
Akif, Avrupa’nın ilim ve tekniğinin alınarak maneviyatın korunmasını ve İslam'ın hurafelerden arındırılarak gerçek İslâm'ın yaşanmasını savunmaktadır.
Son Güncelleme: 29 Nisan 2025 Salı - 09:14 | GDH Haber
Mehmet Akif Ersoy - AA
Aktüel siyaset ve dünya yeniden karışmadan muhafazakarlık ve fikir hayatımıza Mehmet Akif Ersoy üzerinden bakmayı deneyelim. Çünkü Türkiye ve dünyayı anlayabilmek için fikirle ve fikir tarihiyle bakmayı denemeliyiz. Siyaset, fikir ve tarih olmadan anlaşılamaz.
Mehmet Akif Ersoy, İslâmcı akım içinde Cemaleddin Efgani ve onun tilmizi Muhammed Abduh’un çizgisini takip eden modernleşmeci bir İslamcıdır. Bu tür İslamcılık, Avrupa’nın tamamen taklit edilmesi ve Avrupa’dan gelen her yeniliğin reddedilmesi şeklindeki zıt fikirlere karşılık, Avrupa’nın ilim ve tekniğinin alınarak maneviyatın korunmasını ve İslamın hurafelerden arındırılarak gerçek İslâm'ın yaşanmasını savunmaktadır.
Sadece Batı'yı veya Doğu'yu savunanlar aslında ne savundukları ne de karşı çıktıkları Batı'yı ve Doğu'yu bilmektedirler. Gökalp’in medeniyet ve kültür ayrımına benzeyen ayrım, Akif’in fikriyatında, medeniyetin yerini alan “marifet” ve kültürün, yani medeniyeti denetleyen unsurun yerini alan “fazilet” şekline dönüşmektedir.
Çünkü milletin ikbâli için evladım,
Marifet bir de fazilet, iki kudret lâzım.
Bu formülasyon çerçevesinde Akif de, Gökalp gibi bir yandan “inkılâp” istemekte, bir yandan da bir tür muhafazakârlık yapmaktadır. İnkılapçılıkla muhafazakârlığı birleştiren Akif'in "ihya"cılığıdır. Akif inşa yerine ihya kavramını seçerek, bizde aslen varolan ancak, çeşitli sebeplerle körelen kaynakların canlandırılmasını, ihyasını istemektedir. Bu kaynaklar batının metoduyla yeniden ihya edilecektir.
Durum çok vahimdir, gereken yapılmazsa Osmanlı da diğer İslâm ülkeleri gibi Rusya ve İngiltere’nin sömürgesi olabilir. “... Bizden evvel böyle zillet görme(yen)” Müslümanlığı kurtarmak için Abduh’un istediği tarzda bir inkılâp yapılmalıdır. Nurettin Topçu, Akif'teki muhafazakârlık ve inkılâpçılığı şöyle izah ediyor: Akif'in karakterine sinmiş olan tarih, mazi, mefahir ve ecdat duygusu onu milliyetçiliğe ve dolayısıyla muhafazakârlığa götürür. Akif, milliyetçiliğin İslam'dan ayrılamayacağını göstererek, bu yöndeki yanlış eğilimlere set çekmiştir.
Muhafazakârlık, "bir milletin mukaddesatına, cemiyetin iradesi demek olan tarih içinde kazanılmış bütün ruh varlığına sahip olması demektir." Akif'te muhafazakârlık, milleti maziden şimdiki zamana getiren irade şeklinde tezahür eder. İşte Akif, bu irade ile nereye gideceği belli olmayan inkılâpçılığı rotasına oturtmuştur. Akif'in inkılâbı, şekil ve maddeye değil, ruh ve ahlâka yönelik bir inkılâptır.
Tarihte bizi yükselten değerler bugün yıkıldığı için çöküyoruz, o yüzden inkılâbımızın "aşısı" kendi tarihimizden olmalıdır. Zorla denenen inkılâplar, başarısız olmuştur; insanlığın reform ve rönesansla yaptıklarını, biz ruh ve düşüncelerimizdeki inkılâpla yapabiliriz. İnkılâp zorla, sopayla değil, "kanun"la yapılmalıdır.
Akif, Efgani gibi çabuk bir inkılâp yerine, Abduh gibi "ağır ve milletin ruhuna sindirilerek bir kültür ve iman sistemi" haline gelecek bir inkılâp arzulamaktadır. Akif, Asım’ın neslinin, artık bu işlerden uzaklaşmasını, tahsilini Avrupa’da ikmal ederek “marifet” edinmesini ve “fazileti” de terketmemesini istiyor Akif, bu şekilde İttihat ve Terakki Cemiyetiyle İslâmcılık dolayısıyla kurduğu yakınlıktan uzaklaşmaktadır.
Zor yoluyla yapılacak bir inkılâbın ve diktatörlüğün çare olmayacağına zaten öteden beri inanan Akif, eğitim ve çalışma disiplini olmadıkça hürriyetin bir şamatadan öteye gitmeyeceği kanaatine de II. Meşrutiyet tecrübesiyle varacaktır.
Akif'in muhafazakâr tavrı, dil ve edebiyat konularında da kendini göstermektedir. Doğu her şeyde olduğu gibi edebiyatta da geri, Batı ise her şeyde olduğu gibi edebiyatta da ileridir. Onların edebiyatından, sadece, sanat şekli itibarıyla faydalanılacak, "ecnebî emtiası yerli meta yerine" satılmayacaktır. Osmanlı Türkleri, doğuya ve batıya hâkimken de dilimiz "istiklâlini te'min edebilmek şöyle dursun, bir mevcudiyet gösterememiştir.
Evet, biz daima mukallid hem fena mukallid olmuşuz." Arap ve İran'ın iyi şairlerini ve edebiyatçılarını taklit etmek yerine, insanı miskin veya ahlâksız yapan şair ve edebiyatçıları taklit edilmiştir. Bu bakımdan sanatta bir inkılâp şarttır. Şimdi aynı şey, Batı edebiyatından zararlı unsurlar taklit edilerek yapılmak istenmektedir.
Tıpkı petrolün nasıl çıkarıldığını ve işlendiğini öğrenen Osmanlı'nın, Amerika'dan, Rusya'dan petrol ithal etmek yerine kendi memleketinin, Irak'ın petrolünü işlemesi gerektiği gibi; Batı edebiyatından öğrenilecek sanatlarla Batı edebiyatının ürünlerini aktarmak yerine, kendi hayatımız üzerine bir yerli edebiyat kurulmalıdır: "Sebilürreşad'da görülecek eserler kaba olacak, saba olacak. Lâkin yerli olacak."
Edebiyatın vatanı olduğu unutulmayarak, kendi vatanımızın edebiyatı yapılacaktır. Sebilürreşad'da altıyüzyıldır havasa hitap ede ede avam olup gidenler yerine, halka hitap eden yazılar kaleme alınacaktır. Bu yüzden "sade yazmak" asıl olacaktır. Fakat bu sadelik cennet yerine "uçmak", cehennem yerine "tamu" diyenler kadar ileri gitmeyecektir. Dilin şive ve tasarrufunda da, daha önce Arapça ve Acemce'den şimdilerde Fransızca ve İngilizce'den gelen etkilerden uzak durularak, lisanın kendi hürriyetini koruyan yerli şive ve tasarruftan kopulmayacaktır: "Bu hususta ne kadar taassup ne kadar muhafazakârlık kabilse göstereceğiz." Akif bu hususu şiirlerinde de dile getirmiştir:
Tasarrufatını aynen alırsak İngiliz'in,
Fransız'ın; ne olur hâli sonra şîvemizin?
Lisânın olmalıdır bir vekâr-ı millîsi, O olmadıkça müyesser değil teâllisi
- Biraz muhafazakârânedir ya şimdi bu da...
- Evet muhafazakârım...
Akif, Abdürreşit’in ağzından terakkinin sırrını Japon mucizesinden çıkaracaktır. Japon mucizesi, Osmanlı Türk aydınına cazip gelen bir tecrübedir. Türk muhafazakârlığının alameti farikalarından biri, Japon kalkınmasına duyulan hayranlıktır. Osmanlı modernleşme hareketlerinin beklenen düzeyde başarılı olamaması karşısında, başarılı Japon tecrübesi dikkat çekmektedir. 1875’ten sonra Osmanlı basınında önce tercüme, bilahare telif haber ve yazılarla Japonya ve Japonlar üzerine bilgi veren yayınlar artmaktadır. Bilhassa, Japonya’nın 1904 – 1905 savaşında Rusya’yı yenmesi bu ilgiyi arttırmıştır. Rus tehdidini hisseden Osmanlı aydınları için, bir Asyalı devletin Rusya’yı yenecek gücü göstermesi moral kaynağı olmuştur.
Bu konudaki önemli eserlerden birini kaleme alan Samizade Süreyya’nın şu sözleri manidardır. “Üzülmemeliyiz. Hiçbir şey bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir. Japonya’nın ilerlemesi bir uyanış dersi, bir ibret levhası idi. (...) Görüyoruz ki doğu milletleri batı milletlerinden aşağı bir seviyede değildir. ... niçin biz de bir gün Japonya gibi olmayalım?” Japonya örnek alınarak, Batılılaşma konusunda taassup göstermeyi bir yana bırakmak, iyi ve faydalı olanları alarak, ilim ve tekniğe sahip olmak yeterlidir. Avrupa’ya giden hiçbir Japon genci, Frenkleşmek iddiasında bulunmamıştır.
Akif, Japonların terakkisinin sırrını şöyle açıklıyor:
Sırr-ı terakkinizi siz,
Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek her bir millet;
Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket.
Akif’e göre, aydınlar her millet için farklı olan ilerleme yolunu keşfedebilmek için milletin “ruh-u umumisi”nden kaynaklanan mahiyeti bilmelidirler. Eğer milletin ruhundan gelen ilerlemenin niteliği, doğru olarak ortaya konulur ve bu hedefe varmak için gerekli safhalar belirlenerek, milletin yolu aydınlatılırsa, aydınlar vazifesini yapmış olacak ve millet de ilerleyecektir.
Bu işi başarmış olan Japonlar, aslında Müslümanlar gibi yaşamaktadırlar.
Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvîre zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyliyeyim: Dîn-i mübînin orada,
Rûh-u feyyâzı yayılmış, yalınız şekli: Buda
Siz gidin, safvet-i İslâmı Japonlarda görün!
Japonlar medeniyetin sadece lâzım olan fennini almışlar, kıymetsiz ve moda niteliğindeki şeyler ise gümrükten içeriye girememiştir.
Türkiye bağımsız bir İslam ülkesi olarak batıyla muhatap olduğu ve batılılaştığı için İslamcılık, ilk olarak Türkiye'de Yeni Osmanlılar arasında, hatta daha eskilerde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Akif, aynı zamanda bu geleneğin içindedir. Cemil Meriç, Akif'i Cevdet Paşa'yla başlayan, Tunuslu Hayrettin ve Sait Halim Paşalarla devam eden düşüncenin son büyük temsilcisi olarak nitelendiriyor…
Akif, körükörüne geçmişi taklit olarak gördüğü "göreneğe" karşı çıkarken, "fazilet"i ve İslamın hakiki veçhesini takdim eden "anane"ye bağlıdır. İlim ve sanatı temsil eden, dini ve milliyeti olmayan marifet anlamındaki her yeniliğe ise tamamen açıktır. Akif, Türk muhafazakârlığının Japon hayranlığı ile beraber alameti farikası olan İngiliz hayranlığını da paylaşır: "Bir İngilize sormuşlar: 'Bu kadar ananeci olduğunuz halde nasıl terakki ettiniz?' İngiliz cevap vermiş: 'Bizde en yeni anane altıyüz seneliktir, en eski teceddüt altı senelik."
Kuntay, Akif'in de İslâm'ın 14 asırlık ananesiyle 14 saatlik yeniliği beraber yürütmek istediğini söylüyor. Marifet sahasındaki yeniliği ihtirasla isteyen Akif için, bu yenilikler bir bekâ davasıdır:
"Beşeriyet coşkun bir sel gibi umman-ı terakkiye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önünde durulmaz. İşte biz de ya boğulacağız ya o sel ile beraber gideceğiz. Görüyorum ki bütün akvam-ı insaniye ileri gidiyor; yalnız biz duruyoruz."
Akif’in modernleşme anlayışı yukarıda da ifade edildiği gibi, Ziya Gökalp’in medeniyet-kültür ayrımına benzer marifet-fazilet ikilisine dayanmaktadır. Avrupa medeniyetinin ilim ve sanatı, “marifet” olarak batıdan alınacak; fakat, Avrupa’nın kötülüklerinden "fazilet"le uzak durulacaktır.
Fazilet ise, gerçek İslam'ın içinde mevcuttur: Ahlâk, çalışma ve azim. Müslümanların, İslâm'ın bu özelliklerine kavuşması için “ilmi” esas alan bir inkılâp şarttır. Akif’in Avrupa ile ilmi özdeş görmesi, Mümtaz Turhan’ın modernleşme anlayışıyla yakınlığını göstermektedir.
Akif’in bu yakınlığı onu sadece İslamcıların değil, kimi milliyetçilerin de sahiplendiği bir fikrî geleneğe oturtmaktadır. Erol Güngör, Akif’in din ve modernleşme anlayışının bugünün İslamcılarından çok, milliyetçilere yakın olduğunu iddia ediyor. Akif’in modernleşme anlayışında yer alan Batı medeniyetinin emperyalist karakterine yönelik eleştirisi ile Batı medeniyetinin ilim ve sanat anlayışını birbirinden ayırması, üstün karakteri ve İstiklâl Marşı’nın şairi olması, kendisine yönelik çok farklı kesimlerden gelen sempatiyi açıklamaktadır.
Japon mucizesine duyulan hayranlık, Türk muhafazakârlığında bugün de devam etmektedir. Akif, muhafazakârlar bakımından Millî Mücadele’nin manevî önderlerinden olması sebebiyle ayrıca kıymet taşımaktadır. Bu şekilde, devletin kuruluşundaki hissesi ibra edilerek, muhafazakârlarca kimi zaman varlıklarının meşruiyeti, kimi zaman da devletin kendilerince asıl karakteri ifade edilmektedir.
Devamını Oku
18 Aralık 2025 Perşembe - 12:25
Devamını Oku
17 Aralık 2025 Çarşamba - 11:15
Devamını Oku
16 Aralık 2025 Salı - 08:51