsetmemiştir. Bu haliyle Gökalp'i, cumhuriyetin inkılapçılarından ve dinde reform yapmak isteyen din dışı aydınlardan ayırt etmek mümkün değildir. Ancak Gökalp'in programına bakıldığında, bu farklılık anlaşılabilecektir.
Bir sosyolog olarak Gökalp'in din görüşleri Durkheim'dan etkilenmiştir. Durkheim sosyolojisinin bu konuya bakışı ana hatlarıyla iki maddede özetlenebilir. İlk olarak toplumsal hayatın temeli dindir. Din toplumsal kurumların ve düşünme mantığımızın temelini teşkil eder. İkinci olarak Durkheim, Comte'un pozitivist, çizgisinde dinin artık batı toplumlarını ayakta tutamayacağını, ileri bir aşamaya geçen bu toplumların dinin yerini alan pozitif bilim anlayışıyla bir arada durabileceğini düşünmektedir.
Gökalp'e göre, toplum hayatı, değerler etrafında yapılan faaliyetlerden oluşmaktadır. Toplumsal değerler arasında, aşağıdan yukarıya bir hiyerarşi vardır. En aşağıda ucuz-pahalı şeklindeki iktisadî değerler, sonra doğru-yanlış şeklindeki bilimsel değerler, sonra güzel-çirkin şeklindeki estetik değerler ve en yukarıda da ahlâkî değerler vardır.
İnsanların yaptıkları işlerin değerini de bu sahalar tayin eder. Bu değerlerin ve ahlâkın üstünde de dinî değerler vardır. Bu yüzden dinle uğraşan insanlar ahlâkla uğraşanlardan üstündür. "Ahlâk bir insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir, din ise evliyalık namını verdiğimiz kutsal makama çıkarır." Din, bilimsel değerlerin ilerisinde hakikatleri kavramaktadır. İlim, mantık ve yöntem yoluyla hakikati ararken; din, sezgi marifetiyle hakikati idrak etmektedir. "Mükasefe, murakabe, hal" gibi tabirlerle anılan bu sezgi ve içe bakış yollarını herkes değil, ancak evliyalık mertebesine çıkabilen insanlar kullanabilir.
Din, ferdî şahsiyetin ve saadetin oluşumunda çok mühim bir role sahiptir. Mamafih, Gökalp için dinin toplum hayatında oynadığı rol daha ehemmiyetlidir. Toplumlara şahsiyet vermek de dinin işidir. Ancak burada evliyanın işi biter, peygamberin işi başlar. İslam geleneğindeki "velayet ve nübüvvet" ayrımından hareket eden Gökalp, peygamberlerin hem Hakk'a hem halka yönelmiş olduğuna dikkat çekiyor. Allah'tan vahiy alan peygamberler, toplumları kurar ve terbiye ederler.
Bu itibarla fertleri terbiye eden evliyadan üstündürler. Peygamberlerin evliya ile mukayese edilmeyecek mucizeleri vardır. Gökalp, peygamberlerin mucizelerinin bir anda toplumu kurarak harekete geçirmek ve büyük medeniyetler kurmak şeklindeki toplumsal yönünü vurgular. Peygamberlerin kurdukları toplum, ümmettir. Ümmet, toplumların gelişmesinde milletten önce gelen bir aşama olmakla beraber, toplumlar millet aşamasına gelince ortadan kalkmaz. Ümmet, toplumların beynelmileliyet hissini karşılar. Millet bir dil işidir ve bu duygu gazetelerden doğar, beynelmileliyet ise aynı medeniyete mensup olmaktan, aynı kutsal kitaba iman etmekten doğar.
"Bizim" toplumumuz millet olarak Türk, beynelmileliyet olarak İslam'dır. Gökalp, milliyetler devrinde ümmet toplumunun veya hissinin kalktığı iddiasına katılmıyor, bazı durumlarda aksine ümmetin milletten daha kuvvetli olabileceğini kaydetmektedir. Durkheim'ın pozitif bilime dayanan yeni bir beynelmileliyetin oluştuğu iddiasına ise katılıyor. Buna göre, modern bilim sayesinde medeniyet bir ümmet dairesi olmaktan çıkıyor ve farklı dinlerden olmakla beraber modern olan milletlerin dahil olduğu yeni bir daireye dönüşüyor. Gökalp, Durkheim'dan farklı olarak bu bilime ve teknolojiye dayanan yeni medeniyetin, ümmeti ortadan kaldırmadığını, artık beynelmileliyet dairesi ile ümmet dairesinin birbirinden ayrıldığını söylüyor.
Gökalp'in formülüne göre "Türk milletinden, İslam ümmetinden ve Avrupa medeniyetinden" olmak mümkündür. Gökalp bu fikrinden dinden çok az ve sadece dile indirgeyerek bahsettiği Türkçülüğün Esasları adlı kitabında da bahsetmiştir. Bu şekilde Türk milleti ile İslam ümmeti arasındaki organik bağdan vazgeçmediğini ifade ettiğine göre, siyasî şartlar yüzünden bahsetmediği Türkçülerin ümmet programından da vazgeçmemiş olmalıdır.
"Türklerin ümmet mefkûresi İslamlıktır" diyen Gökalp'in ümmet programını, Güngör şöyle özetliyor:
"1. Bütün İslam milletleri arasında ortak olan Arap harflerini değiştirmeksizin muhafaza etmek.
2. Bütün İslam kavimlerinde terimlerin ortak bir hale getirilmesi için İslam ümmeti arasında terminoloji kongreleri toplamak ve terimleri Türkçe'den Arapça'dan ve kısmen de Fransızca 'dan yapmak.
3. Bütün İslam kavimlerinde ortak bir terbiyenin kurulması için terbiye kongreleri toplamak.
4. Bütün İslam kavimlerinin müftü teşkilatları arasında daimî bir bağ vücuda getirmek.
5. İslam ümmetinin sembolü olan hilalin kutsallığını muhafaza etmek."
Güngör, Gökalp'in ümmet programının siyasî olmayan kültürel muhtevasını vurguluyor. Müslümanların milletleşmesini isteyen Gökalp, Müslüman milletlerin ümmet ilişkini de devam ettirmesini istiyor.
İslam ümmet teşkilatı Katolikler gibi idarî değil, ilmî olmalıdır. Çünkü Müslümanların ruhanî reisleri yoktur, müderrisleri vardır. Gökalp müderrislerden bahsederken tarikat ehlini dışarıda bırakarak ilimle meşgul olanları ve rasyonalizmi tercih ediyor: "İslam ümmeti bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir." Bu anlamda İslam alemini bir Darülfünun'a benzeten Gökalp, bu teşkilâtın ilmî muhtariyeti olması gerektiğini ifade ediyor.
Bir tür milletlerarası üniversite olan bu birlik, esasen sembolik ve psikolojik bir dayanışmayı amaçlıyor. Gökalp bunun alt yapısını teşkil eden medreselerin güçlendirilmesini ve her yıl bir İslam başkentinde müderrisler kongresi toplanmasını ve bu çerçevede ilmî yayınlar yapılmasını teklif ediyor.
Gökalp'in programına aradan geçen zaman dikkate alınarak bakıldığında görülen manzarayı Güngör şöyle sıralıyor:
1. Medreselerin kalkması ve yerlerine üniversiteler içinde ilahiyat fakülteleri açılması Gökalp'in görüşlerine uygundur.
2. Arap alfabesi Türkiye'de muhafaza edilememiştir.
3. İslam milletleri arasında ortak terminoloji geliştirilememiştir.
4. İslam milletleri için ortak bir terbiye sistem geliştirilmesi düşüncesi henüz değerlendirilmemiştir.
5. İslam müftüleri arasında devamlı bir ilişki kurma fikri bir daha dile getirilmemiştir. Türkiye'deki müftülük ise eski işlevlerini kaybetmiştir.
6. İslam ümmetinin sembolü olan hilal muhafaza edilmekle beraber, bu, planlı programlı bir çalışmanın sonucu olarak değil kendiliğinden gerçekleşmiştir.
Güngör bu değerlendirmeden sonra, Gökalp'in söylediklerinin henüz gerçekleşmemekle beraber yanlış çıktığının da söylenemeyeceğini işaret ediyor. Türkiye ile diğer İslam ülkeleri, dinin haricinde ortaya çıkan yeni beynelmileliyetin ürünü olan Avrupa medeniyeti istikametinde değişme sürecine girmişlerdir. Gökalp'in İslam ümmeti için öngördüğü program, İslam ülkelerinin milliyetçilik marifetiyle bağımsızlıklarını kazanmaları halinde İslam ümmetçiliğinin güçleneceği varsayımına dayanmaktadır. 1975 yılında hâlâ Sovyet ve Çin esareti altında yaşayan Türkler ve diğer Müslümanlar yanında, Filipin ve Habeşistan Müslümanları da bağımsız değildir. Esaret altındaki Müslümanlar önemli bir büyüklük teşkil etmekle beraber, Türkiye'nin dahil olduğu İslam konferansının büyük bir beynelmilel güç olması beklenmelidir.
Şimdi dış politika meselelerine öncelik veren bu birliğin zamanla kültürel meselelere eğilmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda Türk aydınları, Gökalp'in ümmet programını yeniden değerlendireceklerdir.
Güngör Gökalp'in din anlayışını ele alırken geliştirdiği çerçeveyi İslam bahsindeki kitaplarında da kullanmış ve daha da geliştirilmiştir. Güngör, Gökalp'in siyasî şartlara göre programını değiştirmesini eleştirirken, Türk milletinin ve milliyetçilerinin bir İslam ümmeti programı olması lazım geldiğinde Gökalp'le hemfikirdir. Güngör Türk milleti kimliğini ve milliyetçiliğini İslamla temellendirmekte, kimlik buhranı ve tartışmalarını İslam dairesinde çözmeye çalışmaktadır. Gökalp'in sezgiye dayanan tekke İslamı karşısında rasyonel medrese İslamını tercih eden yaklaşımı, Güngör'de çok teferruatlı bir şekilde işlenmiştir. Güngör'ün İslam hukukuna bakışı da bu yönde çalışmaları bulunan ama yeterince bilinmeyen Gökalp'in etkisini taşıyor.
Devamını Oku
17 Aralık 2025 Çarşamba - 11:15
Devamını Oku
16 Aralık 2025 Salı - 08:51
Devamını Oku
15 Aralık 2025 Pazartesi - 11:46