
“Düşünmek, insan üzerinde düşünmek yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” Yasak bölgelere girebilmek ise hürriyetle mümkündür.
Son Güncelleme: 05 Haziran 2025 Perşembe - 09:44 | GDH Haber
Siyaset Bilimci
Cemil Meriç’e göre, Türk aydınlarının mağaradan çıkabilmesi, hakikat arayışını engelleyen taassup, ideoloji ve sloganların hegemonyasından kurtulabilmesiyle mümkündür. Bu kurtuluş aynı zamanda siyasette ve sokaktaki kavga ve kargaşaya da son verecektir. Bunun olabilmesi için bütün görüşlerin serbestçe ifade edildiği ve saygı gördüğü bir hürriyet rejimine ihtiyaç vardır.
“Düşünmek, insan üzerinde düşünmek yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.” Yasak bölgelere girebilmek ise hürriyetle mümkündür. Demokrasi ve liberalizm, bu yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir. Kıymetleri de bundandır. “ Bize lazım olan birtakım hürriyetler değil, hürriyetlerin bütünü.” Fikir, kutuplar tanınırsa bütüne vakıf olabilir.
“Hakikat da, hayat gibi, diyalektik. Bütünü tanımak için uçları tanımalıyız. Uçları yani kutupları.” İşte bu yüzden, ideolojinin hakikati çarpıtan ve eksik bırakan bakış açısının yerine; kültür ve medeniyetin bütüncü anlayışı tercih edilmelidir. Meriç kültür ve medeniyet yerine, bu bütünlüğü daha iyi ifade eden irfan ve umranı tercih etse de, kültürü mesela emperyalizmle ilişkilendirmeyecek kadar ona sahip çıkmaktadır:
“Kültürle emperyalizmin çiftleşmesi akıl almaz bir fuhuş. Emperyalizmler tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder. Emperyalizmin elinde korkunç bir silah vardır: İdeoloji; ideolojiler siyasi birer yalan, birer yarı-hakikattır. Kültür, hakikatin bütünü, ideolojilere karşı tek silahımız.”
Bu noktada Cemil Meriç’in Doğu ve Batı kültürleri ve medeniyetleri tartışmasındaki yaklaşımı önem kazanmaktadır. Çünkü Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme tartışması, aynı zamanda bir medeniyet tartışmasıdır. Türkiye Doğulu mu Batılı mı olacak sorunsalı etrafında sert bir kutuplaşma yaşamaktadır. Bu kutuplaşma, ilerici-gerici ikilemiyle uzlaşmaz bir şekilde tarif ve tasnif edilmektedir.
Meriç, Batı’nın ve Eski Yunan’ın köklerinin dahi Hint’te olduğunu düşünmektedir, Bir Dünyanın Eşiğinde kitabı bu amaçla hazırlanmıştır. Meriç, Rudyard Kipling’in “Doğu Doğu’dur, Batı Batı’dır. Bu iki dünya hiçbir zaman biraraya gelemezler” kötümserliğine şöyle cevap verir: “Batı Doğu’dur, Doğu da Batı.”
Meriç, “Avrupa zekanın vatanı, Asya gönlün” dese de, onları insan beyninin iki yarımküresine benzetir. Aynı mirası paylaşan iki kardeş gibi görür. Birbirlerinden tamamen bağımsız olmaları bir vehimden ibarettir. İnsanlığın ilerlemesi için farklı medeniyetlerin işbirliği yapması şarttır. Batı medeniyetinin, diğer medeniyetleri kendine benzetmeye çalışması doğru değildir. Her medeniyet, insanlığa farklı değerler katmaktadır. Bununla beraber, medeniyetlerin birbirlerinde bazı kurum ve değerleri iktibas etmeye yönelmesi anlaşılabilir bir tercihtir.
Mühim olan, bu iktibasın zorlama olmadan bir serbest tercih olarak gelişebilmesidir. Bu bağlamda Türkiye’nin medeniyet değişikliği, kendi mirasından ve birikiminden uzaklaştığı ölçüde zararlı olacaktır. Çünkü medeniyet bir birikimdir: Nesillerin mirası... Türklerin bedbahtlığı kendi miraslarından kopmaktır. Meriç, bu bahiste de makul bir uzlaşma çerçevesi önermektedir:
“Yaşayan bir toplum ‘kökü mazide olan atidir’. Medeniyetlerin anahtarı: birikim. Tekamül de, inkılap da, kemiyetten keyfiyete geçiştir. İnsanı insan, milleti millet yapan: Hafıza. Düşünce, bütünü kucaklamak, dünü yarına bağlamak. Olan’ı bilmeden olacağı fethedebilir miyiz? Sıhhatli toplumlar kendileri kalarak değişenlerdir. İçtimai uzviyet iki zıt kanuna uyarak gelişir: devam etme ve yenileşme.
Bu iki temayülün dengeye kavuşması, sağlam bir toplumun ayırıcı vasfıdır. Biz, Tanzimat’tan bu yana teceddüt illetine yakalanmışız. Her gün yeni bir oyuncak peşinde koşan çılgın ve şımarık koca bebekler. Anarşi, muvakkat ve mevzii bir hastalıktır. Heyhat...derdimiz çok daha vahim. Dilimizde karıştığı bulunmayan bu illete, frenkler, anomi diyorlar. Anomi, her değerin, her kanunun, her kuralın yok oluşu.”
Cemil Meriç devam etme ve yenileşme ihtiyacı arasında bir denge kurulmasını isterken, ikiyüzyıldır süren medeniyet kavgası zemininde yaşanan ideolojik savaşa son vermek istemektedir. Çünkü bu hal, anomi denilen kuralsızlık ve değersizliğe dönüşmektedir. Meriç, bu konuya ayrı bir önem vermiş ve Bir Facianın Hikayesi adlı eserinde incelemiştir. Anomi taassup, ideoloji ve sloganın yani, mağaraların ana rahmidir.
Meriç’in vefatından sonra, soğuk savaşını bitimini takiben Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi bu konuyu yeniden dünyanın ve Türkiye’nin gündemine taşıdı. Meriç’in medeniyet perspektifi, bu çatışma tezine bir cevap teşkil etmesi bakımından da ayrı bir değer taşımaktadır. Meriç, bu tartışmayı, yıkıcı ve ideolojik kutuplaşmadan kurtararak insanlığın ortak mirasına sahip çıkacak bir kültür ve medeniyet anlayışı içerisinde, yaratıcı bir imkana dönüştürmeye çalışıyor.
En Büyük Tehlike: Anlaşamamak
Cemil Meriç, bitmez bir tecessüs ve derin bir entelektüel çalışma içerisinde olmakla beraber, fil dişi kuleden yazmamaktadır. Toplumun yaşadığı problemler ve buhranları yakından takip etmektedir. Çalışmalarını bu meselelerin tarihi, sosyolojik ve fikri kökenlerine yöneltmektedir.
Meriç “milletimizin ve devletimizin içinde bulunduğu yakın tehlikeler nelerdir?” sorusuna, en büyük tehlike anlaşamamaktır diye cevap veriyor.
“En büyük tehlike: anlaşamamak. Herkes bir adaya sürgün. Ve adacıklar arasında köprü yok. Kendi kendine konuşan kırk milyon Robinson. Ve idrakın boğazına sarılan sloganlar. Toplumun yerine namlular konuşuyor. Yaşamak istiyorsak, önce bu kördöğüşüne son vermeliyiz.”
Meriç mağara yerine, bu sefer ada diyor ve meseleyi birbiriyle konuşmayan adada yalnız yaşamaya mahkum Robinsonlaşan vatandaşlarda görüyor. Konuşmayı ve aklın çalışmasını engelleyen sloganlara dikkat çekiyor.
Bir grubu, bir fikri veya bir örgütü değil de, anlaşamamayı tehdit olarak görmek insana, söze ve anlaşamaya duyulan iyimserliği yansıtıyor. Bu iyimserlik, kamuoyunun oluşumuna duyulan ihtiyacı dile getiriyor. Aslında bu ihtiyaç iki yüzyıllık Türk modernleşmesinin hedefidir. Konuşmak, yazmak ve münakaşa ise ancak hürriyet ve demokrasiyle mümkün olabilecektir.
İki yüzyıldır bunu başaramayan bütün taraflar, mağlup olmuşlar ve birbirlerine düşmüşlerdir. Halbuki tıpkı yenilen bir ordu gibi, bir bayrağın altında toplanmak gerekir. Makyavel’in söylediği gibi bayrağa dönmek gerekiyor.
“Bir ordunun maneviyatı bozulup darmadağın olmaya başladığında kurtuluş yolu birdir, ‘Ritornare al segno’, yani ‘bayrağa dönmek’, bayrağın dalgalandığı yere sığınmak, dağılmış savaşçıları işaretin altında toparlamak…”
Meriç, iki yüzyıllık bu tecrübenin bütün taraflar için mağlubiyetle sonuçlandığı kargaşa ve anomi ortamından çıkış için, bu ülkeyi herkesi birleşilecek bir bayrağın altına çağırmaktadır. Buradaki taraflar, entellektüeller olunca bildiğimiz bayrağın ötesinde bir değerle tanımlanmalıdır bayrak.
Meriç’in bütün eserleri bu müşterek değerin ve bayrağın inşa edilmesine yöneliktir. Manifestosu sayılabilecek Bu Ülke kitabı, adeta bu bayrağı temsil etmektedir. Meriç, bu kitabında adeta şahsi macerasıyla ülkenin macerasını meczederek anlatır. Bu arayış, Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam kitabı gibi bir nesli anlatır…
Meriç taassup, ideoloji ve slogan düşmanlarına karşı yenilen ve mağaralarına, adalarına çekilen Robinsonları, kültür ve medeniyet zemininde birbirleriyle konuşabilecekleri ve tartışabilecekleri bir ülke kurmaya çağırıyor. Bütün bunların olabilmesi için herkesin bildiklerini öğretmeye ve bilmediklerini öğrenmeye açık bir zihne sahip olabilmesi gerekir. Bunun için girilecek tartışmada mağlup olmayı hazzetmeli ve bunun hakikati beraberce arayan kişilerin yardımlaşması olarak görmelidir. Şöyle diyor Cemil Meriç:
“Münakaşada zafer, mağlup olanındır. Yenilmek zenginleşmektir. Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego denen köpek havlamayacak. İnsan yardımcısına nasıl kızar? Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak. Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilan edecek bir formülüm yok.
Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.”
Anlaşmak İçin Aydınlara Düşen Rol
Cemil Meriç “en büyük tehlike olarak gördüğü anlaşamamak” halini aşabilmek için aydınlara ve daha sonra da siyasetçilere düşen rollere dikkat çekiyor. Aydınların üzerlerine düşen rolü oynayabilmesi için kimi meziyetleri taşıyabilmesi elzemdir. Meriç bu meziyetleri şöyle sıralıyor: Entellektüel her şeyden evvel dürüst, uyanık ve cesur olmalıdır. Bu meziyetlere sahip bir aydın, bilhassa şu vasıfları da taşımalıdır:
1-Zamanının kültürüne sahip olmalı, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilmeli, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarını bilmeli.
2-Peşin hükümlere iltifat etmeyerek, olayları kendi kafasıyla inceleyip, değerlendirmelidir.
Aydın belli bir hizbin, grubun veya partinin adamı olmamalıdır. Bütün cemiyeti dikkate almalı, hatta kendi cemiyeti karşısında bile eleştirel bir bakış açısına sahip olmalıdır. Avrupa’da eski rejimi yıkan da, sonra burjuvaziyi eleştirerek hürriyet ve demokrasi nizamını kuran da aydınların eleştirel tavrı olmuştur. Aydın, nereden gelirse gelsin her haksızlığın karşısında olan adamdır.
“Bütün cemiyet karşısında uyanık bir vicdan. Entelektüelin ayırıcı vasfı: tenkit ve hiçbir siyasi hizbin adamı olmayışıdır. Artık aristokrasinin de, burjuvazinin de menfaatlerini savunmaz. Her haksızlığa karşı uyanık bir şuurdur. Entelektüel daima gergin bir şuurdur. İtirazdır, isyandır. Aydın kalabalığın ihsaslarına kendini terk etmemeli, günlük zaafların değil, adalet ve hakikatin emrinde olmalı.”
Aydının bu hali, onun toplumla ilişkisini problemli hale getirmiştir. Aydın, toplumunu eleştirirken bazen geçmişin bazen geleceğin bazen de başka bir toplumun içinden bakar... Bu yüzden aydınla toplumun arasında tartışma kaçınılmazdır. İçinde yaşadığı topluma teslim olan kişi, eleştirel bakış açısını kaybeder.
Var olan toplumu tek mümkün ve meşru toplum olarak gören kişi aydın vasfını yitirir. Aydın, mukayese eder ve egemenliğin yok ettiği diğer mümkün toplum biçimlerini dile getirir. Tarihi yapan da aydınla toplum arasındaki gerginliktir.
“İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyum halinde olduğu zaman tarihi yoktur; doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık... Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır.
Zira o yarınki veya dünkü veya ötelerdeki, bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil... Kaderimizi çizen cemiyet. Fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişidir, denizdeki herhangi bir dalgayız.”
Aydının, toplumun değişim ihtiyacına cevap verebilmesi ve yaratıcı vasfını yitirmemesi toplumla arasında tayin ettiği mesafedir. Bu genel prensiplerin ötesinde, Batı dışındaki toplumlarda aydınların durumu bilhassa problemlidir. Çünkü bu toplumlarda, aydınları toplumla yaşadığı gerginlik aydınla toplumu arasında kopukluğa, hatta yer yer düşmanlığa dönüşür.
Batı dışındaki toplumlarda, Batılılaşma politikası izlendiğinde aydınlar Batılılaşmayı, halk ise yerel değerleri savunduğundan çatışma yaşanacaktır. Aydınla halk sadece değerler düzeyinde değil, dil düzeyinde dahi bir kopuş yaşanacaktır. Bu durum aynı zamanda hürriyet ve demokrasi dışı bir rejim altında gerçekleşeceği için bütün tarafların taassup içinde olduğu bir kördöğüşü başlayacaktır.
Kültürel bütünlüğünü kaybeden bu ülkelerde ideolojik bir iç savaş yaşanacaktır. Bu tablo, Türkiye’nin tecrübesini de ifade etmektedir. Cemil Meriç’in entelektüel hayat hikayesi, Türk aydının tecrübesini de temsil etmektedir.
Devamını Oku
14 Aralık 2025 Pazar - 10:46
Devamını Oku
13 Aralık 2025 Cumartesi - 08:55
Devamını Oku
12 Aralık 2025 Cuma - 09:19